• Sonuç bulunamadı

2. TARİHSEL DÜZLEMDE İLETİŞİM VE YÖNETİM 1 Uygar Toplumda İletişim ve Yönetim Biçimler

2.1.4. Baba Kompleksi ve Sfenks Muamması

“İnsanoğlunda, bütün diğer varlıkları insana benzer şekilde düşünmek ve alışık olup, çok yakından bildiği bütün nitelikleri nesnelere atfetmek yönünde evrensel bir eğilim vardır.”77 D. Hume

İnsanlar düşünmeye başladıkları zaman dış dünyayı ‘insan-biçimci’ olarak algılamaktadırlar.

İnsan nereden geldiğini ve kökenini hep merak edegelmiştir. Bu nedenledir ki, çeşitli kültürlerde ve dinlerde insanın kökenine; ontolojik ve epistemolojik varlıklıklarını algılama, anlamlandırma ve yorumlama biçimlerine ilişkin pek çok sayıda mitlere, öykülere rastlanmaktadır. Örneğin eski Çin inanışına göre insan; ölen

76Füsun, Alver, Medya Mercek Altında: ‘Doğu/Batı Karşıtlığı Ekseninde Medyada Düşman

Tasarımları’, der. Nesrin Tan Akbulut-Elif Eda Balkaş, Beta Basım, İstanbul, 2006. s. 17

tanrının “pirelerinden” oluşmuş, böylece ortaya çıkmıştır. Eski Ortadoğu inanışına göre ise, insan soyu , Adem ve Havva’dan gelmiştir.78

Empedokles, göksel mekanizmaların ve yaratıkların Tanrı ile bir bütün ve Kosmos’un, Tanrının organları olduğunu söylemekteydi.79 İnsanoğlu doğayı ve doğaüstü güçleri, tanrı, tanrılar ve melekler gibi hypernaturel varlıkları kendisi gibi kurgulamakta ve fiziksel ve bilişsel açıdan kendi varlığının en genişletilmiş mutlak iyi ve güçlü ülküsel yansınmaları ve uzanımları şeklinde faraziyeler halinde varsaymaktadır.

Bir varoluşsal görü nesnesi olarak yeryüzüne atılan insan, kendi kendini praksisleri içerisinde ve seçimleriyle var ederek, bir rüya yaşam olarak tasarlamıştır. Bu rüya yaşam; bireysel düzlemde rüyaların bilişsel iç dünyada kaynağı durumundaki bilinçdışının istençleridirler. Bu istençler, toplumsal uzlaşılarda yer bulan ülküsel ortak iyi kavramlar ve istençlerin öbeği durumundaki süper ego ve vicdanın temel bileşenleridirler. Bunlar; en yetkin ve etkin bir şekilde gerçekleştirilmek ve uygulanmak üzere devamlı tehir ettirilerek jenerasyondan jenerasyona aktarılırlar. Buna kısaca, “toplumsal ruh” diyebiliriz. İdeal insan projeksiyonu; kültürel tüm edimleri yansıtan bir yapıda devam ettirilerek toplumsal ruh içerisinde sonsuz kılınmıştır.

Nitekim, insanoğlu için varoluşun sürekliliği, devamlılık ve yaşamın bekası temel bir dürtü ve istençtir. Bu bakımdan fiziksel olarak yaşamı ve varoluşu sınırlı olan insanoğlu hiç ölmeyecek olan “baba” durumundaki var edici ve yönetici konumunda soyut bir varlık; bir büyük-insanı, ülküsel-insanı yaratmıştır. Bu ülküsel insana “toplumsal ruh” ya da kısaca “insanlık” diyoruz. Bireylerin tarihsel süreç içerisindeki tüm yapıntı ve edimlerinin ortak-uzlaşılmış yönlerini en ideal formlarını içerisinde barındıran toplumsal ruh, bireylerin ruhlarının en iyi praksislerinin ve edimlerinin taşıyıcısıdır. Bu bakımdan toplumsal ruh ideal soyut tek bir birey durumundadır ve toplum hayatına yeni doğan her bireyin gelişiminin ve bir insan

78 İnsan ve Bilim, http://www.anthropology-works.org/sosyal/alanaras/kayacik/K0102.pdf, s. 1-4,

05.06.2006

79 Walther Kranz, ‘Antik Felsefe, Metinler ve Açıklamalar’, çev. Suad Y. Baydur, Sosyal Yayınlar,

olarak ortaya çıkmasının biricik nedeni ve modelidir. Bu bakımdan toplumsal ruh, bireyleri bir insan olarak var etmekte ve her bireyin yaşamının sonuna kadar edinebileceği tüm yapıtları ve praksislerinde diğer bireylerce kabul edilmiş her yeni ortak uzlaşıları (ki bu uzlaşılar kültürel tarihsel birikimlere yani toplumsal ortak belleğe, toplumsal ruha aykırı olamaz, ‘ancak bu mutlak değildir’) birer gıda olarak almakta ve yapısına katmaktadır. Böylece; toplumsal ruh karşısında, bireyler, onun idamesi, süregenliği, gelişimi ve başkalaşımı bakımından birer üreteç ve jeneratör durumundadırlar. Gelen her jenerasyon toplumsal ruhun ileri atılımında ve olgunlaşmasında üretici bir jeneratör gibidir. Bireyler ve belleklerde yaşayan toplumsal ruh karşılıklı etkileşim içerisinde birbirlerinin nedenleri ve sonuçları ve aynı zamanda yaratıcıları durumundadır.

