• Sonuç bulunamadı

Ah ne hazırlıktı o...

Teneke kumbaramı gizlice kırıp da çıkardığım sarı bozukluklar cebimde şıngır şıngır, mor iki buçukluk ise dingin ağırbaşlı. Eh yaklaşık on lira hiç de fena para değil. Kayıt için yeter herhalde.

Evden kaçıp bir başıma kim bilir hangi şipşakçıya çektirdiğim -tam cepheden ola-cakmış- vesikalığı da koyuyorum ötekilerin yanına. Damga pullarının, posta pulunun, ikametgah ilmühaberinin, mektup zarflarının olduğu büyücek sarı zarfa. Küllü Sokak’a ye-niden yollanıyorum. Her şey tamam şimdi.

Kız Ortaokulu’nun serin avlusuna girmiyorum bu kez. ‘Velinle birlikte gelmeden ol-maz çocuğum’ dediler çünkü. Sokak kapısında dikilip beklemem bu yüzden. (O yapının adı daha önce Aziz’in Kahvesi’ymiş, bunu da kırk yıl sonra öğreniyorum.)

Büyücek sarı zarf elimde terden iyice yumuşamış. Komşu teyzenin diktiği diba yaka pileli elbise üzerimde. Bütün yaz güneş altında seğirtip durmaktan marsık gibi kararmış çır-pı bacaklarım yorgunluktan sızlıyor. Ayaklarımda delikli, kahverengi çarık. Emire ablamın

1 Lütfiye Aydın, Anka Kentim Antep’im, İstanbul: Heyemola Yayınları, 2008, s.78-96. Yazarın izniyle alıntılanmıştır.

ilkokul süresince hep özenle tarayıp iki belik ördüğü saçlarım artık alagarson, uçlarında kırmızı kurdeleler de yok elbet. Büyüdüm.

Sıkıntıdan sürekli elbisemin yakasını düzeltiyorum. O sıralar Kraliçe Süreyya’yı boşayan Şah Rıza Pehlevi, Farah Diba ile yeni evlenmiş olmalı ki ‘diba yaka modeli’ pek moda. İyi de bu son gün, akşama doğru kayıtlar kapanacak, ortada kalacağım. Annem zaten istemiyor okumamı;

şansızlık bu ya babam da Konya’da. Gelmedi daha. Galiba doğru söylüyordu Ender ağabey, ba-bam orada belki de gerçekten ehl-i dil bir hanım bulmuş, evlenmiş, bizi terk etmiştir. Yok canım...

Sonra ‘şaka’ diye düzeltmişti ya. Annemin üzerine başka kadın alır mı babam hiç. Almaz.

Belli ki bu kayıt yapılmayacak. Bunca heves, yürek çarpıntısı boşa gidecek belli ki.

Düşüncelerim hep babamla ilgili. Gaziler caddesindeki çayhanemizi kapatmasa belki çıraklığım sürecekti daha, o da ekmek parası uğruna Konya’ya filan gitmeyecekti. Keşke öyle olsaydı. Ah sevgi, ne tuhaf şeysin sen. İnsan uğruna neleri göze almıyor ki... ‘Kendini hiç yorma baba, olacak iş mi kızım, deme, olur. Ben seni darda bırakmam, alt tarafı çay götür-mek değil mi? Yaparım. El gün kınayacaksa da kınasın varsın’ demesi kolaymış da sonrası kötü. Elimde çay askılığıyla oradan oraya seğirtirken okuldan bir arkadaşı ya da öğretmeni görünce hemen ara sokaklara sapmak ya da yüzgeri kaçmak... Kim ne derse derin çıraklık işte. Olsun ama. Hem ben hep bugünün hayaliyle yaşamadım mı? Babamın verdiği hafta-lıklarla o pembe yanaklı, mavi gözlü ağlayan bebeği almaktan vazgeçip para biriktirmem bu günler için değil miydi? Az önce teneke kumbaramı kırıp çıkardığım paralarla yaptığım

182

G A Z İ A N T E P S A N AT- E D E B İ YAT 2 0 21

183

A N K A K E N T İ M A N T E P ’ İ M hazırlıklar boşa gitmemeli. Kitaplarla defterleri özenle boşuna mı hazırladım çeyiz düzen

kızlar gibi?! Boya kalemlerle sulu boya takımını da öyle. Hatta şapkamı... Hani Zincirli Ca-mii’nin aralığındaki karanlık dükkanında başımın ölçüsünü aldıktan sonra dikti ya Şapkacı Horozoğlu; en el değmeyecek yerde saklıyorum hani. Mandolini daha sonra çalacakmışız, ileriki sınıflarda, o zaman alınır nasıl olsa.

