• Sonuç bulunamadı

Mottier (2002:346) ve Öztimur (2007:594) tarafından da dile getirildiği gibi Bourdieu’nun toplumsal cinsiyete ilişkin bakış açısını ve bu konuda kaleme aldığı eserlerini yazarın diğer çalışmalarından ve geliştirdiği eylem teorisinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Kaleme alınan bu çalışmalar yazarın, durmadan değişen dünyada yakalamaya çalıştığı sabitliklerin iktidar ile ilişkisi konusunda geliştirdiği genel kuramını cinsiyete ilişkin açılımıdır.

Bourdieu’ya göre, toplumsal yaşamın temelini oluşturan ikili karşıtlıklar nesnelerin, eylemlerin, bedenlerin ve mekânların ayrışmasına ve bunların hiyerarşisine neden olmaktadır. Bu ikili karşıtlıkların başını da hâkim-tabi ve eril- dişil ayrımı çekmektedir. Toplumsal düzenin bu hiyerarşik işleyişi eyleyicilerin yani topluluğun üyelerinin algılama, düşünme ve eyleme şemalarının da bu işleyişe göre şekillenmesi, toplumsal cinsiyet hiyerarşisi ile uyumlu habitusların biçimlenmesi anlamını taşımaktadır.

Bourdieu, kadın ve erkek arasında toplumsal olarak inşa edilmiş ayrımın bedenin anatomik farlılıklarına dayandırılarak meşrulaştırıldığını bunun da ayrımın doğal bir gerekçesi olarak sunulduğunun altını çizer. Cinsiyetler arası eşitsizliğin doğal kabulünün sorgulanması ve bu kabule dayanan cinsiyet düzenini meşrulaştırma mekanizmalarını gözler önüne sermek yönünde olmuştur.

“Cinsel bölünümün yapıları ile buna tekabül eden bakış açısı esaslarının gayritarihselleştirme ve göreceli ebedileşmesinden sorumlu olan tarihsel mekanizmaların neler olduğunu sorgulamak gerekir (Bourdieu, 2014a: 8).”

Bourdieu’ya göre toplumsal cinsiyete ilişkin habitusun inşası erkek merkezli toplumsal düzenin ayrılmaz bir parçası olarak biçimlendirilmekte, eril düzen içinde cinsiyet hiyerarşisinin içselleştirilmesi ve normalleştirilmesi ile oluşan bilişsel

82

yapılar olağan ve normal kabul edilen cinsiyetçi düzeni yeniden üretmektedir. Toplumsal olarak doğalmış, aşikârmışçasına inşa edilen cinsiyetçi bölünmenin kabulü bu dünya ile ilişki kurmayı sağlayan doğal akış ve buna ilişkin beklentiler arasındaki uyum (Bourdieu, 2014a:21) da gizli doksik mantıktır. Belirli bir dünya görüşüne denk gelen doksa, gündelik hayatın sıradanlığında ve aşikarlığında aşina olunan, sorgulanmayan, bütün sıradanlığı ile kendini kabul ettirmiş, yani sessiz bir ikrarı içinde barındıran inanç ve sosyal pratikler bütünü olarak tanımlanmaktadır17

.

Bourdieu’ya göre doksa, bireyin dünya ve onun içindeki yeri ile ilgili daha bilinçli düşüncelerini biçimlendiren, gerçekliği sorgulanmayan bilinç-öncesi anlayışını ifade etmektedir. Doksa, basitçe şeylerin olma biçimi olarak görünse bile, gerçekte toplumsal olarak üretilen, ne olduğu kültüre ve alana göre değişen bir anlayıştır. Her toplumsal katılım alanı onun işleyiş biçimine bir tür ön-bilinçli bağlıkla katılanları gerektirir. Bu katılım, şeyleri farklı değil belirli bir biçimde görmeyi gerektir ve bu durum başkalarından ziyade bazı katılımcıların yani alanın iktidarını ellerinde bulunduranların çıkarına işleyecektir (Calhoun, 2007: 101-102).

