• Sonuç bulunamadı

Ekonomik gelişme modelleri ya da gelişmenin ekonomik perspektif içinde değerlendirilmesi kolonileşme süreçlerine kadar dayanmaktadır. Gelişen orta sınıf kaynaklı ticari ilişkiler ile birlikte feodal temelli ekonomik ilişkilerin yerine kar amacı güden serbest piyasa ekonomisinin başlamasıyla oluşan yeni düzen, başta siyasi ve sosyal yapılar olmak üzere tüm toplumları dönüştürmeye başlamıştır. Üretim ilişkilerinin sermaye oluşturmaya yönelik örgütlenme biçimlerine yönelişi ile oluşan ekonomik dönüşüm, başta toplumsal düzen olmak üzere siyasi sistemleri yönlendirebilecek bir gelişim sahası oluşturmuştur (Ercan, 2001, s. 63-64). Özellikle ikinci dünya savaşı sonrasında, ilerleme ve gelişme kavramlarının gölgesinde şekillenmiş uluslar arası sömürgecilik hareketleri yerini kalkınmanın ekonomik boyutuna bırakmıştır (Kothari R. , 1989, s. 143). Öncesinde sömürge ülkeleri olarak tanımlanırken 20.yy itibari ile üçüncü dünya ülkeleri olarak adlandırılmaya başlayan ülkelerin, gelişmiş ülkelerin belirlediği sınırlar içerisinde kapitalist sisteme ait konumlarını devam ettirdikleri sürece uygulayabileceği gelişme modelleri oluşturulmuştur (Başkaya, 2000, s. 29). Bu şekilde 17.yy’dan itibaren evrimci pozitivist modernleşme yaklaşımının, toplumun bir bütün olarak dönüşümünün gerekliliği algısından aynı evrimci yaklaşım paradigması altında iktisadi kalkınmanın toplumsal dönüşüm ve modernleşme sürecinin temel dinamiğini oluşturacağı ve bu şekilde diğer yapıları dönüştürebileceği yaklaşımı benimsenmiştir.

Modernleşme sürecini hem tarihsel süreç içerisinde toplumun kendi iç dinamiklerindeki değişime göre hem de ilişkili olduğu ülkelere göre değerlendiren Levy, çalışmalarını ekonomik ilişkiler üzerinden oluşturmuştur. Toplum içerisinde modernleşmenin nasıl oluştuğu, modernleşmenin ülkelere göre “göreceli” olarak nasıl değiştiğinin sebeplerini inceleyerek modernleşme seviyesini teknoloji kullanımı üzerinden açıklamaktadır (Cirhinlioğlu, 1999, s. 52). Modern olmayan toplumlarda güç genellikle insan ve hayvan kaynağı yardımıyla sağlanır ve tüm toplumsal ihtiyaçlar, üretim ilişkileri bu kaynaklar üzerinden gerçekleştirilir. Ancak toplum modernleştikçe doğal kaynaklar kullanılmaya başlanarak makineleşme ile daha fazla güç elde edilir. Bu yüzdende modernleşmeyi aynı süreç içerisindeki farklı uçlardaki bir çeşit teknolojik derecelendirme olarak görmektedir (So, 1990, s. 24). Modernleşme sürecinin nasıl gerçekleştiğinin açıklamasını ise Spencer’in karşılıklı etki ile açıkladığı değişimi, mevcut olan yapının diğer yapıları etkilemesi ile açıklamaktadır. Farklı uçlarda iki toplum arasında etkileşimden kaynaklı bilgi ve güç aktarımı bir kere sağlandığı zaman diğer alanlara yayılma kaçınılmaz olacaktır. Etkileşimlerden kaynaklanan tetiklenmenin olabilmesi için göreceli modern toplumlar ile göreceli modern olmayan toplumlar arasındaki farklıların incelenmesi gerekmektedir. Levy bu aşamada modern toplumlarla modern olmayan toplumun farklı özelliklerini incelemektedir (Coşkun, 1989, s. 299). Toplum içinde yapılar ve bireyler arasındaki ilişki türlerinin modern olmayan toplumlarda geleneksel ve bireyüstü olurken, modern toplumlarda rasyonel ve bireysel işlevsellik temelinde olduğu, bu şekilde örgütlenme ve farklılaşma neticesinde merkezileşmenin modern olmayan toplumlarda sınırlı ve düşük seviyede iken modern toplumlarda yüksek olduğunu belirtmektedir (Cirhinlioğlu, 1999, s. 53-54). Ekonomik ilişkilerde araçların artması ve bürokrasinin etkinliğinin modern toplumlarda daha önemli bir hal alması ile birlikte kır-kent farklılığı ve karşılıklı bağımlılıkların modern toplumlarda daha çeşitli olduğunu vurgulamaktadır (So, 1990, s. 24-25). Levy’ye göre modernleşmenin kaçınılmaz bir süreç olmasının yanında olumsuz etkileri ve toplum içerisinde dirençlerden de bahsederek Parsons’tan farklı bir bakış açısı içermektedir.

