• Sonuç bulunamadı

Modernleşme teorilerin gelişmiş ülkelerin geçirdiği evrelere göre tanımlanması ve az gelişmiş ülkelerin de aynı evrelerden geçeceği bakış açısı 1960’lara gelindiğinde tartışma konusu haline gelmiştir (Ercan, 2001, s. 125). Modernleşme okulunun, gelişmeyi sadece ekonomik bağlamda kalmayıp sosyo- kültürel alanlarda da gerçekleştiğini içsel evrelerle açıklamasının aksine bağımlılık okulu dış etkenlerin asıl belirleyici faktörler olduğunu ve asıl sürecin ekonomi içinde belirlendiğini iddia etmektedir (Willis, 2005, s. 72). Çoğunlukla Marksist eğilimli düşünce sisteminden gelen eleştirilerin temel odak noktası üçüncü dünya ülkeleri ile gelişmiş ülkeler arasındaki başta ekonomik olmak üzere politik ilişkiler olmaktadır. Özellikle bağımlılık okulu olmak üzere birçok yaklaşımın çıkış noktasında referans verilen konular Marx’ın düşünceleri olduğu için ilk olarak bu alana yönelik düşüncelerinin incelenmesi gerekmektedir. Marx, 19.yy sanayileşmiş Avrupa’sında üretim araçları ve mülkiyet ilişkilerinin toplumsal düzeni nasıl şekillendirdiği üzerinde çalışmalar yapmıştır. Lineer aşamalara sahip gelişme modelinde, endüstriyel gelişme sağlamış ülkelerin, daha az gelişmiş ülkelere kendilerinin gelecekteki konumlarını gösterdiğini belirtmektedir (Marx, 1887, s. 7). Bu açıdan evrimci yaklaşım içerisinde kapitalizmi toplumsal dönüşüm içerisinde ara aşama olarak ele almaktadır. Toplum üç aşama içinde evirilmektedir. İlkel& feodal& Asyalı toplumlar, kapitalizm ve son aşama olarak sosyalizm (Allan, 2005, s. 95). Sınıflandırmasının temel analizinde sermaye ile iş gücü arasında ilişkiyi incelemektedir. Kapitalizmi her ne kadar yıkıcı bir süreç olarak görmüş olsada gelenekselliğin yıkılması ve sosyalizme geçiş aşamasında basamak olmasından dolayı gerekli olarak görmektedir (Başkaya, 2000, s. 74). Çalışmasının temelinde 19 yy Avrupa’sını incelemiş olsada sonraki yüzyıllarda Asya, Afrika ve Latin Amerika’daki kolonileşme&kapitalizm ilişkilerinde birçok kez referans gösterilmiştir.

Genel olarak 1960’lardan sonra atıfta bulunulan ve eleştirilen fikirlerin özünde, kapitalizmin yaşaması için sürekli yeni fırsatlar oluşturması ihtiyacından dolayı kolonileşme adı altında ucuz iş gücü, yeni kaynak ve pazar olanaklarına ihtiyaç duyması olmuştur (Willis, 2005, s. 62-65). Bağımlılık okulu ve dünya sistemi

teorilerinin ağırlıklı olarak bu alanda ön plana çıktığı yaklaşım 1980’li yıllara kadar etkinlik göstermiştir.

Gelişmiş ülkelerin yansıması olarak kabul edilen modernleşme okuluna karşı üçüncü dünya ülkelerinin yansımasını oluşturan bağımlılık okulu Birleşmiş Milletler alt kuruluşu olan Latin Amerika Ekonomik Kuruluşu’nun (ECLA) uyguladığı programların iflas etmesi ile gündeme gelmiştir. 1950’lerde uygulamaya konan korumacı, sanayileşme hamleleri ile ithal ikame uygulamalarının toplumsal refah artışlarının ve demokrasinin gelişmesini sağlayacağı inancı 1960’lara gelindiğinde büyük bir çöküş yaşamıştır (Başkaya, 2000, s. 69). Gelişmiş ülkelerin üçüncü dünya ülkelerine belirlediği endüstriyelleşme hamleleri ile kalkınma sürecinde yaşanan sorunların kendiliğinden çözüleceği inancı ile oluşturulan program, tarımsal besinlerin ve farklı hammaddelerin işlenmesi için gelişmiş ülkelere gönderilmesi karşılığında endüstriyel ürünlerin bu ülkelere satılması üzerine kurulu bir model olarak oluşturulmuştur (So, 1990, s. 91-93). Bu model iç gelişme dinamiklerini oluşturarak sanayileşmeye yol gösterici olacağı varsayımı karşısında tam tersi, toplum içerisinde gelir uçurumları ve tüketim alışkanlıklarını değiştirme açısından büyük çatışmalar oluşturmuştur.

