• Sonuç bulunamadı

“Üçüncü sınıfta bir duvar gazetesi çıkardık. Bir nevi, yönetmeni bendim. İdarenin denetiminden geçiyordu. O yıl öğrencilerden isteyenler öğretmenlerle edebiyat kolu, mü-zik kolu, resim kolu gibi kollarda ders dışı çalışmalar yapıyordu. Edebiyat kolunun öğrenci başkanı olarak bir dergi odası oluşturdum. Dışarıdan aldığımız dergileri oraya koyuyor ve öğrencilerin okumalarını sağlamaya çalışıyorduk.[…]

∫¢

Aklıma estikçe, mısralar, beyitler, kıt’alar yazıyordum. Ortaokulda, o birdenbire doğup da yazılan Ergani şiirinden sonra, ara sıra bir şeyler karalıyordum. Kendimi hiç zorlamadan.

Bazan okuduğum kitabın kapağına bir iki mısra yazdığım olurdu. Şimdi kütüphanemde rastlıyorum o mısra ya da beyitlere. Meselâ: Pendname’nin arka kapağına:

Bu kitap cennete girmekçin anahtar veriyor Güzel ahlâk, iyi huy, terbiye, hem âr veriyor Bize insan olmanın pendini Attar veriyor ya da Mantıku’t-tayr’ın arka kapağına:

Mantıku’t-tayr... kuşların olmaz, melekler mantığı Parçalar kalbler, her mısraı aşkın tığı

gibi beyitler.

Yine bu yıllardadır ki, yaz tatilinde evimizin önündeki dut ağacının altında otururken :

10 Diriliş, “Hatıralar XXXVIII – Gaziantep”, sayı: 38, 7 Nisan 1989, s. 10-12.

214

G A Z İ A N T E P S A N AT- E D E B İ YAT 2 0 21 S E Z A İ K A R A K O Ç ’ U N G A Z İ A N T E P Y I L L A R I

215

Gölge deniz gibi, gölge göl gibi Bu dut ağacının eteğindedir

mısralarıyla başlayan 4-5 kıtalık bir şiir yazmıştım. Babam, beğendiği için ara sıra ken-di kenken-dine tekrar ederken-di. O dut ağacı da adeta ailemizi sembolize eken-diyordu. Askerde ölen ağabeyim doğduğunda dikilmiş. Lise 2. sınıfta ise Nef’i’nin gazellerine özenerek gazeller yazmaya denedim. Aruz veznini deniyordum. Bütün bunlar kendiliğinden oluyordu. Bir niyetten çok, bir içitiş sonunda ortaya çıkıyordu bu kırık dökük mısralar. Yazdıktan sonra da yırtıp atıyordum. Lise 3. sınıfta da, bu türlü şiir, mensur şiir denemelerim oluyordu. Du-var gazetesinde bu şiirleri yayınlamıyordum. Sadece nesir yazıyordum. Bir gün sırf kendimi denemek için, Mehmet Leventoğlu imzasıyla Büyük Doğu’ya bir şiir gönderdim. Bir süre sonra, “Dergiye gelen üç yüz şiirin arasından seçilerek yayınlanmıştır” diye bir notla ya-yınlandı. İlk yayınlanmış şiirim budur. Sonraları, kitaplarıma alacak güçte bulmadım onu.

Ancak aklımda kalan kısmı buraya alıyorum:

İlim :

Bir gün, Gaziantep’te yeni yayınlanmaya başlayan Dernek isimli bir dergi için de yazı istemek üzere okula geldiler. Onlara da M.L. imzasıyla bir mensur şiir verdim; çıktı. Demek ki ilk yazım ve şiirim lise son sınıfta iken yayınlanmış oluyor.

Bir gün, Fransızca hocam Orhan Gürsel11, bana bir hikâye kitabı verip içinden bir hikâyeyi çevirmemi istedi. Doğrusu ben Fransızcamı hikâye çevirecek güçte bulmuyordum.

