• Sonuç bulunamadı

2.3. KELÂM EKOLLERĐNDE SÖYLEM YAPISI

2.3.1. Mütekaddimin Kelâmcılarda Söylem

''Mütekaddimin ''öne geçmek, önde bulunmak'' anlamına gelen tekaddüm masdarından türemiş olan mütekaddim'in çoğul şeklidir, ''önce geçenler'' demektir. Temel Đslâm ilimlerinin genellikle kuruluş dönemi alimlerine mütekaddimîn denir. Kelâm ilminin kuruluşunun hicri 2. yy (m. 8. yy) ın başlarında Mu’tezile alimleriyle başladığı söylenebilir. Ancak akâid alanında günümüze intikal eden ilk eserler Đmam-ı Âzam Ebû Hanîfe'ye ait risaleler olup bunlar Sünnî Đlm-i Kelâmının temel kaynaklarını oluşturur.''227

''Mütekaddimîn/öncekiler dönemi Ebu Hamîd el-Gazzâli (ö. 505 h./1111 m.) ile sona erer.''228 Bir diğer görüşe göre Đbn Haldûn mütekaddimin döneminin Đmam Cüveynî ile sona erip yerine öğrencisi Đmam Gazzâlî’nin geçmesiyle kendine has bir yöntemle müteahhirin döneminin başlamış olduğunu söyler.229 Hicri ikinci asırda müslümanların arasındaki ihtilafların derinleştiği herkesin kendi dünya görüşü ekseninde örgütlendiği bir döneme girilmiştir. Bu dönemde tercüme hareketleri yaygınlaşmış yabancı din ve kültürlerle akademik düzeyde temasa geçilmiştir. Bu beraberinde tartışmaları da getirmiş, Đslâm inancını müdafa etmek için aklî ve felsefî argümanlara başvurulmuştur.

Haricilik, Şiilik, Mürcie, Mu’tezile gibi mezhepler kendi görüşlerini ispat ve kabul ettirme sadedinde bir çok alanda faaliyetlerde bulunmuşlardır. Đlmî tartışmaların yoğun olduğu bu dönemde -ilerde de değineceğimiz üzere-büyük günah meselesi başta olmak üzere, imamet, Kur’ân’ın mahluk olup olmadığı, ru'yetullah (Allah'ın görülmesi), Allah’ın sıfatları, kader meseleleri bu fırkaların en çok tartıştığı konular arasındaydı.

226 Kamil Güneş, a.g.e. s. 401; Cemalettin Erdemci, a.g.m. c.2, s.982-983.

227 Bekir Topaloğlu-Đlyas Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, Đsam Yayınları, Đstanbul 2008, s.239. 228 Şerafettin Gölcük, a.g.e. s.145.

229 Đbn Haldûn, Mukaddime, Dâru’l Kitâbi’l Arabî, s.430; Ayrıca bkz. Đbn Rüşd, el-Keşf an-Menâhici’l Edille fi Akâidi’l Mille (Medhel Amm fî Târih Đlmi’l Kelâm), (tahk. Muhammed Âbid el-Câbirî), 2.

Kelâm ilmi bağlamında bu döneme damgasını vuran fırka Mu’tezile fırkası olmuşttur. Daha çok Mu’tezile ekolü ekseninde yürütülen kelâmi çalışmalar daha sonraları Şii, Sünnî ve diğer ekollerin de ilgisini çekmiş ve onlarda bu sahalarda yoğunlaşmaya başlamışlardır.230

Kelâm ilminin klasik dönemi olan bu dönemde Yunan felsefesi ve özellikle de Aristo mantığı dışlanmıştır. Çünkü Aristo’nun metafizik ve tanrı tasavvuru Đslâmın inanç esaslarıyla bağdaşmıyordu. Bundan dolayı da Aristo mantığı yerine müslümanlar rey ve ictihad yöntemlerini uygulamışlardır. Bu dönemin düşünce yapısında usulün çok önemli bir yer tuttuğunu belirtmek gerekir. Dönemin ilim insanları çoğu kez usulün esastan önemli olduğunu düşünmüşlerdir. Çünkü onlar esasın yani içeriğin bir başka deyişle anlamın sağlıklı olup olmayışının uygulanacak usulle diğer bir deyimle metodolojiyle olan ilişkisinin farkındaydılar. Dolayısıyla esasa yani anlama götürecek delillerin yapısı önem arzetmektedir. Onlar ''delilin geçersizliği medlulün geçersizliğini gerektirir ''ilkesinden hareket ettikleri için felsefe ve mantığa dayanan delillendirmelere karşı mesafeli yaklaşmışlardır.231 O yüzden kelâm ilmi Ehl-i Sünnet nezdinde felsefe kavramıyla açıklanacak bir yapı değil, ”ilm-i usûli'd-dîn'' kavramıyla açıklanacak bir yapı olarak değerlendirilmiştir.232