Bu noktada alanlar ve alanların doksik mantığı açısından yaklaşıldığında, cinsiyete ilişkin toplumsal kabul ve pratiklerin “cinsiyetçi doksa” ile biçimlendiğini söylemek mümkündür. Cinsiyetçi doksa, erkek egemen dünya düzenini faillerin gözünde normal ve olağan kılarak meşrulaştırır böylelikle eril tahakküm, cinsiyetler arası eşitsiz yapı ve cinsiyet hiyerarşisi habituslarda yani hem bedenlerde hem de zihinlerde yeniden üretilir. Bu döngü eril düzenin zamansız, mekânsız ve sonsuz olduğu inancı ile onu değiştirmenin mümkün olmadığı algısını yaratarak eril sembolik gücün ve eril sembolik şiddetin görünmezliğini sağlar.

Toplumsal cinsiyet, tüm toplumsal kategorilere sızan ve onları etkileyen birleştirici bir kategori olarak anlaşılmalıdır (Moi, 1991:1035). Bourdieu’nun eril

17

83

tahakküme ilişkin görüşlerine “bütünlüklü toplumsal alan” kavramıyla açılım getiren Moi’ye göre toplumsal cinsiyet bütünlüklü toplumsal alanın bir parçasıdır. Bu tümleşik alana yani toplumsal uzamı oluşturan tüm alanlara hâkim eril tahakküm, kadın ve erkek habitusları dolayımıyla yeniden üretimini mümkün kılar. Erkek egemen anlayış, hakimiyetini tüm toplumsal zeminlerde tekrar tekrar üreterek hem egemenliğini pekiştirir, hem sembolik sermayesini arttırır böylece elinde bulundurduğu güç ve uyguladığı sembolik şiddeti meşrulaştırır.

Toplumsal cinsiyeti ve cinsiyetçi doksayı bütünlüklü toplumsal alan üzerinden okumak aynı zamanda cinsiyetçi düzenin iktidar ile olan ilişkisinde sembolik güç ve sembolik şiddet tekelinin erkek cinsiyetine indirgenmesini engellemektedir. Cinsiyetçi doksa ve buna bağlı olarak cinsiyetçi düzen, toplumsal alanların tümünde, tüm toplumsal kurumlarda ve toplumsal ilişkilerin tüm boyutlarında üretilir ve yeniden üretilir. Dolayısıyla iktidara haiz her konum erkek egemen toplumsal işleyişin yeniden üretimi noktasında meşru sembolik güce sahiptir. Bütünlüklü toplumsal alan kavramlaştırması, toplumsal cinsiyet tartışmalarını özerk hane içi alandan ve hâkimin erkek madunun kadın olduğu ataerkil anlayıştan kurtararak geniş ölçekli bir bakış açısı sağlar.

Toplumlardaki iktidar ilişkilerinin sembolik boyutunun yeterince önemsenmediğini düşünen Bourdieu’ya göre, kültürel süreçlerin, kültür üreticilerinin ve toplumsal kurumların toplumlardaki eşitsizliği sürdürmek konusundaki rolleri büyüktür (Swartz, 2013:120-121). Dünyaya ilişkin anlamların, sözcüklerin kurucusu ve düzenleyicisi olarak sembolik iktidarı, ortak kanıyı biçimlendirme ve bunu dünyanın olağan akışı olarak sunma meşruiyetine sahiplik olarak açıklamak mümkündür.

Bourdieu’nun (2014b: 209) “worldmaking” dünya kuran iktidar olarak adlandırdığı sembolik iktidar, toplumsal kategorilere dair meşru bir bakış açısı

84

yapılandırmayı yani grupları, sınıfları, ayrımları, farkları ve benzerlikleri, bunlara ilişkin anlam ve değerleri inşa etme hedefindedir.

“İkili karşıtlıklar üzerinden gerçekleşen (eril-dişil, yukarı-aşağı, güçlü-zayıf) sosyal sınıflamalar, toplumsal dünyaya ilişkin anlayışı tanzim ederler ve belli şartlarda dünyanın bizatihi kendisini gerçekten tanzim edebilirler (Bourdieu,2014b:209).”