Benzer şekilde Güney Amerika’da yaşanan ekonomik ve siyasi dönüşümün destekçilerinden Andre Gunder Frank “azgelişmişliğin gelişimi” ve “metropol-uydu” ilişkisi ile desteklediği bağımlılık okuluyla, batı kaynaklı modernleşme okuluna karşı çıkmıştır (So, 1990, s. 96). Modernleşme okulunun gelişmiş ülkelerinin tarihsel yaklaşımını temel alarak oluşturduğu yaklaşımların farklı zaman ve şartlarda diğer ülkeler için geçerli olmayacağını, bu ülkelerin özellikle koloni olması yönünden hareket imkânlarının kısıtlı olduğunu belirtmektedir. Kendi tarihlerinde koloni olma kısıtlaması yaşamayan gelişmiş ülkeler, az gelişmiş ülkeler ile ekonomik ilişkiler sağlamak için metropol-uydu sistemi oluşturmuşlardır (Ercan, 2001, s. 136). Uzak mesafede konumlanan ülkeler içinde uydu kentler oluşturulması ile bu bölgelerde hammadde elde edilmesi ve piyasa kontrolü sağlanmıştır. Bu şekilde gelişmiş ülkeler sanayileşme alanında daha çok etkinleşirken koloni ülkelerin az gelişmiş konumda kalmasına yol açılmıştır (Willis, 2005, s. 70). Modernleşme okuluna Frank tarafından yapılan diğer bir eleştiri ise koloni ülkelerin bu gelişememe kısır döngüsü içerisinde

kalmasının sebebi olarak görülen “iç sebepler” olmuştur (Başkaya, 2000, s. 82). Ülke içerisinde “beşeri, fiziki ve sosyal sermaye yetersizliğini” kalkınamama önünde en büyük sebep olarak gören ya da “kırsal yaşam tarzına ve üretim ilişkilerine” sahip oldukları için fakir kalınmaya devem edildiği bakış açısına karşı çıkmıştır. Bu şekilde iç değerlere bakılarak bir ülkenin gelişmişlik tespitinin yapılmasının yetersiz ve işlevsiz kalacağını belirtmiştir (So, 1990, s. 96-97).

Azgelişmiş ülkelerin gözünden bağımlılığın uluslar arası boyutunu inceleyen Das Santos “bağımlılığın yapısı” ile bir veya daha fazla ülke bir araya geldiğinde güç ilişkileri ve hâkimiyet ilişkilerinin ortaya çıktığını vurgulamaktadır (Ercan, 2001, s. 133). Emperyal düzen içerisinde hiçbir güç kendisine rakip oluşturmak veya eşit şartlarda masaya oturmak istememektedir. Bu açıdan bakıldığında bir taraf etkin ve yönetici olurken diğer taraf bağımlı, sınırlanan ve yönlendirilen olmaktadır. Santos bağımlılığı açıklamak için üç tarihsel başlık kullanmaktadır. İlki koloni bağımlılığı, ikincisi finansal- endüstriyel bağımlılık ve son olarak teknolojik-endüstriyel bağımlılıktır (Cirhinlioğlu, 1999, s. 145). İlk olarak koloni bağımlılığı ile ülke kaynakları üzerinde topyekûn yönetim ve faydalanma uygulandığı görülmektedir. Ancak zaman içinde bilgi ve haberleşme teknolojilerindeki gelişmeler ile egemenlik fiziki formdan görünmez bir yapıya dönüşmüştür. Bu aşamada finansal-endüstriyel bağımlılık ve teknolojik endüstriyel bağımlılık evreleri devreye girmektedir. Bağımlı ülkeler ucuz iş gücü ile üretilen ürünler ve hammaddeleri ihraç ederken gelişmiş ülkelerden teknoloji ve sanayi ürünlerini ithal etmektedir. Teknoloji bağımlılığın artması ile daha çok ithal ürün ihtiyacı oluşarak bağımlı ülkelerin ödeme dengeleri bozulmaya başlamaktadır. Cari açıkların oluşmasına sebep olan bu dengesizlikler sonucunda hem para politikaları açısından hem de teknoloji ve endüstriyel alanlarda bağımlılık oluşmaktadır (So, 1990, s. 99-100). Bu aşamadan sonra oyunun kuralları gelişmiş ülkelerin koydukları sınırlar içerisinde dönmektedir ve bağımlı ülkeler bu sınırların yansıması içerisinde hareket edebilmektedir. Bu döngü içerisinde gelişmiş ülkeler gelişmeye devam ederken bağımlı ülkeler bağımlılıklarına devam etmektedir.