Mütekaddimin döneminde kelâm ilmi Allah’ın zatı, sıfatları ve fiillerini konu alan bir seyir izlemiştir. Diğer deyimle işlenilen konular ilâhiyat ekseninde ''zat ve sıfat-ı barî''konularından oluşmuştur.''233 Bilinmeyene ve hakikate ulaşmak için nazar ve istidlal adıyla bir düşünce tarzı geliştiren kelâmcılar, bunu uygularken ''kesbî'' diye nitelendirdikleri bilgiyi elde etme gayesiyle kullandıkları vasıtaya ''delil'' demişlerdir.

Delilde aklî ve naklî ayırımını yaparak birincisini''kat’i'' ve''zannî''diye tasnif eden kelâm alimleri, kat’i delille elde edilen kesin bilgiyi ''yakîn''olarak adlandırmışlar; zannî delilerle varılan hükümlere de derecesine göre çeşitli isimler vermişlerdir. Bunun yanında onlar aklî delil için genellikle iki mevcudu birbirine benzetme (kıyasu’t-temsil), görünmeyeni görünene benzetme (kıyasu’l-gaib ale’ş-şahid), hasmı kendi delilleri ile

230 Bkz. Sönmez Kutlu, Đslâm Bilimlerinde Yöntem, (Đlitam, Anküzem), Ankara 2007, s.157-158. 231 Ömer Aydın, a.g.m. c.1, s.235-236, Ali Sâmi Neşşâr, Menâhîcu’l Bahs inde Ulemâ-i Müslimin,3.

Bsk., Dârun- Nahdatu’l Arabiyye, Beyrut 1984, s.22; Ayrıca bkz. M. Said Özervarlı, a.g.e. s.19.

232 M. Said Özervarlı, a.g.e. s.19.

çürütme (ilzam), başkasını gerektirme (telâzum) ve delilin çürütülmesi ile medlulün çürümesi (in'ikasu’l-edille) gibi metodları kullanmışlardır. Naklî delilde ise Kur’ân’ı esas alıp mütevatir veya meşhurların dışındaki hadisleri kaynak olarak kabul etmemişler, te'vili kullanarak nassları aklî yorumlara tabi tutmuşlardır. Ayrıca yaptıkları münazaralar sırasında rakiplerinin argümanlarındaki çeşitli yanlış ve hataları ''cehl-i mürekkep'', ''muğalata'', ''teşkik'', '' musadare alel matlub'', ''tecahul fi’d-dava'' ve ''müşağabe'' gibi nitelemelerle eleştirmişlerdir.234

''Bu dönemde kelâm ilmine dair telif edilen eserlerin başlıca özellikleri arasında ''ini'kası edille''yi kabul etmek, mantığı reddetmek ve felsefî konulara fazla yer vermemek gibi hususlar sayılabilir. Ayrıca bu dönemin kelâm kitaplarının giriş kısımlarında varlık ve bilgi konuları işlenmiş ilâhiyyât, nübüvvât ve semiyyât bölümleri yer almış ve Eş’arî tarafından başlatılan gelenek takip edilerek imamete dair bir konuda bu kitapların sonuna eklenmiştir. ''235

