• Sonuç bulunamadı

1. BÖLÜM: FĐNANSAL LĐBERALĐZASYON VE FĐNANSAL GELĐŞME: TEORĐK

1.1. FĐNANSAL LĐBERALĐZASYON

1.1.1. Keynesyen ve Neo-Klasik Faiz Politikaları

Keynesyen ve Neo-klasik yaklaşımlar, yatırım ve sermaye birikimini ekonomik büyümenin temel değişkeni olarak kabul etmekte ve yatırım artışını sağlayıcı politikalar önermektedirler. Öte yandan yatırımlar sonucu gelir arttıkça tasarruf oranının da yükseleceği düşünülmektedir. Bu bağlamda düşük faiz ve/veya enflasyon oranları, fiziki

5 Banka Otonomisi, banka yöneticileri ve diğer çalışanların nasıl atanacakları ve onlara ne kadar ödeme yapılacağı; nerede şube açıplıp kapatılacağı ve bankaların hangi tür işlerle uğraşacağı gibi konuları belirlemede, bankaların kendi prosedürlerini kullanmaları anlamına gelmektedir (Williamson ve Mahar, 2002: 16).

sermaye birikimini özendirmekte ve parasal birikimi caydırmakta bir gereklilik olarak belirmektedir (Büyükdeniz, 1991: 22).

Keynes’in likidite tercihi teoremine göre hanehalkları, işlem, ihtiyat ve spekülasyon güdüleri için üç nedenden dolayı para talep ederler. Bireyler günlük ihtiyaçları için işlem; öngörülemeyen olağanüstü giderleri için ihtiyat; faiz hadlerindeki değişikliklerden yararlanmak içinse spekülasyon güdüsüyle ellerinde para tutarlar. Spekülatif para talebi, para veya bono tutmak arasında seçim yapma kararından kaynaklanmaktadır. Başka bir ifadeyle, spekülasyon güdüsüyle para talep etmek bireylerin refahları hakkında alacağı karara göre değişmektedir. Bononun getirisi piyasa faiz oranıdır. Bono bedeli ile faiz hadleri arasında ters bir ilişki bulunmaktadır. Faizler düşük iken bireyler daha çok spekülatif para tutma eğilimindedirler.

Keynesin modelinde bireylerin zamanın belli bir noktasında normal olarak algıladıkları faiz oranları vardır. Piyasa faizi, sürekli olarak bu normal kabul edilen düzey civarında iniş ve çıkışlar sergiler. Faiz oranları bu normal seviyenin altına düştüğü zaman bütün bireyler aynı şekilde faiz oranlarının gelecekte yükseleceği beklentisi içerisinde olacaklardır. Bu nedenle böyle bir beklentiyle, bireyler bono aldıklarında sermaye kaybına uğrayacaklarını düşündüklerinden bono almaktan kaçınacaklardır. Modelde bononun tek alternatifi para olduğu için kişiler tüm varlıklarını para olarak tutmayı tercih edeceklerdir. Diğer taraftan, yüksek faiz oranları faizlerin düşeceği ve bononun fiyatının yükseleceği beklentisi yaratacak ve bono alımlarını teşvik edecektir (Paya, 1998: 78-79). Yani, yüksek faizler bono alımını uyarıyorken düşük faizler bono alımını caydırmaktadır.

Keynes’e göre piyasa faizlerinin düşebileceği bir en alt nokta vardır. Çünkü kişilerin bono almak için kabul edebilecekleri bir alt düzey sözkonusudur. Bu düzeyin altında kimse bono almaya yönelmeyecektir. Faiz oranı böyle bir düzeyde iken para politikaları, faiz haddi ve ekonominin genel gidişatı üzerinde etkisizdir. Bu durumda, insanlar refahlarında bir azalma olmaması için paralarını yatırımlarda bulunmak yerine, para olarak tutacaklardır. Bunun sonucunda da tam istihdam planlı tasarrufları planlı yatırımlardan fazla olacaktır. Faizleri daha da düşürerek tasarruf-yatırım dengesini sağlamak mümkün olmadığından bu denge, gelirin/tasarrufun düşmesi (azalması) ile sağlanacaktır.6 Keynes, tam istihdamda bulunan bir ekonomide bu dengenin gelir/tasarruf azalışı ile değil, faiz oranlarının devlet tarafından kontrol edilmesi

(sınırlandırılması) ile sağlanmasını önermektedir. Bu durumda, tasarruf-yatırım dengesine düşük faiz hadlerinde, yatırımlar uyarılarak ulaşılacak ve tam istihdam gelir düzeyi sağlanacaktır (Fry, 1988: 9-12). Likidite tuzağı (liquidity trap) olarak bilinen bu fenomen, denge gelir seviyesinin oluşumunda çok önemli rol oynamaktadır.