Ama hocamı kırmamak için kendimce çevirip verdim. Hikâyenin adı, hatırımda kaldığına göre: ‘La chambre eclaire’ idi. Ben ‘Işıklı Oda’ diye çevirdim. Aradan bir zaman geçti. Bir gün hocam beni öğretmenler odasına çağırttı. Gittim. Hoca, odayı biraz canı sıkkın bir şe-kilde arşınlayıp duruyordu. Bir müddet dolaştı: ‘Sezai, dedi sana bir şey söyleyeceğim, ama nasıl söyleyeceğimi bilemiyorum’. Sıkıldığı belliydi. Nihayet: ‘Hani sana verdiğim bir hikâye

11 Orhan Gürsel, yazar Nedim Gürsel’in babasıdır. Şair Behçet Necatigil’in arkadaşıdır ve şiirlerini Fransızcaya çevirmiştir.

İLK ŞİİRLER:

“ Ana-oğul

Dün Dicle’m bilirdi ne yana akacağını; fakat başak, fakat harman bilmezdi tükenmesini…

Köylüm çarık giyerdi, şikâyeti soyardı dilinden; ayran çorbası içerdi; dökülürdü kabuk, sıçramazdı verem, yaklaşmazdı uyku, bıyık burmazdı inkar…

Ordum Viyana’ya damlar, fırtınalaşır, Bağdat’ta konar hız tazelerdi.

Bilen’in Yıldırım’a ‘bu cami güzel, fakat meyhanesi eksik’ şimşeğini yapıştırabilirdi, kirpiği ni kırpmadan.

Bilmeyen’im dilini kısar, sezişini kamçılardı.

Yalanın ayağı eşiğime dokunmamıştı, ‘Hırsız’ konuklamamıştı; lügatim, çirkini çizgi, gölge ve hacimle ifadelendiremezdi, gözüm, eğri’yi sırtlamamıştı Şeyhim…

Ninem masal küpü, Annem tarih dokuyucusu; Dedem Niğbolu, Mohaç, Plevne yoğurucu su, babam pişiricisi…

Başbuğum’un bir madalyası vardı: Atının nalından fırlayan çamur…

Ebe zaman, gebe dün, bebe bugün.

1 Dernek, Gaziantep, 30 Kasım 1949’dan naklen: Turan Karataş, Doğu’nun Yedinci Oğlu Sezai Karakoç, İstanbul: Kaknüs Yayınları, 1998, s. 45.

2 Büyük Doğu, sayı: 19 (17 Şubat 1950)’den naklen: Turan Karataş, Sezai Karakoç (Hayat-Sanat-Tenkit), Erzurum: Atatürk Üni-versitesi, (doktora tezi), 1994, s. 421.

216

G A Z İ A N T E P S A N AT- E D E B İ YAT 2 0 21 S E Z A İ K A R A K O Ç ’ U N G A Z İ A N T E P Y I L L A R I

217

vardı ya, çevirmek için. Ben onu çevirmiş, bir dergiye vermiştim. Onu yayınlamışlar.12 Çok üzüldüm’ dedi. ‘Bunda üzülecek bir şey yok hocam, dedim, ben memnun oldum’. ‘Ama se-ninki bir daha yayınlanamayacak. Benimki yayınlanmış oldu’. ‘Hocam, benim aklımdan bile geçmedi onu yayınlamak. Zaten çeviriyi yapamadım’ dedim. ‘Yok yok’ dedi. ‘Mesela, benim

‘Aydınlanmış Oda’, olarak çevirmeme karşılık, sen, hikâyenin adını Işıklı Oda diye çevirmiş-sin. Bu, daha iyi.’ dedi. Benim çevirimin yayınlanamayacağına ve telif hakkından kaybım olduğuna üzülüp duruyordu. Ben, o çeviriyi asla bir yere göndermezdim. Zaten ikinci bir nüshası da yoktu bende.

Fransızca hocamız, durmadan kitap okuyan biriydi. Hanımı da matematik hocamızdı.

Kütüphaneden ikisi adına da kitap alır ve kısa zamanda okuyup değiştirirdi. Bana da oku-mam için kitaplar verirdi. Genel bir şekilde dünya görüşü konularını da konuşurduk. Necip Fazıl için de ‘eline fırsat geçerse, Ahmet Emin’i de, bizi de keser’ diyordu! Basındaki pole-mikleri bu şekilde yorumluyordu. Çocuksu bir saflığı vardı.

Fransızca ders kitabında Victor Hugo’nun ‘La Retraite de Russie’ şiirini manzum ola-rak çevirdim. Şair, Napolyon’un Rusya’dan bozgun ordusuyla dönüşünü anlatıyordu. Derste onu okuduk çeviri olarak. Zekai Baloğlu da, kendi sınıfında okutmuş benim çevirimi.