İyi de bunlar ancak okula yazılırsam gerçekleşebilir. Yoksa...

Umudumu yitirmeye başladım galiba.

Ağıdım ağzımdan geliyor, annem gibi.

Tam o sırada görüyorum şişmanca, esmer, kıvırcık saçlı kadını. Küçük kızının elinden tutmuş ivedi ivedi bir yerlere gidiyor.

Sahi, bu Behice Hanım değil mi?!

Elbette o canım, ta kendisi. Aman kaçırmayayım. Ya kalabalığa karışır da gözden yiter-se? Birden koşup durduruyorum:

‘Öğretmenim!’

Duruyor üçüncü sınıfların öğretmeni. Boş boş bakıyor yüzüme; tanımadı belli ki.

‘Evet kızım?’

Ben sizin okuldan bu yıl mezun oldum. Mustafa Ersoy’un öğrencisiydim hani.

‘Haa... Hatırladım.’

Demişti, öyle olmasa bile.

Çabucak anlatmıştım durumu, sonra zarfı açıp içindekileri göstermiştim:

‘Bakın, her şeyim hazır.’

Beni sevecenlikle dinledikten sonra:

‘Gel öyleyse benimle çocuğum’ demişti.

Ohh... Veli olacak birini bulabilmiştim sonunda.

Loş, geniş avluya birlikte girmiş, sağa dönerek idare katının dar merdivenlerini üçü-müz tırmanmıştık.

Masanın üzerinde adı yazılı olan müdür yardımcısına tıpkı bir ana özeniyle teslim etmişti beni. Aşırı zayıf, iri yemyeşil gözlü, o zarif kadına.

Müdür yardımcısının lakabını daha sonra öğrenecektim: Ramses imiş. Saçmalamışlar elbet. Ne güzel, ne canlı bir kadındı oysa Melek Hanım, ne insan bir yüreği vardı, ne özel yetenekleri.

Yaşamın bir başka yanını algıladığım o üç yıl süresince gözü hep üzerimde oldu Melek Hanım’ın. Başarılarıma sevindi, yenilgilerime tıpkı bir ana gibi içtenlikle üzüldü. Hele resim dersimize girdiği yılın unutulmaz anısı... Yarım tabaka resim kartonu üzerine çini mürek-kebiyle ciğerdeldi motifi işlediğimde kocaman bir aferin çektikten sonra verdiği en yüksek notun coşkusunu nasıl unuturum? O naif tat şunca yıl sonra bile yaşar bende. Belki de daha on üçünde bir kız çocuğunun o sabırlı acıdan delik deşik olmuş ciğerinin hüznünü ellerimde gördüğündendi. içe akıtılan çocuk gözyaşlarının... Bana hep ‘canım ciğerim’ diyen ablaları-mın işlediği nakışlara antepişi deyip geçmek kolay ama işlemesi ömür törpüsü çünkü. Ak birman üzerine ak ipekle işlenecek. Kumaş önce gergefe ya da kasnağa ‘burnu kanatılma-dan’ gerilecek. Sonra tek tek teller çekilecek, motiflerin kanavası çıkacak ortaya. Yalnızca tel çekmeyi öğrenmek bile aylar alırmış ne gam... Nakışçı olmak kolay mı kadın ustalar memleketinde?! Ortaya çıkan ham motiflerin çevresi en küçük iğnelere geçirilen saç teli inceliğindeki ipeklerle tek tek çitinecek, deli pösteki sayarcasına. Ardından mercimek yapı-lacak. Büyüteçte görünen kar tanelerine benzeyen motiflerin çevresi ipek işleriyle bezenecek ayrıca. Motifin adı bile işlenme sürecini anlatmaya yeter de artar: ciğerdeldi. Bundan başka çin işi var; fil işi, ajur, örümcek var. Dahası çitime badem, misabak, kar topu, cemaliye...

