• Sonuç bulunamadı

ÇALIŞMANIN KURAMSAL ÇERÇEVESİ: FONKSİYONALİZM VE TİKELCİLİK

1.3 MALİNOWSKİ’NİN FONKSİYONALİZMİ: TEMEL PARAMETRELER

1.4.3 KÜLTÜRLERİN TİKELLİĞİ

Tikelciliğin ortaya çıkması ve evrimcilik, difüzyonizm gibi akımların genel geçer teoriler olma konumlarının zayıflamasıyla beraber kültürel araştırmalarda ‘her kültür tikeldir’ anlayışı yayılmaya başlamıştır.

Bu noktada şu soru aklımıza gelmektedir: Acaba daha önce yapılan araştırmalar kültürlerin tikel olduğunu göstermediği için mi tümel bakış açılarının hâkimiyeti ortaya çıkmıştır? Kanaatimizce bu sorunun cevabı iki yönden verilebilir. Birincisi, ‘zamanın bilimsel paradigmaları araştırmayı ve sonucunu etkilemektedir’. Toplumbilimlerin ortaya çıktığı dönemdeki evrimcilik gibi akımların etkisiyle birçok araştırmacı yanlış sonuçlara ulaşmış, kafalarında oluşturdukları şablonlara uygun olan

sonuçları veri olarak kullanmışlar, bu şablonu yanlışlayan verileri ise görmezden gelmişlerdir128. İkincisi, toplumbilimcilerin büyük çoğunluğu Batılıydı. Olaylara kendi bakış açılarıyla, kendi terimleriyle yaklaşıyorlardı. Diğer toplumlara kendi ölçütlerini uygulayarak onları kategorize ediyorlardı. Ancak Malinowski ile başlayan alan araştırması çalışmaları durumun hiç de öyle olmadığını ortaya koydu. Mesela yaptığı araştırmaların sonucunda Ruth Benedict “Batılı terimlerle Zunilerin nevrotik, Kwakiutların megaloman, Dobuaların ise paranoid kabul edilmesi gerektiğini ancak her bir davranış örüntüsünün kendi kültürü içerisinde ‘normal’ kabul edildiğinin altını çizer. Bir başka deyişle ‘normal’ kültürel olarak belirlenmektedir”129.

İlk dönem Batılı antropologların bir özelliği de etnik merkezci olmalarıydı denilebilir. Kişinin kendi kültürünün en iyi kültür olduğuna inanmasına etnik merkezcilik denir. İlk dönem sosyal antropologların çoğunun yaklaşımında etnik merkezciliği çok net olarak görebilmekteyiz. İlk dönem araştırmacıları Batı kültürünü her yönüyle dünyadaki en iyi ve gelişmiş kültür olarak gördükleri için sanayileşmemiş toplumları ilkel toplumlar olarak isimlendirmişlerdir. Bu isimlendirmeye sebep ise maddi kültür veya teknoloji olarak Batı gibi gelişmiş olmamalarıydı. Oysa toplumlara sadece maddi kültür açısından yaklaşılması tam bir hata örneğidir. Zira bir de manevi kültür alanı vardır. Bu alanda bizim ilkel dediğimiz toplumların birçok yönden bizden ileri olabilecekleri artık kabul edilmektedir. Çünkü işin içine insani ve ahlaki değerler girmiştir. Birçok ilkel denilen toplumun manevi kültür alanında Batı medeniyetinden çok daha gelişmiş olduğu rahatlıkla söylenebilir. Mesela dünya savaşı yapıp milyonlarca insan öldürmüş bir ilkel toplum yoktur. Her ne kadar etnik merkezli bakış tüm kültürlerde olsa da maddi kültür boyutunda çok gelişen Batı medeniyetinin diğer kültürlere karşı yürüttüğü çalışmaların, sonuçları açısından daha fazla ön plana çıktığını söyleyebiliriz. İlkel kültürler daha ziyade kendi içlerine dönük olduklarından sonuçları açısından bir yıkıcılığa sebep olmamaktadırlar. Oysa Batı, kendi kültürünü dışa taşımaya yönelik çaba içinde olduğundan onun etnik merkezciliği yıkıcı sonuçlar

128 Dönemlerinin bilimsel paradigmaları araştırma yapan kişiyi öylesine şekillendirmektedir

ki ikisi de fizikçi olan Newton ve Einstein’ı bile farklı noktalara yönlendirmiştir. Bu şekillendirme kanaatimize göre sosyal bilimlerde daha etkilidir. Bkz. Thomas Kuhn, Bilimsel Devrimlerin Yapısı, Çev.: Nilüfer Kuyaş, İstanbul: Kırmızı Yay., 2011, s.17.

129 Özbudun ve diğerleri, Antropoloji, s.96; Daha geniş bilgi için bkz. Ruth Benedict, Kültür

doğurmuştur. Günümüzde de bu durumun izleri varlığını zaman zaman katı bir biçimde göstermektedir.

