• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM

2.5. Kimliğin Toplumsal Olma Özelliği

Birey toplum içindeki diğer bireyler ile ilişki içerisinde kimliği oluşturmakta ve kendini diğer bireylere bu araçla tanıtmaktadır. O halde; toplum birey için vazgeçilmez bir alandır. Bu alan içerisinde yaşayan her birey belirli ihtiyaçlarını karşılama noktasında bu büyük ve karmaşık gruba dâhil olmaktadır. Kimlik ise bu noktada bireyin toplum düzeninde davranış modellerini belirler (Aydın, 1998: 12). Çünkü bireyin kendini tanımlaması ve toplumsal olarak tanınmak istemesi bireysel bir ihtiyaç olarak oluşmakta ve gelişmektedir. Bu bağlamda da “Kimliğin toplumsal yönü, onun olmazsa olmaz boyutu” olarak kabul edilebilmektedir (Aydın, 1998: 14). Yani küçük ya da

büyük bir toplum içerisinde bulunamayan bireyin, kimliğinden bahsetmenin de bir anlamı bulunmamaktadır. “Toplum, ortak bir kültürü paylaşan, hayatta kalmak için birbirine bağlı, belirli bir bölgede yaşayan bireyler grubu olarak” tanımlanmaktadır (Haviland, 2002: 65).

Toplum içerisinde yaşayan birey, fiziksel güvenliğinin yanı sıra sosyolojik güvenliğini de sağlamak amacıyla yaşadığı toplumun davranış modellerini ve değerlerini içselleştirmektedir. Bu tespitten hareketle, en temelde kimlik edinme ihtiyacının aslında bireyin zayıflığından kaynaklandığı da ileri sürülebilmektedir. Zira nerede ve nasıl yasadığına bakılmaksızın, birey doğası denilen ve anlaşılması oldukça zor olan bu kavram irdelendiğinde, tüm bireylerin diğer bireylerle topluluk içinde yaşamak istediği görülmektedir. Varlığın bir tanımı olan ‘kimlik’ de mutlaka bu toplumsal çevrede oluşmakta ve gelişmektedir. Yani sosyal düzenin, toplum içerisinde, az ya da çok fakat sürekli olarak içselleştirilmesi, toplumsal boyutta kimliğin inşasıyla sonuçlanmaktadır. Bu nedenle de ıssız bir adada yalnız başına yaşayan bir bireyin ortaya bir kimlik koyması, hatta kendine Ahmet, Mehmet gibi isimler takması mümkün görünmemektedir. Çünkü “Birey diğer canlılar gibi, salt genetik donanımına dayanarak doğada var olamaz; bu nedenle genetiğin dışında bir var olma stratejisi” geliştirmesi gerekmektedir (Aydın, 1998: 14 – 15). “Kimliğin toplumsal olması ve bir tanım oluşturması, bizi kimlik kavramının iki temel ayağı olduğu sonucuna” götürmektedir. Bu temel iki ayak birçok araştırmacı tarafından da ait olan (tanımlanan) ve ait olunan (tanımlayan) olarak kabul edilmektedir. Benzer bir şekilde Yurdusev de, kimliğin iki unsurdan ibaret olduğunu belirterek, kimliğini inşa edeni ‘tanımlanan’, ona kimliği kazandıranı da ‘tanımlayan’ olarak açıklamaktadır (Yurdusev, 1997: 19).

Kimliğin toplumsal bir unsur olmasından hareketle, kimliğini muhakkak toplum içerisinde oluşturmak zorunda olan birey, kimlik edinene örnek olarak gösterilebilmektedir. Dolayısıyla toplumda bu durumda kimlik vereni oluşturmaktadır. Böylece kimlik edinen (birey) ve kimlik verenin (toplum) bileşimi aynı zamanda ‘toplumsal kimlik’ i de meydana getirmektedir. Kimlik edinen tek bir birey olabileceği gibi bir birey grubu da olabilmektedir. Eğer kimlik edinme süreci içinde sadece tek bir birey yer alıyorsa, bu bireye kimliği, doğup büyüdüğü ya da yaşamayı seçtiği topluluk içerisindeki aile, arkadaş, iş çevresi gibi toplumsal birimler tarafından kazandırılmaktadır ve bu grupların tümü ‘tanımlayan’, yani ‘kimlik veren’ olarak kabul edilmektedir. Buradan da kimliğin toplumsal bir faktör olduğu bir kez daha

anlaşılmaktadır. Bu noktada kimlikle ilgili bir başka problem, yabancılaşma, ortaya çıkmaktadır. Yabancılaşma esasen bir sonuçtur. Birey sosyal, kültürel, ekonomik nedenlerden dolayı kendi varlığını uygun, dengeli ve sağlam bir zemine oturtamamaktadır. Hızlı sosyal değişme yabancılaşmayı sağlayan bir başka nedendir. Bu bakımdan kaçınılmaz olarak her toplumda görülebilmektedir. Ancak, gelişmekte olan toplumlarda yabancılaşmanın yanı sıra, kendisinin üretmediği doğal olmayan değerlerle donatılan bireyin kendi varlığına zıt düşmesi olayını ifade eden yabancılaştırma süreçleri de kontrol edilmektedir (Ericson, 1963: 14).