Ben ciğerdeldi nakışını, kumaşa değilse bile kâğıda işleyerek öğrendim Melek Hanım sayesinde, ödev diye. Yıllar sonra ilk kitabımdaki öykülerden birinin de adı oldu.

Serüven bitmemiş meğer.

Yirmi yıl sonra Kızılay’da, Kocabeyoğlu Pasajı’nın önünde göz göze geldiğimiz an bir-birimizi tanıyacak, sarılıp iltifatlar yağdıracakmışız birbirimize. Yanındaki kızı şaşkınlıkla bakıyordu bize. Sordu; uzunca süre öğretmenlik yaptığımı, benim de bir kızım olduğunu söyledim, arada öyküler de yazdığımı. Sevindi. Birecikligil soyadımı unutmamıştı; mut-landım. O an aklımdan kendisini tanıdığım, sevdiğim, Gaziantep Kız Ortaokulu geçiyordu herhalde.

Nasıl unuturum 1962-1965 arasını. Grizetten dikilen formalarımızı, mama önlüğü diye dalga geçtiğimiz, fil kulağını andıran kocaman yakalarımızı, siyah çoraplarımızı, efla-tun şeridi lacivert şapkalarımızı... Bir de bugün bile vazgeçemediğim lofers pabuçlar. Nasıl unuturum eski bir Antep evinden bozma, avlusu serin, derslikleri loş o okulu?!... Ya örnek insan öğretmenlerimiz?!... Suzan Bayram, Sabahat Göğüş, Coşkun Seyhanlı, Nuriye Göğüş, Şerafettin Gönençen.

Ortaokula başladığıma en az benim kadar sevinen Ender ağabey beni artık Kahveci Güzeli diye çağırmıyor, Gaziler caddesinin iki yanına sıralanmış, şimdi vitrinleri daha ışıklı kuyumculara, naftalin kokan loş manifatura mağazalarına, kadın terzilerine, muayenehane-leri ilaç kokulu doktorlara, sokak aralarındaki trikotajcılara, kalıp kesen kösele çekiçleyen

184

G A Z İ A N T E P S A N AT- E D E B İ YAT 2 0 21

185

A N K A K E N T İ M A N T E P ’ İ M kunduracılara çay dağıtmıyordum artık; okuma aşkıyla yanıp tutuşuyordum yalnızca.

Oku-lumu seviyordum, öğretmenlerimi, derslerimi seviyordum. Yalnızca birinden korkuyordum:

tarih derslerimize giren, asık yüzlü, elleri hep arkasında ağır ağır yürüyen, hep kahveren-gi takım elbiseli, gözlüklü, mutsuz görünüşlü Hüseyin Bey’den. Belli ki, ortaokul öğrencisi denildiğinde karşısında durmuş oturmuş, aklı başında, hanım hanımcık kızlar bekliyor ol-malıydı ki hiçbirimizi beğenmezdi. Sınıf birincisini bile. Yaramazlıklarımıza hiç dayanamaz, o mormoru yerel lehçesiyle:

“Yallah... Anasının avutamadığını talebe deye benim yamacıma salmışlar, burası zoy-tanlık yeri değil gızım. Şayet adam adamdan utanmazsa, Suburcu caddesinin ortasında dombalak (takla) bile atar, annadabildim mi?! Siz burada yenliceklik edeceğinize gidin de ananızın dizi dibinde kısmetinizi bekleyin. Mektepte ne işiniz var yay?” diye hepimizi yerin dibine batırırdı ama biz yine de gülerdik. Elbette dayak yememek için dişlerimizi kenetleyip dudaklarımızı kanatarak. Çünkü kızınca fena döverdi Hüseyin Beyaz.

