• Sonuç bulunamadı

Siyasal iktidarın, iktidarın kaynağı ve meşruiyeti çerçevesinde tartışıldığı bu bölümde bu başlığa kadar klasik olarak nitelendirilebilecek ulus öncesi durum, kurumsal zayıflıklar, parçalı yapı ve bu dağınık görünüm karşısında merkezi iktidar düşüncesinin alt yapısını oluşturan görüşlere yer verildi. Tarihin bundan sonraki akışı içinde yukarıda kısaca değinilen Aydınlanma fikri ve modernite düşüncesinin de

19

etkisiyle sahne çıkan ulus-devleti irdeleme noktasında başvurulacak olan ulusların ve ulusçuluk düşüncesinin ortaya çıkış koşullarını anlamaya ve açıklamaya çalışan kuramların iki temel odak etrafında toplandıklarını söylemek mümkündür.

Ancak ulus, ulusçuluk ve ulus-devlet konusundaki yaklaşımlara geçmeden önce bu üç kavram arasındaki ilişkiyi betimlemek, bundan sonra zikredilenlerin hangi çerçevede ele alındığını açıklaması bakımından mühimdir.

Siyasi iktidarın çok basit bir tanımla, bir tarafın diğer tarafa istediğini yaptırabilmesi diye tanımlanması, her iktidar ilişkisini, yalnızca donmuş iki kutup arasındaki yöneten-yönetilen ilişkisi olarak anlama eğiliminin kaynağında yatar. Bir sosyal katmanın bir başka sosyal katmana, bir sınıfın bir başka sınıfa ya da devletin topluma tahakkümü çerçevesinde anlam kazanan böyle bir tanım siyasi iktidarın ilişkisel boyutunu devre dışı bırakır (Akal, 2005:346). Oysa yukarıda da dile getirildiği üzere kurumsallaşmış siyasal iktidar olarak modern devlet anlayışı, meşruiyetini ulustan alan iktidar ilişkilerinin üzerinde yükselmektedir.

İktidarın, yöneten-yönetilen arasındaki emir-itaat ilişkisi darlığında tanımlanması artık mümkün değildir. Meşruiyetini toplumdan alan siyasal iktidar odağının, bu meşruiyetini her daim tekrar sağlaması ve koruyabilmesi için rızaya ihtiyacı vardır. Ancak bu rıza varsa iktidar ilişkisinden söz edilebilir. Çalışmanın daha önceki satırlarında da belirtildiği ve artık özellikle siyaset bilimi ve siyaset sosyolojisi literatüründe kabul edildiği üzere iktidar; güç ve rıza unsurlarının bileşkesi konumundadır. Rızanın yokluğu, salt gücün varlığı anlamına gelmekte bu da iktidar ilişkisini değil, zorbalığı çağrıştırmaktadır. Her iktidar ilişkisinin bir tür güce dayandığı muhakkaktır. Ancak bu güç, bu gücün varlığını tanıyan ve bu gücün kendileri yararına kullanılacağına inanan bir toplulukla meşrudur. Bu nedenledir ki, rızanın varlığı iktidarın kendisini, rıza gösterilebilecek bir takım temellere dayandırması zorunluluğunu getirmiştir. Basitçe denilebilir ki, iktidara razı olmak en

20

başta onu iktidar olarak kabul etmekle mümkündür. Bu kabul iktidarın meşruiyetine duyulan inançtır.

Öndersiz toplumlardan ulus-devlete kadar yani topluluğun kendi kendini yönettiği koşullarda da, halkı onun seçtiği ancak ondan farklı bir odak yönettiği toplumsal-siyasal yapılarda da yönetenin topluluğu ne namına yönettiği açıkça bilinmeli yöneten topluluk nezdinde meşruluk kazanmalıdır. Bu meşruiyet kaynağı kimi zaman tanrı, kimi zaman kral, kimi zaman ise ulustur. Meşruiyetin kaynağı zaman içinde değişmiş, ancak meşruiyet arayışı baki olmuştur. Bu, bireyin toplumsal kurallara uyması, düzene başkaldırmaması ve kendisinin ötesinde bir gücü kabul etmesi anlamını taşımaktadır.

Berger ve Luckmann’a göre meşruiyet, siyasal iktidarın bütünsel olarak toplumu kuşatması ve topluma yayılmasını sağlarken oluşturduğu dil, kullandığı söylem, yarattığı sembolik ve mitolojik evren, üretilen toplumsal hiyerarşi ile bireysel yaşam alanlarının da düzenlenmesine hizmet etmektedir. Yazarların meşruiyetin fonksiyonel aşamaları olarak işaret ettikleri aşamalar gücün topluma nasıl yayıldığı konusunda yol gösterici niteliktedir.