İkinci dünya savaşından sonra Avrupa ve Amerika etkisinde oluşturulan modernleşme okulu ile ilk olarak Latin Amerika’da yaşanan ekonomik gelişmeleri yorumlayarak ortaya çıkan neomarksist bakış açısı temelli bağımlılık okulu,

1970’lerin sonuna gelindiğinde gerek gelişmiş ülkelerde, gerekse bağımlı ülkeler ya da üçüncü dünya ülkelerindeki gelişmeleri açıklamada yetersiz kalmaya başlamıştır (Gülalp, 1998, s. 956). Dünya üzerinde ekonomik sistemleri ve aralarındaki hiyerarşiyi inceleyen Wallerstein gelişmeyi diğer teorilerden farklı olarak çift taraflı ve tarihsel bir ilişki bütünü içerisinde incelemektedir. Tek taraflı merkez- çevre ilişkisinden farklı olarak merkez-yarı merkez ve çevre olmak üzere üç ana grup oluşturmaktadır (Ercan, 2001, s. 142). Diğer teorisyenlerden farklı olarak yarı merkez kavramını ülkelerin tarihsel dönüşümlerini göz önüne alarak açıklayan Wallerstein, zaman içerisinde sömürgeci özelliğe sahip olan İspanya gibi ülkelerin aynı anda hem sömüren hem de sömürülen bir konuma gelerek yarı merkezi bir sınıflandırmaya yerleşmiş olduğunu belirtmektedir (Willis, 2005, s. 73). Bu sınıflandırmalar ekonomik temelli olduğu için keskin ve katı konumlandırmalar yerine tarihsel süreç içerisinde aşağı ya da yukarı hareketlilik gösterebilmektedir.

Farklı teorisyenlere göre uydu, koloni, taşra, dış alanlar olarak adlandırılan ama özünde dünyanın neresinde olursa olsun gelişmiş ülkelere bağımlı aynı özelliklere sahip ülkelerin teknolojik, endüstriyel ya da insani yardım adı altında bağlarını sürdürmek yerine kendilerine yetecek düzeyde üretim imkânlarına geçemedikleri takdirde bağımlı kalmaya devam edecekleri yaklaşımı (So, 1990, s. 104-105), kalkınma kavramının kendi iç dinamiklerinde nasıl oluşturulması gerektiği konusunda yetersiz kalması açısından eleştiri konusu olmuştur (Escobar, 2000, s. 11). Bağımlılık teorileri bağımlı ülkelerin zincirlerini nasıl kırması gerektiği konusunda yol göstericilikten uzak olsada “olması gereken” konusunda iyi bir örnek oluşturabilmektedir. Ucuz iş gücü ve hammadde kaynağı olarak görülen Asya ülkelerinin güçlü endüstriyel hamleler gerçekleştirerek Asya kaplanları olarak anılan ve ekonomik baskın güç olan batı karşısında yeni bir kutup olması gibi gelişmeler en somut şekilde teorinin anlatılmak istenen temelini oluşturmaktadır (So, 1990, s. 195).