Yıllar sonra, Ankara’da, kendisiyle değilse de adıyla karşılaşıp yine gülecekmişim: Akün Sineması’nda Dil Derneği’nin ilk toplantısı. Yaşar Kemal’den Aziz Nesin’e, Ömer Asım Ak-soy’dan Emin Özdemir’e pek çok yazarın, dilcinin bulunduğu salon tıklım tıklım. Programı sunan Jülide Gülizar arada gelen kutlama telgraflarını okurken bir yerde aniden duraklı-yor. Sonra şaşkınlığını yeniyor, gülümseyerek elindekini okuyor: Telgraf Hüseyin Beyaz’dan.

Derneğe üye olmak istediğini, fakat ödentinin alacaklı olduğu Ömer Asım’dan tahsil edilme-sini söylüyor. Meğer Ömer Asım Bey’in de kayınbiraderiymiş.

Hey gidi Beyaz’ın oğlu Hüseyin Hoca. On üç on dört yaşındaki o kanbeyin kızlar ne bilsin senin değerini?! Kendi çabanla Kur’an’ı Türkçe’ye çevirttiğini, Gaziantep Savaşıyla il-gili cilt cilt araştırma kitapları yazdığını, hele o bir başyapıt olan Köroğlu Antep Rivayeti’ni hazırlamak için yıllarca, kılı kırk yararcasına nasıl çalıştığını... Babamların kuşağı nasıl Ha-sırcıoglu’nun esprilerine güldüyse bizler de hep senin o elden ayrıksı kimliğinden fışkıran farklı mizaha gülüp durduk yıllarca. Yeri gelmişken... Bir zamanlar Fransız işgal kuvvetle-rinin karargâh olarak kullandığı eviniz, şimdi restore ediliyor Hüseyin Bey. Sen Beyazağa Konağı diye bilinen o görkemli yapıyı uzaktan gören mezarında rahat uyu, ışıklar içinde yat öğretmenim. Yaşamında bir yıl kayba neden olan ürkütücü sertliğine karşın kişiliğine duyduğum saygı her geçen yıl biraz daha artıyor çünkü. Seni ancak yıllar yıllar sonra anla-yabileceğimi nereden bilebilirdim.

Nereden bilebilirdim onca önemli bir insan olduğunu?!

Yitirdiğim o bir yıl ‘Benim Üniversitelerim’in ikincisi oldu. Birincisi babamın çayha-nesiydi elbet. Ortaokuldan mezun olduğum yıl... Ancak, tarih notum mutlaka zayıf gelmiştir endişesiyle listelere bakarken hiç olmayacak bir şey yapmışım panikle. Not cetvelindeki

adımı bulmuşum bulmasına ama bir alttaki ya da üstteki öğrencinin düşük notunu kendi notum gibi algılamışım. Bağışlanmaz bir yanlışlık elbet. Hızla terk etmiştim okul bahçesini, derin bir üzüntüyle.

Aylar sonra öğreniyorum gerçeği. Çünkü müdiremiz Nuriye Hanım birkaç kişiye bana haber vermelerini söylemiş; gidip diplomamı almamı okuldan. Fakat bunu öğrendiğimde ne yazık ki iş işten geçmişti. Çünkü okullar çoktan açılmış, öğrenime başlanmıştı. Yaklaşık iki ay sonra hiçbir okula kaydımı yaptıramazdım elbet, yaptıramadım. Hem de birkaç okulun giriş sınavlarını kazandığım halde. İyi ki işe girmiş, çalışmaya başlamışım o yıl. Yapılacak başka bir şey yoktu çünkü. Para biriktirip gelecek yıl sürdürmekten başka…

İşyerim Bakır Han›da. Bir aile şirketi. Büyük patron baba, eski adam. Belki de köşesine çekilecek olsa çocuklarının ocak-bütangaz şirketini batıracağını düşünüyor olmalı ki her gün herkesten önce geliyor. Oğullarından Ali Bey, Kız Ortaokulu›ndan Ticaret Dersi öğretmenim. ‘Bizim işyerinde çalışır mısın?’ diye öneri getiren de Ali Kazaz zaten. Babam, önce biraz mırın kırın etse bile ailenin kökünü kömecini bildiği için sonunda razı olmuştu.