Sembolik iktidarın hâkimiyet alanını güçlendiren ikili karşıtlıklar toplumun tüm üyeleri tarafından paylaşılmakta, gündelik hayatın vazgeçilmezleri arasında tanımlama, nitelendirme sistemleri olarak işleyen bu karşıtlıkların temeli hakim-tabi ikiliğinin kategorizasyonuna dayanmaktadır.

Bourdieu’nun görme ve bölme ilkeleri olarak adlandırdığı bu kategorizasyon, meşru sembolik şiddet tekelini elinde tutan devlet için toprakları üzerinde yaşayan bireylerin ortak kanı ve benzer dünya görüşü etrafında birleştirilmesidir. Devletin oluş temeli; fiziksel ve ekonomik sermayenin yoğunlaşması kadar sembolik sermayenin de aynı yoğunlaşmada paralellik göstermesine dayanır.

“Devlet, toplumsal gerçekliği oluşturma araçlarının üretim ve yeniden üretiminde belirleyici bir ölçüde katkıda bulunur. Örgütsel yapı ve pratikleri düzenleyen merci sıfatıyla, eyleyicilerin bütününe tekbiçimli olarak dayattığı bedensel ve zihinsel baskı ve disiplinler aracılığıyla, kalıcı yatkınlıkları biçimlendiren bir eylemde bulunur (Bourdieu, 2006: 116).”

Toplumsal düzene uyum, devletin buyruklarına itaat bilinçli bir rıza gösterme değildir, bu Bourdieu’nun kavramlaştırması ile bedensel yatkınlıklar yani habitus yoluyla mümkündür. Ona göre egemenlik altındakilerin zihinsel yapılarını da üreten bir toplumsal düzenin yapılarına doksik nitelikli bir uyum söz konusudur. Var olan düzene uyum, hem kolektif hem bireysel oluş ile nesnel yapılar arasındaki uyumun ürünüdür. Devletin maddi ve sembolik gücü, bunun toplumun tüm bireyleri

85

tarafından algılanmasını sağlayan bilişsel yapıları, algı çerçevelerini, zihinsel şemaları zaten yaratmış olmasına dayanmaktadır.

“Pratiklere dayattığı çerçeveleme, kuşatma aracılığıyla devlet, ortak algı ve düşünce biçimi ve kategorileri, toplumsal algılama, anlak ya da bellek çerçeveleri, zihinsel yapılar, devletsel sınıflandırma biçimleri kurar ve aşılar. Buradan hareketle, habitusların bir tür dolaysız düzenlenmesinin koşullarını yaratır (Bourdieu, 2006:117).”

Bourdieu’nun sembolik şiddet olarak adlandırdığı bu bilinçdışı uyarlanma ile zihinler bu dünyanın yapılarını, var olan düzenin işleyişini olduğu gibi kabul edecek ve yeniden üretecek şekilde düzenlendikleri için erkek egemen anlayış cinsleşmiş ve cinsleştirici habitus yoluyla tekrar tekrar üretilir. Dolayısıyla başta iktidarların üzerindeki iktidar olarak devlet ve tüm diğer iktidar alanlarında cinsiyetçi doksa ve cinsiyetçi düzen toplumsal alanların tümüne sızacak şekilde oluşur.

Bourdieu’nun dile getirdiği gibi devleti, algılama kategorilerini belli bir toprak parçası dâhilinde evrenselleştirme imkanına sahiplik; ulusu ise, devletin aynı dayatma ve telkinlerine maruz kalmış olmalarından ötürü temel meselelere dair “ortak” görme ve bölme esaslarına, algı çerçevelerine ve zihinsel şemalara sahip insanlar bütünü olarak tanımlamak; devletin sembolik gücü yoluyla oluşturulmaya çalışılan habitusun ortak taraflarına işaret eder.