Fransızca hocamı yıllar sonra Balıkesir’de gördüm. Evine gittik. Her taraf kitap do-luydu. Fransızcasını çok ilerlettiğini, bunun için çok çalıştığını, Gaziantep’teyken gerek Fransızca, gerek öğretmenlik konusunda çok acemi olduğunu, şimdi sınıfta otoriter dav-randığını söylemişti. Daha sonra genç yaşta trafik kazasında vefat eden hocamızın yarım kalan tercümelerini, hanımı matematik hocamız, azmedip, Fransızcayı da çok iyi öğrenerek tamamladı. Henri Troyat’dan birçok çevirisi yayınlandı böylece hocamızın.

Zekai Baloğlu, ders hocamız olmamakla birlikte, belletici hoca olarak, geceleri mü-talaalarda bulunurdu. Bir gün bir tomar Fransızca gazete getirmiş, orda bir dizi makaleyi gözden geçirmemi istemişti. Ban onun yanı sıra, o sıralar Nobel Edebiyat Ödülünü almış olan Steinbeck’in yazılarını da gözden geçirdim.

Bir gün de, yatılılar için mümessil seçimi vardı. Zekai Baloğlu, benim aday olmak iste-yip istemediğimi sordu. Ben de istemediğimi söyledim. Bana ‘sen ekstremistsin’ dedi. Ben, okuma tutkusu olan biri olarak, mümessilliği kendi açımdan zaman kaybı olarak görüyor-dum. Hoca ise, her şeyi reddettiğim için aday olmadığım zannına kapılmıştı, aday olmamayı da egosantrisizm olarak niteliyordu.

Hocalar ve öğrenciler arasında genel anlamda dünya görüşü tartışmaları sürüp gi-diyordu. Bir seferinde genç kimya hocamız: ‘Neden tartışıyoruz? Hepimizin ortaklaşa

12 Marcel Arland, “Aydınlık Oda”, Çeviren: Orhan Gürsel, Başpınar, sayı: 107-108, Mart Nisan 1949, s. 7; Gaziantep Halkevi’nin yayını olan Başpınar dergisinin 1948-1949 tarihli sayılarında, Orhan Gürsel’in Anatole France, Francis de Miomandre, Oscar Wilde, Baudelaire gibi yazarlardan yaptığı birçok çevirisi yayınlanmıştır.

paylaştığı düşünceler yok mu? Onları konuşsak daha doğru olmaz mı? Mesela, memleketin kalkınması, yolların yapılması.’ Dedim ki: ‘Hocam, sizin bu teklifiniz meseleyi halletmez. Yol yapacaksınız. Ama bu yollardan kim geçecek? Hangi tip insan? İşte biz onu konuşuyoruz.

Önce insan problemini halletmek gerekir. Sonra maddi kalkınma.’

Ortaokul ve lisede, izin verilmediğinden (hatta bu izni istemek bile suç olurdu) cuma-ları camiye gidemiyorduk. Bu sebeple Maraş’ta ve Gaziantep’te bazı pazarcuma-ları bir iki arkadaşla camiye gidip namaz kıldığımız ve hocanın elini öptüğümüz olmuştur. Maraş’ta Ulu Cami imamını, Gaziantep’te de Şehreküstü Camii imamını ziyaret etmiştik.

Bir seferinde de, Gaziantep’te iken meşhur bir hocanın vaaz için geldiğini duyduk.

Pazar günü idi yine herhalde, dinlemeye gittim. Gerçekten bilgili bir zattı. İsmi, Süleyman Efendi idi. Ama bilemiyorum, sonradan Süleyman Efendi olarak tanınan Süleyman Tuna-han mıydı, yoksa bir başkası mıydı o zat. O yıllarda, Süleyman TunaTuna-han Gaziantep’e gelmiş ve camide konuşmuşsa odur.

Bir gün de şehrimize Nurullah Ataç’ın geldiği duyuldu. Halkevi’ne götürdüler bizi.