‘Temiz adamlar’ demişti. O yıllar kimin kim, ne olduğu çok önemli çünkü. Devir, görgüsüz zenginler devri değil.

Bürodan çok hangarı andıran, her yanı tüpler ocaklarla, masa altları paketlenmiş fiş koçanlarıyla dolu iş yerine genellikle patronun küçük oğlu bakıyor. Abdullah (Kazaz) ağa-bey, son derece kibar, ölçülü, değerbilir. Kimi zaman babası aşırı titizliğiyle canımı sıkacak olsa bile, zarifçe devreye girer, yolu yordamıyla babasına gereken uyarıyı yaparak gönlümü alırdı.

İş yerine aileden pek kimse gelmezdi ama ara sıra Cemil Cahit Güzelbey uğrardı.

Ayaküstü, pek de bilinmeyen, bir iki şey anlatır, bazen de bir fıkrayla ortalığı şenlendirip giderdi. O zamanlar Cemil Cahit Bey de benim için sözü sohbeti tatlı, okumuş, tonton bir amcaydı yalnızca. Onun da değerini geçen yıllarla anladım. Hep öyle olmaz mı zaten?! Şim-di bile yeriniyorum. ‘Ah bugünkü aklım olacaktı ki!’ Şim-diye. Ne sıra dışı şeyler öğrenirŞim-dim kim bilir?! Kimselerin önemsemediği alanlara el atarak büyük çaba gerektiren bir çalışmayla yayına hazırladığı Gaziantep Şer’i Mahkeme Sicilleri, Gaziantep Büyükleri, Gaziantep’te Türk Topluluklarının Adlarını Taşıyan Yerler, Gaziantep Evliyaları, Gaziantep Camileri... gibi ne çok yapıta imza attığını, Ozan Emrak mahlasıyla şiirler yazdığını, hele aruzla söylediği ‘Ne gül yüzler turab olmuş, nasıl susmuş şirin diller’ dizesindeki Yunus Emre duyarlılığını... O tatlı dilli, değerli insanı da ihmal etmişim gibi tatsız bir duygu nedense hep yoklar içimi. 1995 yılında 87 yaşındayken onu da sonsuzluğa yollamış çok sevdiği kenti. İyi ki fahri doktorluk sanını bunu gerçekten hak eden o değerli evladına layık görmüş Gaziantep Üniversitesi.

Bir yaz tatili süresince çalıştığım Bakır Han’dan ayrıldığımda birikmiş epeyce param

186

G A Z İ A N T E P S A N AT- E D E B İ YAT 2 0 21

187

A N K A K E N T İ M A N T E P ’ İ M vardı. Güzün okula başlayacak, aileme ağız eğmeyecek, kimseye yük olmayacaktım; öyle de

oldu.

O unutulmaz 1965 yazında evle işyerim arasında mekik dokurken arada bir yakınlar-da oturan arkayakınlar-daşım Selma’ya uğrardım; Çitçi›lerin evine. Kentin eski kesimi henüz yıkım felaketine uğramamıştı. Bir gravürü anımsatan yüksek tavanlı Eski Hal’in hala gizemli se-rinliğinden geçer, kara taş döşeli Kürttepe Yokuşu’na açılan kapısından çıkıp sağa dönerek, çekiç seslerinde geçmiş zamanların büyüsü hala yansıyan Uzun Çarşı’ya girmeden Yazıcık’a doğru giden yolun hemen başındaki botanik bahçesini andıran eski evin kapısını çalardım.

Gaziantep Üniversitesi öğretim üyelerinden Nurel Taner, sanırım bir zamanlar ninesinin oturduğu o evi Bir Demet Kuru Çiçek adlı kitabında uzun uzun pek de güzel betimliyor. Bana öyle geliyor ki duyarlığımı besleyen kaynaklardan biri de sıkça uğradığım o arkadaş eviydi.

Çünkü Tabiat Bilgisi dersi için yaptığımız bitki koleksiyonu için, pek çok yaprak, çiçek bul-muştuk o bahçeden.

Yeniden dönersek Kız Ortaokuluna.