Levy’nin yaklaşımlarıyla benzerlik gösteren Smelser ekonomik ve teknolojik kalkınmanın toplumsal yapı üzerindeki etkilerini incelemektedir. Öncelikli olarak modernleşme için dört ana süreç üzerinde durmaktadır (So, 1990, s. 27). Basit teknolojiden karmaşık düzene, geçimlik tarım ilişkilerinden endüstriyel tarıma, insan ve hayvan gücünden endüstriyel güce ve son olarak merkezi şehirleşmeye. Bu dönüşümler düzgün ve her ülke için aynı olmayabilir. Gelişim süreçleri ülkenin içyapısına göre ve dışsal etkilere göre şekillenebilir. Bu değişim sürecinde önce yapısal değişiklikler oluşur. Geleneksel merkezi yapı içerisinde mekanizmalar farklılaşma ve uzmanlaşmanın etkisinde parçalanmaya başlar ve alt işlevsel mekanizmalar oluşmaya başlar (Cirhinlioğlu, 1999, s. 57-58). Yeni oluşan bu mekanizmalar uzmanlıklarını göre varlıklarını sürdürürler ve her ne kadar geleneksel yapı içerisinde aynı konu başlıklarını karşılıyor olsada modern yapı içerisinde daha etkili ve sürdürülebilir olmaktadır. Yeni oluşturulan yapıların davranış normları alışılmış davranış kalıplarından farklı olduğu zaman sosyal düzensizlikler oluşabilir. Sosyal düzen ve uyumun sağlanması için yeni kurumsal yapılar oluşturulur ve bu yapıların, ekonomik temelli toplumsal değişimin getirdiği düzensizliği önlemede etkili olabileceğini vurgulamaktadır (So, 1990, s. 27-28).

Üçüncü dünya ülkeleri olarak adlandırdığı gelişmemiş ülkeler ile gelişmiş ülkeler arasında farklılıkları inceleyerek evrimci lineer bir yaklaşım geliştiren Rostow ise, gelişmiş ülkelerin geçtiği aşamaları referans alarak gelişmemiş ülkelerin modernizasyonunun hangi aşamalarla olması gerektiğini, öncelikli olarak ekonomik aşamalarla sonrasında sosyal değerler ve davranış kalıplarındaki değişim üzerinden, açıklamaktadır (Rostow, 1956, s. 25-48). Geleneksel toplumların özellikleri ile başladığı gelişme evrelerini kitlesel tüketim evresiyle son verir. Bu evreler beş aşamalıdır (Rostow, 1971, s. 21-22). İlk iki aşama fiziksel ve ekonomik kalkınma ile ilişkili iken asıl kalkınmanın üçüncü aşama olan “kalkış” (take-off) seviyesinde ekonomik kalkınma ile birlikte toplumun sosyo-kültürel kalkınmasının da sağlanmış olacağını belirtmektedir. Bu beş evrenin ilki geleneksel toplumdur. Üretim ilişkileri ve üretim araçlarının sınırlı ve ilkel olmasından olayı verimlilik düşüktür. Aile ve akrabalık değerleri ön plandadır. Toplumsal hareketlilik sınırlı ve gelenekseldir. Neredeyse tüm üçüncü dünya ülkelerinde benzer özelliklere sahiptir (Başkaya, 2000,