Bu ortaklık dünyanın anlamına ilişkin bakış açılarını benzeştirmek mantığıyla işlemektedir. Bir ulusa dahil olmanın getirisi bir yandan hayal edilen cemaatin benzer geçmişe ve benzer geleceğe sahip olduğu bilgisi iken öte yandan da “biz” ve “ötekiler”i anlamlandırmanın yollarını göstermesidir. Eğitimin, törenlerin, ritüellerin, anmaların, kutlamaların veya yasların, anıtların, yarışmaların, bayrakların, flamaların ulusun sembolik inşasında algı çerçevelerini benzeştirdiği ve bir (toplumsal) habitus yaratmaya çalıştığı açıktır.

86

Bu noktada, sürekli bir yeniden yapılanma içinde olan, iktidar mücadelesinin durmaksızın devam ettiği ulus-devleti bir alan olarak ele almak hem alanın bilgisi ile şekillenen habitusları yani ulusu hem de alanda etkili olan eylemleri anlayıp açıklamaya fırsat verir. Ancak devlet alanı diğerlerinden farklı olarak bir ülkenin sınırları içinde, ortak zorlayıcı normlar bütününü tümel olarak ve tümel bir şekilde dayatma ve kurma iktidarını (Bourdieu ve Wacquant, 2014:98) içerdiğinden bütünlüklü toplumsal alana yayılmıştır. Bu anlamda devlet ve onun iktidarı diğer sermaye türleri üzerinde söz söyleme yetkisine haiz yegane iktidar olarak, bir üst- sermaye (Bourdieu ve Wacquant, 2014:101) ile tanımlanabilir. Dolayısıyla bu bakış açısından bütünlüklü toplumsal alanda devlet; milliyet, ırk, sınıf ve toplumsal cinsiyet gibi daha kapsayıcı olan sermaye türleri üzerinde doğrudan iktidar sahibidir. Bütünlüklü toplumsal alanda devletin yaratma eğiliminde olduğu habitus; toplumun türdeşleşmesine hizmet ederken, aynı zamanda milliyete veya ırka dayalı olarak, ya da sınıf nitelikleri bakımından onu ayrıştırmaktadır. Bu ayrıştırmanın başladığı nokta ise; toplumun kadın ve erkekleridir, yani devlet birleştirirken ayırmaktadır.

Ulus-devleti bir alan olarak kabul etmek, alanın işleyişinde ayrıcalıklı bir konumu olan devleti ve onun icraat ve söylemini çözümleyebilmek, alan içinde değişen konumları ve buna bağlı olarak ulusun, ulusun kadın ve erkeklerinin akışkan tanımını görebilme ve toplumsal cinsiyeti bir sermaye olarak değerlendirebilme fırsatı sunmaktadır.

Bourdieucu bakış; toplumsal düzenin kurucu unsurlarından olan, iktidar alanlarının üzerindeki iktidar alanı olarak kurumlarıyla, söylemleriyle, uygulamalarıyla, yasa ve yönetmelikleriyle; sosyal, kültürel, ekonomik tüm alanlarda bütünlüklü toplumsal alanda milliyetçi düşüncenin ve cinsiyet hiyerarşisinin ve dolayısıyla toplumsal habitusun tümleyici bir unsuru olarak milliyete ve toplumsal cinsiyete ilişkin anlayışın üretimi ve yeniden üretimi noktasında devletin rolünün anlaşılabilmesini mümkün kılar. Böyle bir dünya görüşü; erkek ve kadın ayrımı gibi, toplumsal büyü düzleminde yer alan ve kalıcı, kati, silinemeyecek, bireysel bedenlere

87

kazındıkları ve toplumsal dünya tarafından durmadan hatırlatıldıkları için (Bourdieu, 2015b:206) toplumun kadın ve erkeklerine farklı dünya görüşleri sunduğu ve bu dünya görüşlerinin yaşam tarzlarını belirlediğini söylemek mümkündür.

