• Sonuç bulunamadı

KERKÜK’TE TÜRKMENLERİN SİYASİ TARİHİ (1921-1990) 2.1 KRALLIK DÖNEMİ

2.1.2. Kral Gazi Döneminde Kerkük’te Türkmenler

Milletler Cemiyeti, 3 Ekim 1933’te Irak’ın üyeliğini kabul ettikten birkaç ay sonra Irak’ta 1933 yılında Asuri ayaklanması çıktı. Ayaklanmanın büyümesi arifesinde Kral Faysal hastalığının tedavisi için Temmuz 1933’te İsviçre’ye gitmişti. Asuri ayaklanmasının şiddetlenmesi ve bundan dolayı İngilizlerin de ısrarı üzerine Faysal, 2 Ağustos 1933’te tekrar Irak’a döndü. Kontrolden çıkan ayaklanma Faysal’ın dönmesiyle kanlı bir şekilde bastırıldı. Faysal, olaylar bittikten sonra yarım kalan tedavisi için tekrar 2 Eylül 1933’te İsviçre’ye gitti. Gittikten 6 gün sonra 8 Eylül 1933’te hayatını kaybetti (Allavi, 2016: 679-687).

Kral Faysal’ın ölümü üzerine yerine 11 Eylül 1933’te 21 yaşındaki oğlu Gazi geçti (Yıldız, 1959: 10; Sluglett, 1999: 96). Kral Gazi tam bir Arap milliyetçisiydi. Bu nedenle bir yandan Kuzey Irak’ı Araplaştırmaya yönelik adımlar atarken diğer yandan Arap ülkeleriyle birleşmeye yöneldi. Nitekim Kuveyt’in Irak’a katılmasını isteyen ilk Irak Kralı Kral Gazi oldu. Fakat İngiliz yanlısı olan Nuri Said, Kralı bu düşüncesinden vazgeçirmiştir (Şan, 2001: 25-26).

Kral Gazi’nin bu Arap milliyetçiliği taassubu kısa zamanda Kerkük’te ve buradaki Türkmenler üzerinde de etkisini gösterdi. Gazi’nin Kerkük’e ilgisi bölgede çıkarılan petroldü. Burada petrol kuyuları ilk olarak 1927 yılında açılmıştı. Petrolün diğer ülkelere ihracı için 1935 yılında Kerkük’ten Akdeniz limanları olan Hayfa ve Trablus’a ulaşan iki boru hattı açıldı. İhraç edilen Irak Petrollerinin % 80’nin üretim merkezi olan Kerkük, cazibe merkezi oldu. Petrol üretim merkezine dönüşen Kerkük, çevre yerlerden de göç aldı. Bu durum şehrin sosyal yapısında ve etnik dokusunda önemli değişikliklere neden oldu. Gelenlerin çoğunluğunu Araplar, Kürtler, Asurîler ve Ermeniler oluşturuyordu (Samancı, 1999: 108; Talabani, 2005: 32; Yazıcı, 2010: 307).

Kral Gazi, Kerkük’ün petrol nedeniyle artan öneminden dolayı burada Araplar lehine bir takım adımlar attı. Bu kapsamda Kerkük’ün güneybatısında Havice Sulama

51

Projesini gerçekleştirerek buraya ait düzlüklere güneyden getirttikleri el-Ubeyd ve Cebur gibi göçebe Arap aşiretlerini yerleştirdi. Bunun yanı sıra Kerkük’ten geçen Zap Nehri de kullanıldı. Bu nehirden Havici’ye su taşıyacak su kanalları inşa edildi. Böylece toprak tarım arazilerine dönüştürüldü. Türkmenlere ait bu araziler Diyala şehrinde yaşayan ve el-İzze aşiretiyle kanlı anlaşmazlıklar yaşayan el-Ubeyd aşiretine verildi. Böylece aşiretler arasındaki anlaşmazlıklar Türkmen arazilerinin Araplaştırılmasına da bahane oldu. Aynı şekilde Türkmenler tarafından meskûn olan Kifri’deki Karatepe ovaları da el-Kuravi, el-Liheb gibi Arap aşiretler yerleştirildi. Büyük Zap ile Küçük Zap arasındaki Bayatlara ait olan araziler burada yaşayan Tay ve Cebur gibi Arap aşiretlere tahsis edildi. Sonuç olarak Türkmen çiftçilerin elindeki topraklar ellerinden alınarak Arap aşiretlere verildi. Bu durum Krallık döneminde ilk Araplaştırma faaliyeti oldu (Demirci, 1990: 16; Samancı, 1999: 105; Şan, 2001: 26).