Onlar gibi olmak istediğim birkaç kişi daha vardı okulda. En başta Türkçe öğretmen-lerim. Bana ilk öyküyü yazdıran Eyüp Yılmaz’la, dersi çok güzel anlatan Coşkun Seyhanlı.

Kendi hazırladığı bir de duvar gazetesi vardı Coşkun Bey’in. Seyhanlı ayrıca, bireysel ça-basıyla hazırladığı küçük bir öztürkçe sözlüğü de bize dağıtmış ya da satmıştı. Antep›ten

derlediği sözcükleri içeren, o küçük sözlük kim bilir nerelerde yitip gitti. Ahh o gencecik Coşkun Bey... Kendisini görür görmez çevresini sarıveren o genç kız adaylarına ‘Yol verin Coşkun’a / geçsin Allah aşkına’ deyip kalabalıktan güçlükle sıyrılıp arkasında bir uğultu bı-rakıp gözden yiterdi.

İlk görev yeriymiş meğer Antep. 1961 yılında gelmiş kentimize Coşkun Bey, beş altı yıl çalışmış orada.

Seyhanlı’yı son kez 1965’te görmüştüm. Tam 33 yıl sonra da bir kitap kapağında fo-toğrafıyla karşılaştım. Edebiyatçılar Derneği’nden tanıdığım Osman Nuri Poyrazoğlu can arkadaşı, hemşehrisi, dostu Coşkun Bey’in kendisine yazdığı 500 kadar mektuptan bir seç-me yaparak yayınlamış. Ama ne seçseç-me... Oldukça yaşlansa da hala gülecen öğretseç-menimizi bir gurup abdalla birlikte gösteren kapakta iki davulcuyla bir de zurnacı.

Kitabı çok eski bir dostla aniden karşılaşmış da ne var ne yok anlattırıyormuşum gibi yutarcasına, yer yer gözlerim dolarak, zaman zaman kahkahayı basarak okudum. Öğrendim ki, öğretmenimiz yaşamı boyunca, benim de çok sevdiğim Barakların Osmaniyeli kolundan ilginç öyküler derlemiş. Meğer Yaşar Kemal’in de öğrencisi olan Seyhanlı 40’lı yılların vekil öğretmeni Kemal Sadık Göğceli ile 1966 yılında bir de Antep’te karşılaşmış, yani bizim okul-da öğretmenlik yaptığı sıralarokul-da.

Kitabın 11.9.1966 tarihli ilk mektubu Gaziantep’ten. ‘Mahanasız dost köyüne varıl-maz’ diye başlayıp ‘düzensizlik düzeninde soluğumuz kesilmeden savaşıp gidiyoruz’ diye sürdürmüş. Daha sonraki mektuplarından birinde anlattığı öykü ‘Türklerin Müzik Kolu’

adını taktığı Abdallara ilişkin:

Ağaoğlunun biri askerlikte bir abdalla arkadaş olmuş. Askerlik bitince abdal, ağanın oğluna ‘Ağa senin düğününde zurnaya ben çalacağım’ demiş. Dediğini de yapmış. Zurnanın yedinci deliğinden almış havayı, yürek delen tel kıran türünden çalmış da çalmış. Aradan zaman geçmiş, zurnacı abdal asker arkadaşını görmeğe gitmiş. Kapıyı düğününde zurna çal-dığı gelin açmış. Bakmış ki karşısında bir abdal... Gelin sert sert: ‘Ne istiyon?’ demiş. Abdal:

‘Heeeç, ağamı görecektim de’ diyecek olmuş. Gelin kızmış: ‘Ağan yok evde, defol git, hadi!’

deyince abdal üzgün geline bakmış bakmış ‘heç bişeye yanmıyom da senin için çaldığım o yanık havalara yanıyom’ demiş. Sonra günümüz insanını hiç ilgilendirmeyen ilginç bilgiler veriyor sevgili rahmetli Seyhanlı: ‘Bunun en iyisini Antep’te yaparlar. Zurnanın en iyisi çağla ağacından olur’ deyip anlatısını ‘şurasına zurnanın gövdesi, şurasına nezik, şurasına metem, şurasına avurtluk, şurasına kamış denilir’ diye sürdürüyor.