Kadın ve erkek arasındaki toplumsal ayrım; bir yandan anatomik farklılıklara dayandırılan doğallık söylemiyle olağanlaştırılırken, devlet söylemiyle de resmileştirilmekte dahası kültürel olan ile yoğrularak toplumsallaştırılmaktadır. Dolayısıyla kültür; dünyayı bu haliyle kurmanın, var olan düzeniyle sürmesinin meşru yoludur. Meşru devletin, ortak kanıyı ve dünyanın kendiliğindenliğinin kabulünü sağlayan sembolik iktidarı, içinde yaşanılan dünyanın temelde kadın ve erkek cinsiyet kategorilerine bölünmesine zemin hazırlayacak meşru araçlara sahiptir.

Devlet, şiddetin gizil formu olan sembolik şiddet yoluyla kendi hakimiyetini pekiştirecek zihinsel şemaların, algı çerçevelerinin ve doğallaştırılmış sınıflandırmaların içselleştirilmesi için mücadelenin sürekli devam ettiği bir alandır. Algı şemaları, zihin örüntüleri; bilinçli ve çıkara dayalı seçimler olmayıp eğilimler, yatkınlıklar Bourdieu’nun deyimiyle habituslar yoluyla bedenlere kazınmış olarak oradadırlar. Bu bilinç dışı uyarlanma, devletin tahakkümünü gizlemekte, şiddet olarak algılanmayan bu durum, kabulü ve uygulamayı kolaylaştırmaktadır.

O halde devlet, kutsayan, törenselleştiren, tasdik eden, kaydeden, benzersiz bir meşruiyet merciidir. Kamusal hale getirmek en temel devlet edimidir ve böylelikle devletin elinin her yere uzandığını görmemek mümkün değildir. Devlet, tüm kamusal tezahürlerin, bilhassa da kamusal dünyaya dair olanların denetlenmesine göbekten bağlıdır (Bourdieu, 2015b:179). Bu denetim fiziksel ve maddi olabildiği gibi daha güçlü olanı gizil formda olandır.

88

Kurumsallaşmış siyasal iktidar olarak devletin sahip olduğu sembolik güce dayanarak maddi ve sembolik gücünü korumak, pekiştirmek ve meşrulaştırmak üzere gerçekliği oluşturma ve yayma yetisi, iktidarın erilliğini ve eril tahakkümü normalleştirmektedir. Bu normalleştirme süreci, sembolik güce sahip olanları yerinden etmenin neden bu kadar zor olduğunun kanıtı niteliğindedir. Sembolik güç sahipleriyle mücadele etmek çoğu zaman alanın işleyişini sağlayan fakat kim tarafından desteklendiği bilinmeyen tüm inanış sistemiyle mücadele etmek anlamını taşımaktadır (Edwards, 2011:63). Bourdieu’nun bazı gazete makalelerinin reklam niteliği taşıdığını ve bunun sembolik şiddetin en uç hali olduğunu dile getirmesi, benzer şekilde devlet iktidarı tarafından kullanılan halkla ilişkiler uygulamalarının sembolik şiddetle olan bağını gözler önüne sermektedir.

89

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

3.SEMBOLİK

GÜCÜN TAŞIYICISI OLARAK HALKLA

İLİŞKİLER: SOSYO-KÜLTÜREL BİR YAKLAŞIM

Toplumsal gerçekliğin kuruluş ve değerlendirme ilkelerinin üretilmesine ve dayatılmasına katkıda bulunan kültürel üretim alanları (Bourdieu, 2016b :223) Bourdieu’ya göre birer yanlış-tanıtma alanlarıdır. Bu yanlış-tanıma toplumsal faillerin habutusları üzerinden tahakküm, sınıflama ve sembolik güç ilişkilerine dönüşür ve bu ilişkiler toplumsal düzenin uzlaştırıcı mantığı için meşruiyet zemini yaratır.

Kültür ve dolayısıyla kültürel sermayeyi kavramın en geniş anlamıyla ele alan düşünür, kültürü; sözlü yetenek, genel kültürel farkındalık, estetik tercih, bilimsel bilgi ve eğitsel başarı gibi geniş kaynaklar dizisini kapsayacak şekilde genişletmiştir.