Kültürlere bakışla ilgili söylenebilecek olumsuzluklardan biri de ön yargılardır. Yaptıkları araştırmalarda konuyla ilgili herhangi bir veriye rastlamadıkları halde konunun bazı uzmanları (!) kafalarında oluşturdukları şablonlara uygun düşünceler ortaya atmaktan çekinmemişlerdir. Bunlardan belki de en bilineni Lewis Henry Morgan’dır. Morgan, Amerikan yerlilerinin akrabalık sistemleri üzerinde yoğunlaşmış bir sosyal antropologtu. Yaptığı araştırmalar sonunda insanlık tarihinin on beş aşamalı evrimsel evlilik şemasını çıkardı. Bu şemaya göre ilk evre insanlık tarihinde kuralsız (rastgele) cinsel ilişkilerin hüküm sürdüğü evreydi. Son evreyse modern tek eşli evlilikti. Oysa bu güne kadar yapılan araştırmaların hiçbirinde “kuralsız cinsel ilişkinin” kural olduğu bir dönemle ilgili bir veriye rastlanmamıştır130.

Peki, Morgan elinde hiçbir veri olmadığı halde niçin böyle bir dönemin olduğunu kabul etmiştir? Bu sorunun cevabı oldukça nettir: Morgan’ın kafasında kültürlerle ilgili önyargılar olduğu için. İlkeller cahildir, hayvanlardan farksızdır, hayvanlar gibi yaşarlar… şeklinde uzayıp giden görüşler o dönem araştırmacıları arasında hiç de az değildi. Evrimi kabul eden (kendisi Darwin’in arkadaşıydı) Morgan, yaşayan ilk insanların şimdiki ilkellerden daha ilkel olması gerektiğini düşünerek kafasına göre bir şablon oluşturmuştur.

Kültürlerle ilgili yapılan araştırmalar sonucunda tikelciliğin günümüzde kabul gördüğünü söyleyebiliriz. Yapılan araştırmalardaki tikellik örnekleri öylesine çoktur ki bunları tek tek saymak için ciltler dolusu kitap yazmak gerekir. Ancak biz burada sosyal antropoloji alanında önemli etkiler bırakan Mead’ın araştırmasını örnek verebiliriz.

Margaret Mead, erkek ve kadının sosyal kişilikleri, iki cinsin bu hususta benzerlik ve farklılıklarının olup olmadığı konusuna yoğunlaşmıştır. Alan araştırmasını üç Yeni

Gine kabilesinde yaptı131. Mead’ın çalışması, ırk özellikleri aynı olmasına karşın mizaç ve karakterlerin farklı olabileceğini gösteren bir örnektir. Ayrıca Mead her üç kültürde de o kültüre uymayan az sayıda kişinin varlığını da gözlemlemiştir. Bu da kültürün yüzde yüz her bireyi istediği şekle sokamayacağını da göstermektedir. Ancak her ne kadar bazı biyolojik, psikolojik sebepler kültürün önüne geçebilse de sonuçta bunlar bireysel konumda kaldıklarından genellenemezler.

Sonuç olarak “Erkek ve kadın mizaç özelliklerinin doğuştan geldiğini söylemek son derece hatalıdır. İnsan tabiatı ister kadın ister erkek olsun yumuşak ve biçimlendirilmeye uygundur. Genellikle kişilik, büyük ölçüde doğumdan başlayarak kültürel çevrenin etkisiyle şekillenir. Ancak kalıtımla ve fizyolojiyle ilgili bireysel farklılıkları hiçbir kültür yok edemez. Bununla beraber kültür, bazı özellikleri beğenilen ve istenen özellikler olarak vurgular. Sonuçta bu özellikler toplumun aradığı ve seçtiği özellikler olarak bireylerin büyük bir kısmında gelişir. Toplumsal âdetler ve kültür modeli ise sadece psikolojiyle açıklanamaz. Tarihi ve coğrafi boyut hesaba katılmalıdır. Pek çok araştırma bu söylenenleri kanıtlamakta ve insan kültürünün ya da yaşama düzeninin kişilikle son derece yakın bir ilişki içinde olduğuna işaret etmektedir”132.

Günümüze kadar yapılan araştırmalar toplumların tikelliğini vurgulayan örneklerle doludur. İster sanayileşmiş olsun ister sanayileşmemiş, her toplum apayrıdır, biriciktir. Hatta aynı ülke sınırları içinde yaşayan insanlar bile kültürel açıdan farklılıklar gösterirler. Bunun birçok sebebi vardır. Günümüz toplumbilim araştırmalarının daha çok özel alan araştırmaları haline gelmiş olmalarında farklılıkların önemli bir yeri vardır. Tüm dünya insanını tek yönlü açıklamalarla kategorize etmek imkânsız olduğundan dikey çalışmalar yatay çalışmalardan daha fazla öne çıkmıştır denilebilir. Yapılan çalışmaların daha ziyade mikro diyebileceğimiz konular üzerinde yoğunlaştığını ve tikelliğe dikkat edilerek araştırmalar yürütüldüğünü görmekteyiz. İlk dönem araştırmacılarının taraflı bakış açıları büyük oranda terk edilmiş görünümü vermektedir.

131 Bkz. Ek-1.