Kerkük’ün Araplaştırılmasında sorun yaşanmaması için bir takım siyasi ve idari tedbirler de alındı. Bu anlamda 1933-1939 yılları arasında Kerkük’te görevlendirilen üç valinin tamamın Arap kökenli olması sağlandı (Sharıf, 2012: 50). Aynı şekilde 1936- 1941 yılları arasında devlet kademelerinde görev yapan Türkler, Kerkük dışına tayin edilerek Türk idari sınıfı zayıflatılmaya çalışıldı. (Demirci, 1991: 17) Araplaştırma politikalarında bazen değişiklikler de olmuyor değildi. Kerkük’teki Türkmen nüfuzunu kırmak için bazen Kürtler de kullanıldı. Mesela Kerkük Belediyesi Başkanlığına Kürt kökenli olan Habib Talabani tayin edildi. Bu başkan 1934-1949 yılları arasında tam 15 yıl görev yaptı. (Nakip, 2007: 264).

Kral Gazi döneminde Kerkük’teki Türkmenlerin durumunu zorlaştıran gelişmelerden biri de 1937 yılında Türkiye-Irak arasında imzalanan Sadabad Paktı sürecinde yaşandı. İtalya’nın 5 Mayıs 1936’da Habeşistan’ı ilhak ettiğini açıklaması Türkiye’nin güvenliği için büyük bir risk oluşturdu. Bu durum Ortadoğu’daki tüm devletler içinde aynıydı. Bu nedenle Türkiye, İran ve Irak 3 Ekim 1935 günü Cenevre’de ortak savunma düşüncesiyle bir dayanışma paktı parafe ettiler. Ayrıca aynı gün İran-Irak arasında devam eden Şattul-Arap sorunu da çözümlendi. Bu birlikteliğe daha sonradan Afganistan da dâhil oldu. Böylece bütün bu olumlu gelişmeler Sadabad Paktına vesile oldu (Koçsoy, 1991: 21).

52

İran’da imzalanacak olan Sadabad Paktı’nın son hazırlıkları kapsamında Bağdat ziyaret edilecekti. Dışişleri Bakanı Rüştü Aras ve İktisat Bakanı Celal Bayar, Musul- Kerkük üzerinden Bağdat’a ulaşacaklardı. Resmi karşılama töreni Kerkük’te yapılacaktı.

İki Bakan Ankara’dan Irak Büyük Elçisini de yanlarına alarak 18 Haziran 1937’de Toros Ekspresiyle yola çıktılar. Seyahat Kerkük’te büyük bir sevinç meydana getirdi. Türk heyetine karşı gösterilen bu sevgi seli karşısında Iraklı yöneticiler sert tedbirler alma yolunu tercih ettiler. Kerkük’te bulunan tarihi Türk eserler yıktırıldı. Buradaki Türk öğretmenler Irak’ın güneyine sürüldü. Kerkük’teki gecekondulara Türk olmayan unsurlar yerleştirildi. Türkiye ile kültürel faaliyetlerin hepsi yasaklandı. Türkiye’den bakan seviyesinde bürokratların Kerkük’e girmeleri yasaklandı (Çay, 1987: 27; Yakuboğlu, 1976: 20).

Kerkük ve Türkmenlere karşı yürütülen bu kültürel baskılar yeni bir durum değildi. Kültürel baskılar Kral Gazi’nin iktidarı boyunca kendini her zaman hissettirdi. Babası, Kral Faysal döneminde Milletler Cemiyeti nezdinde Irak’ın bağımsız olabilmesi için tanınan azınlık hakları, Gazi döneminde tam anlamıyla uygulanmadı. Bu haklar daha Irak, Milletler Cemiyeti’ne üye olmadan 1931 yılında hükümet tarafından çıkartılan Mahalli Diller Kanunu ile Irak tarafından tanınmıştı. Fakat Kral Gazi ve döneminde başa gelen yöneticiler Arap milliyetçisiydi. Bu nedenle kanunla belirlenip resmi bir belgede statüleri onaylanmasına rağmen, Türkmenler daha sonradan uygulanan Araplaştırma politikalarıyla bu haklarından mahrum bırakıldı. Kâğıt üzerinde kalan bu haklar göstermelik kaldı. Süreç içerisinde Türkçenin sadece Kerkük’te ancak yabancı bir dil olarak okutulmasına izin verildi. Fakat bu hak da 1937 yılında yürürlükten kaldırıldı. Türkçe, Kerkük dâhil Irak’ta tamamen yasaklandı (Zabit, 1960: 154; Şimşir, 2004: 109 -111) .