Şimdi daha iyi anlıyorum o zamanki eğitimcilerin dil tutkusunu. Coşkun Bey’in bize de derlemeler yaptırmasının, sözlükler çıkarmasının önemini. Yalnızca davul ve zurna ile ilgili bu kadar sözcüğümüz varsa, kim bilir daha ne kadar unutulmuş ya da görmezden

gel-Cemil Cahit Güzelbey.

188

G A Z İ A N T E P S A N AT- E D E B İ YAT 2 0 21

189

A N K A K E N T İ M A N T E P ’ İ M diğimiz ilginç, değerli, anlatım gücü yüksek sözcüklerimiz vardır. Eski Antepliler renkleri

bile bilinen biçimiyle kullanmazdı pek. Daha çok yörenin ürünleri ya da coğrafi özellikle-riyle tanımlarlardı. Şöyle; felhani= kırmızı toprak rengi, cevizi= ceviz yeşili, samanı= saman rengi yani samani. Annabi= mora çalan kırmızı (ki elde dikilen altı kösele ayakkabıların bir türüne de ad olmuştur), gülşefteli= gül ile şeftali renginin kanşımı bir renk ki bu da bir ye-meni (ayakkabı) türünün adıdır, leylahı= leylak rengi, nar çiçeği, fıstıki, tahne rengi, şarabi, balcan moru.

Bir başka örnek yemeniyle ilgili.

Yemeni bir tür kapalı çarık. Kentin can çekişen mesleklerinden biri de yemenicilik. Saf deriden yapılıyor yemeni. Altı kösele. Balmumu ile sağlamlaştırılmış iplikle dikiliyor, buna karşın çok da ucuza satılan yemeninin meğer kendine özgü bir terminolojisi de varmış.

Çocuk yemenilerinden en küçüğüne metelik, ilkokul çağındakiler için olana küçük hasbe, 9-10 yaş çocukların giydiği yemeniye büyük hasbe denilirmiş. Yetişkinler için dikilen ye-meniler de çeşit çeşit. 34-35 numaralar bastani, 38-39 numaralar zenger, 40-41 numaralar ges, 42 numara lorta, 43 numara kaba lorta, 44 numara üzgar, 45 numaralılar da uluayak diye adlandırıyormuş. Bir de zelber var. Ayaklarına yemeni bulamayanlar için özel olarak dikiliyormuş. Ayrıca halebi, merkup, kulağı uzun, eğri simli adı verilenler de var. Kız Ortao-kulu’nun bende niçin böyle derin izler bıraktığını zaman geçtikçe daha iyi anlıyorum galiba.

Bizim kuşağa dil bilincini, sözcük sevgisini, araştırma merakını aşıladığı için.

Bana yaşamımın ilk öyküsünü yazdıran Eyüp Bey demiştim. Trakyalıydı. Gözleri cın-cık mavi, sarışın, iri kemikli, uzun boylu, duygusuz gibi görünse de alabildiğine duygusal öğretmenimiz ne güzel öyküler okur, okuturdu. Dahası yazdırdığı öykülerin notunu ortala-maya katardı. Toplumsal uyanışın henüz başladığı o yıllar, kimi sivri dilli köşe yazarlarının makalelerini kesip Duvar Gazetesi’ne asan Eyüp Bey’i orada fazlaca tutmadılar. O Güney-doğu kentindeki aykırı, sapsarı parıltıyı bir senaryoyla gönderdiler. Giderken çok yaralı olduğu, mavi gözlerini perdeleyen yaşları güçlükle tutmasından belliydi.

Okul müdürümüz kentin köklü ailelerinden Göğüşler’in gelini Nuriye Hanım’dı. Hem Türkçe hem de yazı derslerimize girerdi. Sanki biraz tutucuydu. Her pazartesi sabah

Okul müdürümüz kentin köklü ailelerinden Göğüşler’in gelini Nuriye Hanım’dı. Hem Türkçe hem de yazı derslerimize girerdi. Sanki biraz tutucuydu. Her pazartesi sabah