Ataç’ı dinledik. Divan Edebiyatından birçok güzel beyit ve mısraı konuşmasının arasına serpiştirmişti. Yazılarında o zamanlar büyük tepkiyle karşılanmış olan Orhan Veli şiirini sa-vunan Ataç’ın konuşmalarında divan şiirini beğenmesi ilk anda bir sürpriz tesiri yapıyordu insanda. Sonra Ataç okula geldi. Okulda da konuştu. İsim vermeden şair ve yazarların bir-çoğunu, konuşmalarını ve yüz hatlarını taklit ederek ağırca eleştirdi. Yakup Kadri’yi, Ahmet Hamdi’yi, Necip Fazıl’ı. Edebiyat hocamız ve biz bir iki arkadaş dışında kimse anlamadı imâ

ettiği yazar ve şairleri. Bülbüle ‘sanduvaç’ adını takmıştı o sıralar Ataç. ‘Sandöviç’ kelimesi de dilimize o günler girmeye başlamıştı. Ataç ‘neden sandöviç’i kabul ediyorsunuz da, san-duvaçı kabul etmiyorsunuz?» diye kendini savunuyordu.’13

“17 YAŞINDAYDIM: OKUYORDUM, YAZIYORDUM, DÜŞÜNÜYORDUM”

“Maraş’ta iken, bir Alman bilgini gelmiş, konferans vermişti. Aldanmıyorsam, bir Alman bilgini de Gaziantep’e geldi. Bunlar, kayıp bir şehri arıyorlardı. Bu antik şehrin, Ur şehrinin, Urfa’nın, Antep’in ya da Maraş’ın altında olduğunu sanıyorlardı. Onlara göre, kayıp şehri bulabilmek için mevcut şehri yıkmak gerekir. Bu hatıram biraz bulanık. Belki, yalnız Maraş’ta verilmiş olabilir bu konferans. Yerin altındaki şehri bulmak, şehirlerimizi yıkmak isteyen bu bilgin ya da bilginlerin tezi sonra ne oldu, bilmiyorum. Batı Anadolu’da bu tezi az çok uyguladılar. Turizm adına, tarlalar, meskenler kazı alanı yapıldı. Yahya Kemal’in bu konudaki tezi, ‘alt altta, üst üstte’dir. Türkiye’nin bugünkü turizm anlayışı ise, ‘alt üste, üst

13 Diriliş, “Hatıralar XXXIX – Gaziantep”, sayı: 39, 14 Nisan 1989, s. 9-12.

218

G A Z İ A N T E P S A N AT- E D E B İ YAT 2 0 21 S E Z A İ K A R A K O Ç ’ U N G A Z İ A N T E P Y I L L A R I

219

alta’ gibidir adeta. Osmanlı ve Selçuk eserleri, yani kendi eserlerimiz yok olmaya terk edilmiş durumda, bu görüş sonucunda.

Lise son sınıftaydım, Namık Kemal’i anma günü tertiplendi okulda. Konuşmacı bendim.

Konuşuyordum, konuşuyordum, konu konu yorumluyordum şiirleri ve yeri gelince arkadaş-ları çağırıyordum. Onlar da şiirleri okuyorlardı. Elimde yazılı bir metin olmadan yapıyordum konuşmayı ve şiirleri sunmayı. Başarılı olduk. Hocamız da memnun oldu. Başarımız onun da başarısı sayılırdı tabii ki.

Sporla ilgilenip ilgilenmediğim düşünülebilir. Her çocuk gibi, ben de, çocuklukta, çelik çomak, birdir bir vb. oynamışımdır. Ama, doğrusu, emsalime göre oyunlara dalıp gitmem pek olmazdı. Kısa sürerdi her oyun süresi bende. Ortaokul ve lisede ise bu, hemen hemen hiç kalmadı. Sadece lisede birkaç kez, pansiyonun yanında arkadaşlarla top oynamışımdır.

Topun sahibi arkadaş (sonradan senatörlüğe kadar yükseldi), her oyundan önce, bir konuş-ma yapar, topu patlatanın ödeyeceğini hatırlatırdı.

Jimnastik dersinde, yeterince not alabilmek için, baharda, daha ortalık karanlıkken kalkar, okulun avlusundaki top sahasında koşu ve spor yapardım. Gece karanlığında, bir zaman buna devam ettim. Kimseyle karşılaşmadım o saatlerde. Ne bekçilerle, ne bir başka görevliyle.

Beden eğitimi hocamız, bir kural getirmişti; top oynayacaklar ayrılıyordu, diğerlerine ise hoca ötede beden eğitimi yaptırıyordu. Bu beden hareketlerinden kurtulmak için ben de top oynayanlarla ayrılıyordum. Eğer, arkadaşlar, ben olmadan takım kurabilmişlerse mesele yoktu.