Keynes’in reel para talebi (M/P)D şu şekilde ifade edilebilir (Ang, 2008a: 11):

(

M /P

)

D =α +β/(i~i), α >0, β >0 (1.1)

Burada, α ve β parametreleri, i piyasa faiz oranını; i~, likidite tuzağı faiz oranını

göstermektedir ve i > i~’dir. Burada, piyasa faiz oranı i, reel para talebi ile ters yönlü ilişkilidir.

Bu basit Keynesyen modelde planlanan yatırım sadece reel faiz oranı tarafından belirlenmektedir. Reel faiz oranları yükseldiği zaman planlanan yatırımlar likidite tuzağının varlığında tam istihdam seviyesinde planlanan tasarruflardan daha düşük olacaktır ve istenmeyen stoklarla sonuçlanacaktır. Toplam üretim, dengeyi sağlamak için düşmek zorundadır. Bu yüzden, Keynesyen çerçeve yüksek faiz oranlarının büyüme için öncü olmayacağını ima etmektedir.

Tobin (1965)’e göre, bireyler tasarruflarını, para ve verimli sermaye malları arasında değerlendirmektedirler. Paranın getirisi (faiz), sermaye mallarının getirisinden az olduğu müddetce, bireylerin portföylerinde verimli sermaye mallarına olan yatırımları daha fazla olacaktır. Paranın getirisinin düşük olması, yüksek sermaye/işgücüne sahip yatırımların hızlanmasına sebep olarak sosyal refahı arttıracaktır. Bu refah artışı, ya mevduat faizleri düşürülerek, ya para vergilenerek ya da enflasyon oranının arttırılması ve para stokundaki büyüme oranının hızlandırılmasıyla oluşturulabilir (Emek, 2000: 60-61).

Diğer taraftan, Klasik ve Neo-klasik okul, büyümenin önündeki temel engelin tasarruf yetersizliği olduğunu kabul etmektedir. Analiz, tasarruflardaki bir artışın tüketimdeki bir düşme karşılığında başarılabileceğini vurgulamaktadır. Bütün fiyatlar ve ücretler, tam anlamıyla esnek arz ve talebe tepki verirler ve dolayısıyla denge faiz oranı ödünç verilebilir fonların arz ve talebinin (Ödünç Verilebilir Fonlar Teorisi) etkileşimi tarafından belirlenir. Đnsanlar eğer, zamanlar arası faydalarını maksimize etmek istiyorlarsa, yüksek faiz oranlarında, düşük faiz oranlarındakinden daha fazla tasarruf ederler (Paya, 1998: 117). Kısacası Neo-klasik teori, tasarrufların yatırımlara yol

açacağını ileri sürmekte ve yüksek faiz oranlarının yatırımlar için arzu edilebilir olduğunu vurgulamaktadır.

Chandler’e (1962) göre, gelişmekte olan ülkelerde faiz oranlarının çok düşük olmasının sonucu olarak, tasarruflar olumsuz etkilenirken, bu durum sermayenin boşa harcanmasını da teşvik etmektedir. Buradan hareketle, yatırımlar için asıl kısıtı, yatırım yapma isteksizliği değilde, tasarruf eksikliği oluşturmaktadır. Yatırımlar ise kredi yaratımı ile finanse edildiği zaman tasarruflardan fazla olabilir (Kar, 2001a).

Neo-klasik model, sermaye piyasalarının maliyetsiz ve mükemmel olarak işlediğini varsaymaktadır. Her ne kadar para, işlem amacını tatmin eden bir role sahipse de sermaye birikimi sürecinde doğrudan bir rol oynamaz. Bu nedenle nakit ve mevduat arasında ayrım yapmak önemli değildir. Çünkü para, fiat para olarak kabul edilir.

Neo-Klasik modelin para talebine ilişkin ana düşüncesi şu şekilde özetlenebilir (Ang, 2008a: 12):

( ) (

CAPITAL MONEY

)

D R R Y f P M / = , , ; fY >0, fRCAPITAL >0, fRMONEY >0 (1.2)

Burada (M /P)D, reel para talebini; Y, reel geliri; RCAPITAL, sermayenin reel getiri

oranını ve RMONEY, paranın reel getirisini göstermektedir. Y, para talebinin işlem güdüsü

nedeniyle D P M/ )

( ile pozitif olarak ilişkilidir. Bu modeldeki temel varsayım para ve

sermayenin birbirlerine ikame (substitude) edilebilmeleridir. Nitekim, paranın reel getirisindeki (RMONEY) artış, fiziki sermayeye olan talebi azaltacaktır. Diğer bir ifadeyle,

çok fazla nakit tutumu, sermaye birikimini engelleyecektir. Bu, sermayenin reel getiri

oranının (RCAPITAL) reel para talebi (M /P)D ile negatif; paranın reel getirisinin

(RMONEY) ise, reel para talebi (M /P)D ile pozitif ilişkili olduğunu ima etmektedir.

1.1.2. Kapalı Ekonomide Finansal Liberalizasyon