Bir başka deyişle, Bourdieu, kültürel alanın kendisini, en yalın biçimde, “bedene dönüşmüş toplumsallık” şeklinde tanımlanabilecek olan ve özünde bireyin kendi maddi yaşam koşullarıyla kültürel öz varlığı arasındaki dolaysız bağıntıyı açığa vuran kimliğe, tüketim pratiklerine, kültürel alışkanlıklar ve beğeni yargılarına ilişkin ayırt edici ve tanımlayıcı bir kategori oluşturan habitusu sınıfsal yeniden üretimin ideolojik temeli sayan görüşüyle oldukça geniş bir düzlemde tartışmaya açar (Köse, 2009:73).

Kültürel alan; karşıtlıklar, farklılıklar ve ayrımlar üzerine örülmüş bir sınıflandırma sistemi olarak işlev görür. Habitusu oluşturan kalıplar; el, kol hareketleri, yürüme, oturma, burun silme biçimi, yemek yerken ya da konuşurken ağzı hareket ettirme tarzı gibi görünüşte en önemsiz beden tekniklerinden toplumsal

90

dünyanın en temel kurulum ve değerlendirme ilkeleri olarak görülebilecek iş bölümü, cinsiyet farklılıkları veya tahakküm ilişkilerine ilişkin tutum ve pratiklere kadar (Bourdieu, 2015a:674) toplumsal konumların ve düzenin belirleyicisi ve pekiştiricisidir.

Bourdieu’nun kültürel alan ve habitus mantığında beğeni; bireyin toplumsal konumuna uygun düşeni yapma, düşünme, satın alma, tüketme, seçme ve seslendirme pratiğidir.

“Beğeni; bir çeşit toplumsal yönlendirme duygusu (sense of one’s place) gibi işleyerek toplumsal uzamda belli bir yeri işgal edenleri, sahip oldukları iyeliklerle uygunlaştırılmış toplumsal konumlara ve o konumu işgal edenlere uygun düşen, onlara “iyi giden” mal ve pratiklere yönlendirir; beğeni pratiğin veya iyi seçimin toplumsal anlam ve değerinin, toplumsal uzamdaki dağılımı ve diğer eyleyicilerin mallar ve gruplar arasındaki mütekabiliyet hakkında sahip oldukları pratik bilgi doğrultusunda, muhtemelen olacağı şeye dair bir öngörünün geliştirilmesini içerir (Bourdieu, 2015a:674).”

Bireyler toplumsal yaşamada habituslarına göre davrandıklarında yani kendi konumlarına uygun düşen pratikleri gerçekleştirdiklerinde farkında olmadan toplumsal düzeni yeniden üretirler. Her bir bireysel davranış dünyanın kurucu eylemlerinden biridir ve konuma özgü kültürel pratikleri yaşama geçirir. Kültürel pratiklerin (beden, sanat, eğitim, dil vb.) yani beğeninin hiyerarşik yapısını açıklamak aynı zamanda toplumsal hiyerarşiyi de görmek anlamını taşır. Hâkimler ile madunlar arasındaki hiyerarşik ilişki, kültürel olanın sembolik değerinin egemenler tarafından belirlenmesi ve meşrulaştırılması ve bu meşruiyetin madunlar tarafından tanınarak pratikler yoluyla hayata geçirilmesi dolayımıyla yeniden üretilir.