Bu dönemin sıkıntıları 1941 Şubatında Irak'a gizli bir seyahat yapan Bingöl Mebusu Necmeddin Sahir’in aşağıdaki gözlemlerinden daha iyi anlaşılmaktadır.

“Söylenildiğine göre, Musul, Erbil, Süleymaniye ve Kerkük mıntıkasındaki Türkler, umumiyet itibari ile gayri memnun bir hayat geçirmektedir... Bu mutasarrıflıklara son zamanlarda daha ziyade müfrit Arap taraftarı olanlar mamur edilmektedir... Şehir itibari ile Erbil ve Kerkük'te mütekâsif olarak bulundukları anlaşılan Türklerin memnuniyetsizliklerini en ziyade Türkçe tedrisatın tahdidi teşkil etmektedir... Türklerin toplu olarak yaşadıkları yerlerdeki mekteplerde üç, dört yıl önce daha fazla olduğu halde son zamanlarda haftada bir iki defaya indirilmiştir. Bu hal Türk

53

kardeşlerimizi maruz kaldıkları mücadele bakımından çok müteessir etmiştir. Türkler bu vaziyet karşısında dil birliğini kayıp etmemek için kendi aralarında, mektep köşelerinde ve aile yuvalarında konuşma ve toplanmalarla bilhassa yeni yetişen Türk çocuklarına güzel Türkçemizi öğretmektedir.”(Sahir, 1941: 41).

Bir arşiv belgesinde anlatılan bilgilerden ise Kerkük ve Türkmenlerin Türkiye olan muhabbetlerinden dolayı yönetim tarafından ne derece baskı altına alındığı aşağıdaki ifadelerden daha iyi anlaşılmaktadır.

…Ufak bir misal olarak şu bir iki hadiseyi arz edebilirim: İran veliahdının izdivacı münasebeti ile İran’a giden bir heyet ve yanlarındaki Türk askerleri Kerkük’ten geçmişler. Kerkük hududunda heyeti karşılamak isteyen bir kısım halk, dehşetli tazyike maruz kalmış, bazıları tevkif edilerek hapsolurmuşlardır. İstanbul’da harbiye mektebinde tahsilde bulunan oğluna bu tezahür hakkında mektup yazan Hızır Lutfi namındaki bir zatın bu mektubu ele geçmiş ve Hızır Lutfi Divan-ı Harp kararı ile hapsedilmiştir. Mehmet Habib namındaki fakir bir kitapçı Türk mecmualarını satmasından dolayı hapsedilmiş ve kazancı alt üst olmuştur. Bunu yapanda başlıca Irak Hükümetinin erkan-ı Harbiye reisi olan ve Türk irfan ile yetişmiş bulunan Emin Zeki paşadır.19 (B.C.A, 1941: 8).

Kerkük’te Türk heyetine gösterilen bu ilginin Irak Hükümetinin öteden beri süre gelen yok etme politikalarını daha da şiddetlendirdiğini söyleyebiliriz. Fakat bu politikaların daha da şiddetlenerek devam etmesine neden olan olaylardan birisi de Türkiye’nin bu sıralarda yürüttüğü Hatay davasının Irak Hükümetleri tarafından yanlış algılanmasıdır. Irak Hükümetleri bu meseleyi olduğundan fazla büyüterek Irak Türkmenlerini sindirmede bir bahane olarak kullandı. Bağdatlı politikacılar, Irak Türkmenlerine verilecek her hangi bir tavizin sanki Kuzey Irak’ta da yeni bir Hatay sorununu doğuracağına inandılar. Bu inanç ve yanlış algılayış 1939’lu yıllarda Irak Türkmenleri ve dolayısıyla Kerkük üzerinde de baskıların artmasına sebep oldu. Bu baskılar bir asimilasyon politikasına dönüştü. Bu asimilasyon politikalarının en fazla yoğunlaştığı yer ise Kerkük oldu. Nitekim memur atamalarında tamamen Arap-Kürt kökenli öğretmen, memur, asker, polis ve jandarma uygulamasına geçildi (Şimşir, 2004: 110-112).