Her bireyin kendine ait idealleri ve projeleri vardır. Referans grupları bunların gelişimi ve ulaşılması bakımından etkin bir rol oynayıcıdır. En yalın biçimde belirtmek gerekirse, referans grupları birey açısından “önemli ötekiler” dir. Ancak, bu önemli ötekiler homojen bir topluluk değildir. Bazıları bireyin doğrudan temasta olduğu, ödüllendirme ve cezalandırma yoluyla bireye belli davranış kalıplarını ve normlarını benimseten “normatif referans grupları” dır. Bazıları ise, bireyle hiç bir ilgisi ve tanışıklığı bulunmadığı halde, bireyin kitle iletişim araçları ve benzeri imkânlar sayesinde kendilerini tanıyarak ölçü aldığı “karşılaştırmalı referans grupları” dır. Bireyin kimlik edinme ve onu yeniden üretme sürecinde böyle ikili bir gelişim çizgisi izlemesi aslında birey benliğinin yapısından kaynaklanır. Bilindiği gibi George Herbert Mead birey benliğini “ben” ve “beni/bana” olmak üzere iki alt bölüme ayırmıştır. Bunlardan “ben” , Freud’un “ego” kavramıyla büyük paralellik gösterir ve benliğin iç kısmını oluşturur. “Beni/bana” ise, Freud’un “süper ego” kavramına tekabül eder ve benliğin dış yüzünü oluşturur. Toplum “beni/bana” aracılığıyla bireyi kuşatır ve etkiler. “Ben” ise, bu kuşatmayı ve etkilemeyi değerlendirerek onlara karşı bireyin geliştireceği tutum ve davranışları belirler. “Ben” güçlendikçe birey verili kimlikleri sorgulamaya ve hatta onları değiştirmeye, ya da ara sıra da olsa, toptan reddetmeye yönelebilir (Bauman,1998, 40 - 46).

Kimliğe yönelik bazı yaklaşımlar ile kimliğin toplum içerisindeki yeri ve bireyin mesleki olarak toplum içerisindeki statüsü daha iyi anlaşılacaktır:

Sembolik etkileşimci teoriye göre, hepimizin toplum içinde bir benlik imajı, bir kimliği “Gerçekten kim olduğumuzla ilgili” fikirlerimiz vardır. Hepimiz başkalarından ayrı olarak yaşarız ve zamanla sabit kalan ilk hatıralarımızdan bir şeyler içeren tutarlı ve bireysel bir bütünlüğün farkındayızdır. Etkileşimci teoride, başkalarına atıfta bulunmaksızın var olan yalnızca bir benlik var olamaz. Etkileşimci sosyologlar için

benlik, sadece birçok benlikler bağlamında anlamlı olan bir kavramdır (Gündüz&Mutluer, 2000: 79).

Referans grup teorisine göre birey sadece biyolojik bir aktivite olmayıp aynı zamanda sosyal varlığının da bir faaliyeti olduğu ortaya çıkmaktadır. Bireyin varlığı dayanak noktaları olarak bir takım sosyal temellere oturtulmaktadır (www.umutdolu.com, 14.12.2008: 3).

Gösterilen benlik teorisine göre benliğin tipik olarak iki yönü vardır: Bunlardan ilki “Rol benliği”dir. Tepkileri ve durumu kontrol etmek amacıyla son derece dikkatli bir şekilde teşkil edilir. Her sosyal durum için başka bir rol-benlik meydana getirilebilir. Mesela boş vakitlerinde para kazanmak için çalışan bir üniversite öğrencisi bu işte belli bir benlik takınmaktadır. Bunun yanı sıra bireyde, toplumun beklentisi doğrultusunda ayrıca bir “gerçek benlik” de mevcuttur (www.umutdolu.com, 14.12.2008: 3).

Birikim teorisinde ise birey sosyal hayatta seçkin bir yer edinebilmek için kendini toplum içinde etkili olacak güçle kültürel değerlerle donatmak zorundadır. Bir birey ne kadar çok kimliğe sahip olursa o kadar çok kendini toplum içinde anlamlı ve bilinçli hale getirecektir. Kimlik sayısı arttıkça bireyin varlığı daha büyük emniyet kazanmaktadır. Varlığın bir bütün ve ilişkiler sistemi içerisinde yerli yerince iştirak etmesi ile elde edilen anlamlı bir bilgidir. Kısaca toplum, kişilik ve kimlik şeklindeki üç unsur aslında hiyerarşik olarak birbirinden türemektedir (www.umutdolu.com, 14.12.2008: 3).

Bireyin toplum içinde farklı kimliklere sahip olması ve kendi içerisinde farklı kimlikleri yaşaması mesleki kimliğine yansımaktadır. Çünkü her mesleğin toplum içinde belli sorumlulukları bulunmaktadır. Toplumsal hayatta gerekli birtakım işlevleri olan mesleği, bireyin kimlik özelliklerine göre değerlendirmek gereklidir.