‘’Doğrusu müslümanların aklı önemsemedikleri ya da akıl karşıtı bir tutuma sahip oldukları söylenemez. Ama onların, Đslâmın ilk günlerinden itibaren aklı muayyen bir konumda tuttukları ve aklın muaeyyen bir tarzda kullanımına özen gösterdikleri de açıktır. Çünkü onların geçmiş tarihi olan Arap cahiliyesi, son tahlilde akılcı bir düşünce sistemiydi. Onların yeni düşünce sistemleri tam da böylesi bir sistemin karşıtlığıyla vücut buluyordu; bu nedenle onların akılcılık karşıtı reflekslerinin güçlü olduğu kabul edilmelidir. Asıl itibariyle tanrı tanımazlığı ifade etmeyen cahiliye ''Arap şirk dini'', tanrı hakkında bir tarz akıl yürütmeyi ifade etmektedir. Araplar şirk sistemini tarihsel bir süreç içerisinde, Allah hakkında akıl yürütmelerde bulunarak üretmişlerdir. Allah’a tanrılık konusunda ortaklar icad etmek manasına gelen şirk, insanın yüceler yücesi Allah'a aracılar olmaksızın ulaşamayacağı ve dualarının kabul edilemeyeceği varsayımından hareket eden bir akıl yürütme sonucu tarihteki yerini almıştır. Bu nedenle Kur’ân, Allah’ın, onun istediği tarzda tanımlanmasını ve buna aykırı olacak sonuçlar doğuran akıl yürütmelerin akılsızlık manasına geleceğini söyleyerek aklın ancak muayyen bir

234 M. Said Özervarlı, a.g.e. s.20. 235 Ömer Aydın, a.g.m. c.1, s.236-237.

kullanımının meşru olacağını vurgulamaktadır.''236

O dönem müslümanlarının zihinlerinin derinliklerinde akıl yürütmeyle şirk arasında bir irtibatın kurulduğunun izleri belirgindir. Müslümanların akılcılığa tepkili olduklarının en önemli kanıtlarından birisi, Mu’tezile kelâmcılığına karşı çıkan peygamber geleneğine bağlı ilk alimlerin Mu’tezile kelâmcılarına karşı çıkarlarken onların yaptıklarının aksine aklı kullanmak yerine iknâ yolunu kullanmalarıdır. Bu noktada Kur’ân ve Sünnetten metinler iktibas etmek suretiyle selefin ibtidaî metodunu takip etmişlerdir.

Söylenebilirki Mu’tezileye karşı çıkan ilk alimlerin aldığı dini terbiye, onlara kuru aklı yarıştırmak yerine kalbe hitab ederek insanları iknâ etmenin daha doğru bir yol olduğunu öğretmişti. Çünkü onlar nassa bağlı düşünmeyi dini bir zaruret olarak görüyorlardı. 237 Bu bağlamda söylemlerinin merkezinde kalbin yer alındığını belirtebiliriz.

Muarızlarının kendilerine yönelttikleri akıl yürütmeye dayalı sorulara, onlar da akıl yürüterek cevap ürettiler. Ne var ki, kelâmcıların gayrı müslimlerle mücadele ederlerken geliştirdikleri ve adına cedel metodu denilen bu tartışma metoduna yakından bakıldığında bu metodun Hz. Peygamberin (s.a.v.) muhaliflerine karşı kullandığı metoddan hayli farklı olduğu açıkça görülmektedir.

Bu metod, yüzyıllar hatta bin yıllar boyunca cereyan eden din-felsefe çatışmasından tevarüs edilen ve Hristiyan teolojinin oluşum süreci ile birlikte müstakil bir hüviyet kazanan orjinal bir mantık yürütme metoduydu. Ne var ki müslümanlar, yüzyıllar boyunca bu tartışmaları yaparak deneyim kazanan bu unsurlarla karşılaştıklarında hayli deneyimsiz idiler. Bu yüzden o güne kadar saf bir dini algı atmosferinde yaşayan müslümanların akıl-vahiy ikilemine dayanan teolojik problemlerle karşılaşınca itidallerini kaybettikleri düşünülebilir. Ve farkına varmadan dinlerini güçlü bir biçimde savunmalarına rağmen muarızlarının tuzağına düştükleri söylenebilir. Çünkü müslümalar kendilerinin orjinal ikna metodunu bırakarak muarızlarının cedelci akıl yürütme metodunu kullandılar. Bu ise metodla birlikte dini algının değişmeye başlaması

236 Şevket Kotan, “Kelâm: Đslâmî Teolojinin Đnşası”, Tezkire, Yeni Đlahiyât Söylemleri, s.31-32,

Mart-Haziran, Ankara 2003, s.80-81.

anlamına geliyordu.238