Kültürel alanın içinde barındırdığı din, siyaset, bilim, sanat, eğitim gibi alt alanlarla birlikte bireyin habitusunu şekillendiren, beden yoluyla somutlaşan formu

91

kuşkusuz ortaya çıkarılması en zor olan halidir. Kültürel üretim, bir yandan sanat yapıtları, siyasal partiler, edebi ürünler, gazeteler, dergiler, medya programları yoluyla nesneleşirken bir yandan da bu kültürel ürün ve hizmetleri seçen, beğenen, tercih eden gruplarda bedenleşir. Böylece belli gazetelerin belli okuyucularından, belli siyasal partilerin belli seçmenlerinden, dergilerin hitap ettiği belli kitlelerden söz etmek mümkün olur. Bu noktada kültürel ürünler ile onları tercih eden gruplar arasındaki karşılıklı ilişki hem ürünlerin hem de onları seçenlerin sınıflandırılmasına ve işaret edilen toplumsal konumun hem üreticiler hem de tüketiciler yoluyla meşrulaştırılmasına imkan verir.

Tahakküm edenler, toplumun geri kalanı için “zevk-i selim”i, meşru kültürü tanımlayarak ve empoze ederek, bir ayrım stratejisi yoluyla konumunu elinde tutmaya çalışır (Ünal, 2004:153). Egemenler, bu dünyayı ve bu dünyanın meşru düzenini dil, sözcükler ve kavramlar aracılığıyla yani sembolik sistemler yoluyla kurarlar. Bourdieu tarafından, anlamların yaratımı, üretimi ve dönüşümü ile ilgili uğraşlar olarak tanımlanan ve kültürel yapıtlar, kanaat, bilgi gibi sembolik ürün ya da hizmetlerin alıcısı konumunda olan kamunun tutumlarını şekillendirmek ve pratiklerini biçimlendirmek rolü ile donatılmış olan kültür aracıları güç ilişkilerini meşrulaştıran sembol üreticileri olarak açıklanmaktadır.

Bourdieu tarafından tüm diğer temsil ve tanıtım meslekleri gibi halkla ilişkiler de bir kültürel aracılık uğraşı olarak sınıflandırılmıştır. Çalışmanın bu kısmı halkla ilişkiler mesleğinin Bourdieucu bakışla bir “kültürel aracı” olarak nasıl işlediğine ilişkin görüşlerin aktarımını ve bu çalışmada ele alınacak halkla ilişkiler uygulamalarının çözümlenmesine dair kuramsal bilgilerin irdelenmesini içermektedir. Bu bilgilere geçmeden önce bir meslek ve disiplin olarak halkla ilişkilerin doğup geliştiği alana, ardyöresine bakmak, halkla ilişkileri bir kültür aracısı olarak konumlandırmadan önce böyle bir konumlandırmanın neden tercih edildiğini açıklığa kavuşturmak noktasında elzemdir.

92

Çalışmanın ana eksenini oluşturan halkla ilişkiler disiplinini iletişim bilimlerinden ayrı düşünmek ne kadar mümkün değilse, hem halkla ilişkiler disiplinini hem de halkla ilişkilerin bağlı olduğu iletişim bilimlerini sosyal bilimlerden ayrı düşünmek mümkün de doğru da değildir. Mesleki ve akademik bir çalışma alanı olarak halkla ilişkiler disiplini içinde doğup geliştiği, etkilediği ve etkilendiği toplumdan, toplumsal gelişim ve değişimlerden ayrı tutulamaz. Mesleğin toplumsal ve kurumsal konumu, uygulama pratikleri, görev ve sorumlulukları, taktik ve teknikleri hatta ayrılan bütçe payı bile toplumsal, ekonomik, kültürel ve teknolojik değişimlere bağlıdır.

Öte taraftan akademik bir çalışma alanı olarak halkla ilişkiler disiplini, dönemin sosyal bilimsel paradigmalarına ve bu paradigmaların toplumu ve toplumun bileşenlerini okuma, anlama ve yorumlama kıstaslarına bağlıdır. Bundan dolayıdır ki çalışma konusu aynı (toplum, kurum, birey) olmakla birlikte farklı perspektiflerden söz etmek mümkündür. Bu nedenle iletişim bilimlerini ve halkla ilişkileri de içerecek şekilde 19. yüzyılın sonlarından günümüze toplumsal olanla ve onun değişimiyle karşılıklı ilişki ve etkileşim içinde gelişen sosyal bilimleri genel hatlarıyla gözden