s. 66). İkinci aşamada “kalkış için gerekli önkoşullar” bulunmaktadır (So, 1990, s. 30). Bu aşama genellikle ekonomik ve toplumsal açıdan dışsal etkilerin artması ile toplum içinde hareketlenmelerin oluşmaya başladığını belirtmektedir. Yeni ekonomik adımların atılmasıyla oluşan ilişki sistemleri kendi faaliyet alanlarını ve davranış örüntülerini oluşturur. Teknolojik imkânlar ve altyapı yatırımlarında artış görülür. Gerek ekonomik gerekse teknolojik imkânların artması ile yaşam koşullarında gelişme sağlanır. Özellikle ölüm oranlarının azalması ve yaşam koşullarında sağlanan gelişme ile nüfus artışı görülür. Her ne kadar sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel etkileşim sağlanmış olsada toplum kendi imkânlarıyla sürdürülebilir gelişme göstermede yetersiz kalmaktadır (So, 1990, s. 30). Çünkü üretilen mallar sınırlıdır ve artan nüfusu karşılamada ancak yeterli olabilmektedir. Kalkış için gerekli ön koşullar sağlandıktan sonra kalkış evresine geçilir (Cirhinlioğlu, 1999, s. 71). Bu evrede toplumsal yapılarda radikal değişiklikler olur. Örgütlenme ve işlevsel gelişmeler eşliğinde ekonomik faaliyetler içsel ve dışsal etkinlik kazanır. Yatırımlar ve üretim arttırılarak toplum kendi kendine yetmeye başlar. Endüstriyel alt yapı oluşturulmaya başlanır. Ekonomik ilişkiler çevresinde mekânsal dönüşümler yaşanır. Bu dönüşümler bir kere yaşandıktan sonra herhangi bir siyasi ekonomik ve sosyal engel oluşmadığı takdirde süreç otomatik bir sonraki evre olan olgunlaşma eğilimine geçiş yapar (Canatan, 1995, s. 19). İletişim araçlarının gelişmesi, alt yapıların güçlenmesi ve teknolojinin etkin kullanılması toplumun gerek kendi içinde gerekse uluslar arası alanda etkinliğini arttırır. Son aşama olarak kitlelerin yüksek düzeyde tüketim çağı gelmektedir (Cirhinlioğlu, 1999, s. 72). Ekonomik gelişme ve şehirleşmenin getirdiği yüksek yaşam standartları ve refah seviyesi başta hizmet sektörü olmak üzere tüketim arzına yönelik yeni alanlar oluşturur. Bu aşamaları evrimci yaklaşım içerisinde gelenekselliğin yıkılması ile açıklayan Rostow, üçüncü dünya ülkelerinin yetersiz kaynaklar yüzünden herhangi bir aşama sağlamaması durumunda dış yardımlar ile tetiklemenin sağlanabileceğini belirtmektedir (Canatan, 1995, s. 71).

Kalkınmanın ekonomik boyutunun içerdiği genel özelliklere bakıldığında ülkelerin iki farklı sınıflandırma içinde yer aldığı görülmektedir (Ercan, 2001, s. 94- 95). Gelişmiş ve azgelişmişlik kutupları arasında, az gelişmiş ülkelerin kendi iç

dinamikleri ile gelişmekten yoksun oldukları için gelişmiş ülkelerin yönlendirmesine ihtiyaç duyduğudur. (Canatan, 1995, s. 14-15). Evrimci yaklaşım içerisinde tek tipleştirilen ve tek kaynaktan yönlendirilen gelişme yaklaşımlarının ekonomik sınırlar içerisinde tutulması oluşturulmaya çalışılan ideal gelişme tipinin başarısız olmasına yol açmıştır. Az gelişmiş ülkelerin kendi kültürel ve tarihsel değerlerinin göz ardı edilerek ülkeler arasındaki farklılıkların modernleşme sürecinde de farklılık göstereceği görüşünün göz ardı edilmesi “…gerçekte var olan eşitsiz ve hiyerarşik ilişkilerin dil ve kavram düzeyinde yeniden üretilmesine ve dahası var olan ilişkilerin meşrulaşmasına yol açmıştır” (Ercan, 2001, s. 95). Sonuç olarak sosyo kültürel ve ekonomik paradigmaların modernleşme ve kalkınma süreçlerinde istenilen kalkınmayı hedefleyememesi ve başarısızlıklara yol açması kalkınmanın çatışmacı boyutunu gündeme getirmiştir.