İlk yaşam yıllarında edinilen izlenimler ve yaşantılar, bireyin gelişiminde silinmez izler bırakmaktadır. Çocuk psişik aygıtının -en dominant ve temel bileşeni durumundaki- id’in kontrolü altındadır. Henüz ego, süper ego ve vicdanı tam olarak gelişmediğinden dolayı; çocukluk çağı boyunca cinsel uyarımlar (etki -doğal-) ve bu uyarımlara tepki (kontrolsüz) söz konusudur. Ancak, bu fenomen daha sonra toplumsal birikimlerin ve öngörülerin, değerlerin aktarılması yani kısacası toplumsal ruhun bireyi, kendine benzer bir biçimde üretmesi sonucu bastırılmakta ve kontrol altına alınmaktadır.

Çocukta varlığını anlamdırma sorusu ilk sorulardan biridir. Nerden geldiğini merak eder. Ayrıca daha sonra varlığının biricik ve mutlak nedenlerinin anne ve babası olduğunu sezecek ve anlayacaktır. Çocuk ebeveynlerini bu nedenle tanrı gibi algılamaktadır çünkü çocuk ne yapar ve ne düşünürse bunun annesi ve babası tasrafından kendisi belli etmese ve söylemese bile bilindiği sanrısına kapılmaktan kendini alı koyamamaktadır. Gelişim sırasında fallik dönemde yoğunluklu olarak baba kompleksi baş gösterir. Gerek erkek ve gerekse kız çocuklar babaları ile annelerini paylaşmak istemez ve ona kin ve husumet bağlarlar. Aynı şekilde ilkel insanlarda da güçlü baba zayıf oğullar tarafından öldürülür sonra mal ve kadın paylaşımı olur bu devirde henüz ensest korkusu gelişmemiştir. Ensest korkusu

olmadığından dolayıdır ki, baba bir rakip olarak görülmektedir.80 Ensest korkusu geliştiğinde ise kendi kız kardeşine annesine vs. sahip olamayacağından baba ile rakip olma durumu da kısmen ortadan kalkacaktır. Yönetme zayıflar üzerinedir. Yönetmek için de önce sahip olunması gereklidir. Animist dönem ve öncesindeki “büyü” döneminde bireyler kendilerini tabiatla bir bütün olarak algılamaktaydılar. Şeylerin iletişim halinde olduğuna ve özdeş olduğuna inanmaktaydılar. Tıpkı ana rahmindeki ya da yeni doğmuş 0-12 aylık bebekler gibiydiler çünkü bu bebekler henüz kendilerini annelerinden ayırmamışlardır ve kendilerini annenin bir parçası olarak duyumsarlar. Büyü dönemindeki insanlar da aynı durumda idiler. Doğa onlar için özdeş ve parçası oldukları rahim durumundaydı.

Mistik düşünüşün, ruhun, kötü ruhların ve şeytan düşüncesi ilk kez ateşin bulunuşu ondan önce de yıldırım ve şimşek gibi doğa olayları ve ölüm olgusu ile başlamış olmalıdır. Çakmak taşının birbirine vurulması sonucu çıkan kıvılcım ya da şimşeğin çakması durumu töz, öz, görünmeyen gerçeklik ve ruh düşünüşlerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Şöyle ki; birbirine vurulan çakmak taşının çıkardığı kıvılcım nereden gelmektedir? Bu sfenks muammasına benzer bir sorudur. Nerden geldi soruları; üst kavramların, apriori kavramların, metafiziğin; ruhun, tanrı düşünüşünün ortaya çıkmasına yol açmıştır.

İlkel insana göre kıvılcım taşın içindeki görünmez güçten, tözden, ruhtan, gizli enerjiden vs. gelmektedir. Şimşek ve yıldırım ise birbirine çarpan hava, bulutlar ve rüzgardan çıkmaktadır. O halde rüzgar, hava ve bulutların içinde gizli bir güç ruh vardır. İşte böylece insanlık serüveni büyük yormalarına temel olarak böylece başlamıştır. Daha sonra bunun üzerinden çeşitli neden sonuç ilişkileri geliştirilir kavramlar türetilir, kurallar konulur, tabular geliştirilir, totemler, ilahlar tanrılar edinilir sosyal yaşantı, avlanma, üreme, yemek yeme vs. birçok toplumsal ve bireysel davranışlar soyut inanışlar ve yormalar üzerinden şekillendirilir, anlamlandırılır ve düzenlenir.