Onlar top oynuyordu; ben de bir kenara çekilip kitap okuyordum. Ama, kimi zaman takımı tamamlamak için katılmak zorunda kalıyordum oyuna. Katılmasam hocaya ihbar edilirdim.

Ben de pazarlık yaparak katılırdım. ‘Kalede duracağım. Fakat, top yakalamaya koşmayacağım.

Ama top gelip bana çarparsa, o başka.’ Razı olurlardı. Ben, kalede kitap okurdum. Onlar oy-nardı. Top gelir benim kaleye girerdi. Ben farkında bile olmazdım. Pazarlığımız böyle olduğu için arkadaşlar da seslerini çıkarmazdı. Kalede biri bulunsun ve takım tamam olsun, yetiyordu onlara. Oynayabilmek için sonuca razı olurlardı. Bir gün yine ben kalede kitap okuyordum.

Arkamda bir kahkaha duydum. Döndüm, müdürümüzmüş. Hem gülüyor, hem de ‘seni milli takım kalecisi yapalım’ diyordu. Çünkü, benim kaleye goller giriyormuş. Müdür benim kitap okuduğumun farkında değil. Sanıyor ki ben topları yakalayamadığım için o kadar gol oluyor.

Tabii anlaşmamızı bilmiyor. Akla gelecek bir şey değildi böyle bir anlaşma. Ben de söyleye-mezdim işin aslını elbet. O yüzden, müdür de öyle anlamakta mazurdu.

Bir arkadaşımız, koşularda birinci gelmek için kendini öyle zorlardı ki, sonunda baygın vaziyette revire götürürlerdi göğsü iner kalkardı. Kendisine bir şeyler olacak diye korkardık.

Lisede üç yıl, şair arkadaşım Seyfettin Başçıllar’la ben aynı sırada oturduk. Bir gün dahi

ciddi bir kırgınlığımız ya da çatışmamız, kavgamız olmadı. Ancak, bazan bir şeye kızarsam, Seyfettin, yumuşatmak için: ‘Dehanın alâmetleri’ diyerek lâtifede bulunurdu, gülüşürdük.

Birbirimize güvenimiz vardı. Bu şakanın içinde arkadaşça bir güven de gizliydi. Seyfettin, bu hatırayı Cemal’in (Cemal Süreya’nın) dergisinde bir zamanlar yazdı. ‘Dehanın alâmetle-ri’ sözü Cemal›in hoşuna gitmemiş olacak ki, değiştirmiş. Yoksa, Seyfettin›in değiştireceğini hiç sanmam. Artukoğullarından, benim gibi parasız yatılı bir arkadaşımla bazan okulun bah-çesinde bir banka oturur, sohbet ederdik. Önümüzdeki ana caddeden otomobiller geçerdi.

Arkadaş, birden: ‘Geçen arabanın plaka numarası kaç?’ diye sorardı. ‘Farkında olmadım’ der-dim. O hemen numarayı söylerdi. Bunu sık sık yapardı. Tüm plakaların numaralarına, tüm sayılara büyük bir ilgi duyardı. Bir gün, şehirden okula dönüyorduk. Kırkayak Gazinosu’nun yanından geçiyorduk. ‘Burada kaç sütun var?’ dedi. Ben de: ‘kırk sütun var ki, adı Kırkayak olmuş’ dedim. ‘Hayır’, dedi. ‘38 sütun var burada’. Demek ki üşenmeden saymış. Liseden sonra, bu arkadaşım Veteriner Fakültesine girdi. Bir tatilde Almanya’ya gitmiş, biraz Almanca öğ-renmişti. Son sınıfı bir burs bularak Almanya’da okudu. Duyduğuma göre, fakülteyi bitirince, bir firmanın elektronik beyin araştırmaları yapan grubuna katılmış. O zamanlar elektronik beyin (kompitür-bilgisayar) çalışmaları çok yeni ve çok az kurumda vardı. Arkadaşımız da bu alanın ilklerinden olmuş. Sonraları Artukoğullarıyla ilgili olarak ilk robotu tarihte onların yaptığını, hatta saraylarında misafirlere robotların şerbet ikram ettiğini, Topkapı Sarayı’nda bulunan Kitab-ı Diyarbekiriye’nin yazarının da Artukoğullarından olduğunu, kitapta birçok alet çiziminin bulunduğunu okuyunca, arkadaşımın bu merak ve özelliğinin nereden geldiğini az çok anlar gibi oldum. Sosyal ırsıyetin tam bir örneği gibi geldi bana arkadaşımın bu tutkusu ve yeteneği.

Okul pansiyonunda, gece saat 9.30’da yatılırdı. Daha fazla oturup ders çalışmak ya da kitap okumak yasaktı. Biz de, o kış soğuklarında çatıya çıkar, merdivende otururduk.

Arkadaşlar ders çalışırdı. Ben de, dersi mütalâada çalışmakla yetinir, gece, orada kitap okur-dum. Ya da dolaphanede, duvara dayanır kitap okurduk. Pansiyonun açık pencerelerinden giren çakalların bavullarımızın üzerinde uyuduğunu gördüğümüz olurdu. Ama, bizi görür görmez fırlayıp giderlerdi.

Bir gece, yine bir arkadaşla dolaplarımıza dayanmış kitap okuyorduk. Pansiyonda kalan belletici öğretmenlerden birinin sesini duyduk. Arkadaş dolaba girdi. Ben de hızla koşarak merdivenlerden çıkıp öylece, elbise üstümde yatağa girdim. Biraz sonra öğretmen odaya geldi. Lambayı yaktı. Beni uyanık görünce, yanımdaki boş karyolayı göstererek ar-kadaşın nerede olduğunu sordu. ‘Aşağılardadır her halde’ dedim. Bana: ‘kalk git çağır’ dese müşkül durumda kalacaktım.

Bazan da, yatakta, dışarıda yanan lambadan yararlanmak suretiyle son derece kötü bir ışıkta kitap okumaya çalışırdım.

220

G A Z İ A N T E P S A N AT- E D E B İ YAT 2 0 21 S E Z A İ K A R A K O Ç ’ U N G A Z İ A N T E P Y I L L A R I

221

Bir pazar, okul bahçesinde, yol kenarındaki bankta otururken, şehir tarafından çok büyük bir kalabalığın geldiğini gördük. Yaklaşınca DP’liler olduğunu anladık. Celal Bayar’ı halk omuzuna almış yürüyordu. Celal Bayar omuzdan omuza alınıyordu. Öyle kararlı bir yürüyüştü ki, ölüme dense gidecek gibi görünüyordu insanlar. İlk kez, o zaman ciddi bir durum olduğunu farkettim. Çünkü, okulumuz CHP bin sene iktidarda kalacakmış ve hiçbir şey değişmeyecekmiş gibi bir hava içinde yönetiliyordu. Dışa kapalıydık. Neler olup bitti-ğinin farkında değildik dışarda adeta. Zaten ben DP’yi de muvazaa partisi gibi biliyordum.

Ama halkın C. Bayar’ı o karşılayış ve kucaklayışı müthiş etkiliyordu insanı.

Sonra yine kapanmışdık içimize okulda. 14 Mayıs seçimleriyle ilgili hiçbir anım yok.

CHP devrilmiş, DP iktidara gelmişti 14 Mayıs 1950’de. Biz öğrenciler, sanki zamanın dı-şında, okul çarkının dişlileri arasında kendi canımızın derdinde olduğumuzdan, bu büyük değişikliğin farkında bile olmadık.

Lise son sınıfta, ilgi alanım çok genişlediğinden, eskisi gibi, her dersten pekiyi almak gibi bir tutkum olmadı. Yine derslerime çalışıyor ve genellikle de iyi notlar alıyordum. Fakat doğrusu, sınıf geçmekten ötesi benim için önemini yitirmişti. Okuyordum, yazıyordum, dü-şünüyordum. 17 yaşındaydım, kişiliğimin oluşması ve açılımı, kimi yerde ilgilerimi kısıyor, kimi yerde genişletiyordu. Her halde eğitimin çerçevesiyle sınırlanamıyordum. Onun dışına taşıyordu programım. Bu şekilde sene sonu geldi. Derslere daha çok çalışmaya başladık.

Uzun ve sıcak günlerdi. Oruçluydum. İmtihanlara girip çıkıyorduk. İmtihanlar sözlüydü.

Lise 1’deki matematik hocam, fen şubesi matematik imtihanlarında hep benim girmemi beklemiş. Edebiyat şubesine gidebileceğimi düşünememiş. Beni yolda yakalayıp: ‘sen ede-biyat şubesine mi gittin? Ben seni hep fen şubesi imtihanlarında bekledim’ dedi. Ben de:

‘hocam, edebiyatım da matematik kadar iyiydi’ dedim. Beni lise 1’den itibaren sözlüye bile kaldırmaya lüzum görmeyen edebiyat hocam: ‘Sezai, dedi, biliyorsun, ben seni imtihan et-mem. Ama, ortaokuldaki hocalar, seni dinlemek istiyorlar. İmtihana gel, ne yapalım!’ dedi.

Böyle bir nezaket ve incelik gösterdi. Yoksa imtihana girmemek diye bir şey olamazdı tabii.

O zamanlar lise son sınıfta iki imtihan vardı. Biri sözlü olurdu, ismi ‘bitirme imtihanları’

idi. Bu imtihanlarda alınan notla sene içinde alınan notların ortalaması her dersten bitirme notu oluyordu. Böylece sınıf geçme notu alınırsa, bir de dört dersten yazılı bir imtihana gi-riliyordu. Ona da ‘olgunluk imtihanı’ deniyordu. Her ikisinden ayrı diploma vegi-riliyordu. Bu iki sınavı veremeyen öğrenci, üniversiteye giremiyordu, Bitirmelerde, her dersten en az 10 üzerinden 5, olgunlukta ise 6 almamız gerekiyordu.

Bitirme imtihanları sona erdikten sonra bir gün, öğrenciler idareye teker teker giriyor, notlarını öğrenip yazıyorlardı. Müdür bizzat notları söylüyordu. Bana sıra gelince; müdür ‘Ne yazık ki, yarım numara yüzünden pekiyi dereceyi kaybediyorsun. Hep o dergi yok mu, çık-tığı için böyle oldu’ dedi. Bense gülümseyerek ‘Belki çıkçık-tığı için değil, kapandığı için’ dedim.

Çünkü Büyükdoğu, o sıralar kapanmıştı. Müdürün bundan haberi yoktu tabii. Benim notlar toplamımın pekiyi dereceden 1 not aşağı olmasına gerçekten üzülüyordu. Diyelim not toplamı 102 olacağına 101 olmuş. Bu da pekiyi değil de iyi derece sayılıyordu. Eğer bir öğretmen yarım numara daha fazla verseymiş, tama çıkaracaklarından, bu açık kapanırmış, Böylece ben, yarım numara yüzünden, pekiyi yerine iyi dereceyle liseyi bitiriyor oluyormuşum. Başmuavin olan edebiyat hocam, espri yaparak: ‘Sezai, bilseydim edebiyattan 10 yerine 11 verirdim’ dedi. 11 yoktu tabii. Üzüntüsünü böylece belli ediyordu. Bir de muavin vardı odada. Müdür, başmuavin olan edebiyat hocamız, muavin hoca hepsi bu duruma üzülüyorlardı. Aslında benim bitirme sınavı notları yüksekti, ama sene içi notlarıyla ortalama alınınca, bu durum doğmuştu. Fakat bunun benim için hiç önemi yoktu. O zaman şöyle bir psikoloji içindeydim; bunlar önemli

Çünkü Büyükdoğu, o sıralar kapanmıştı. Müdürün bundan haberi yoktu tabii. Benim notlar toplamımın pekiyi dereceden 1 not aşağı olmasına gerçekten üzülüyordu. Diyelim not toplamı 102 olacağına 101 olmuş. Bu da pekiyi değil de iyi derece sayılıyordu. Eğer bir öğretmen yarım numara daha fazla verseymiş, tama çıkaracaklarından, bu açık kapanırmış, Böylece ben, yarım numara yüzünden, pekiyi yerine iyi dereceyle liseyi bitiriyor oluyormuşum. Başmuavin olan edebiyat hocam, espri yaparak: ‘Sezai, bilseydim edebiyattan 10 yerine 11 verirdim’ dedi. 11 yoktu tabii. Üzüntüsünü böylece belli ediyordu. Bir de muavin vardı odada. Müdür, başmuavin olan edebiyat hocamız, muavin hoca hepsi bu duruma üzülüyorlardı. Aslında benim bitirme sınavı notları yüksekti, ama sene içi notlarıyla ortalama alınınca, bu durum doğmuştu. Fakat bunun benim için hiç önemi yoktu. O zaman şöyle bir psikoloji içindeydim; bunlar önemli