“İlk olarak, hayatın anlamlandırılması ve doğrulanması ihtiyacının karşılanması gerekir. Burada meşruiyet, amaca uygun objektifleştirilmiş bir dil ve söylem sistemi sunar. İkinci aşamada duygusal meşruiyet gelir ki, bu temel teorik söylemin var olan toplumsal normlara uydurulmasıdır. Üçüncü düzey ise bunun teorik faaliyetlerle özelleştirilmiş bireylerde vücut bulmasıdır. Sembolik evrenler meşruiyetin dördüncü düzlemini oluştururlar. Bunlar bir sembolik bütünlük içinde kuşatılmış kurumsal düzen ve düşüncenin farklı uzmanlıkların vücuda getirilmesi ve somutlaştırılmasıdır. Sembolik süreç, sosyal hayatın düşünsel amaçlarının şekillenmesinden daha üstte bir durumdur. Sembolik evren insanların yaşamlarının hiyerarşisine öncelik vererek kurulan kurumsal düzenin nihai meşruiyetini sağlar (2008:135-141).”

21

Bu bakış açısı ile değerlendirildiğinde tarihsel aşamanın belli bir döneminde siyasal iktidarın kurumsallaşması olarak “ulus-devlet”, çizginin iki yanındaki kavramların hem oluşturucusu hem de ilişkiselliğinin niteliğinin belirleyicisidir.

Erözden (2008:43) bu kavramlar arasındaki ilişkiyi şu şekilde açıklamaktadır: “…çok kaba olarak ulus-devlet, kurumsallaşmış siyasi iktidarın belli bir tarihsel aşamada büründüğü yapısal biçim; ulus bu yapılanmanın meşruiyet kaynağı olan kurgu; ulusçuluk da bu meşruiyet kaynağını tek geçerli siyasi değer olarak kabul ettirmeyi hedefleyen bir siyasi akım olarak algılanabilir.”

Erözden’in kavramlar arasında kurduğu ilişki de göstermektedir ki; devlet, ulus ve ulusçuluktan önce gelmekte, onları öncelemektedir. Kavramlar arası ilişkiler konusunda açılan bu parantezi, ulus ve ulusçuluk düşüncesine ilişkin kuramsal yaklaşımları irdelemek üzere kapatırken yaklaşımların kabaca ikili bir ayrıma dayandığını ve bu ayrımın ise; uluslar mı ulusçuluk düşüncesini oluşturdu yoksa ulusçuluk düşüncesi mi ulusları oluşturdu sorusuna verilen yanıtlar çerçevesinde geliştiğini söylemek mümkündür.

Ulusçuluk düşüncesinin uluslar tarafından yaratıldığını benimseyen özcü ya da bazı kaynaklarda zikredildiği hali ile ilkçi kuramlar; ulusu doğuştan gelen bir özellik gibi gören “doğalcı” yaklaşımları da içine alacak şekilde, ulusların eski çağlardan beri var olan, sabit, değişmez yapılar olduğunu, zaman geçse bile temel özelliklerini koruduklarını savunan yaklaşım içinde değerlendirilmektedir. Ulus ve ulusçuluğa ilişkin literatürde artık sıkça dile getirildiği gibi akademik dünyada çok az kişi ulusların ilk çağlardan beri var olduğu görüşüne inanmaktadır3

.

3

Ulus ve ulusçuluk düşüncesine ilişkin kuramlar hakkında daha ayrıntılı bilgi için; Özkırımlı, Umut (2013). Milliyetçilik Kuramları Eleştirel Bir Bakış, İstanbul: Doğu-Batı Yayınları; Erözden, Ozan (2008). Ulus-Devlet, İstanbul: On İki Levha Yayınları; , Roger, Antine (2008). Milliyetçilik Kuramları, İstanbul: Versus Yayınevi.

22

Bu düşünce değişikliğinin temelinde özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında milliyetçilik yazının, milliyetçiliklere ve milli tarihlere mesafeli, hatta eleştirel bir eğilimin olduğu görülmektedir. 1983 yılında yayınlanan üç çalışma ise adeta bir paradigma değişikliğine sebep olmuştur. Bunlar; Benedict Anderson’ın “Hayali Cemaatler”, Ernest Gellner’in “Uluslar ve Ulusçuluk”, Eric Hobsbawm ve Terence Ranger’ın “Geleneğin İcadı” kitapları ile başlayan ve sonrasında çok sayıda çalışmanın da aralarına eklendiği çalışmalardır (Altınay: 17) . Millet ve milliyetçilik düşüncesine bakış açıları nedeniyle inşacı olarak da isimlendirilen bu modernist kuramlar; kendi içlerinde farklılaşmalarına rağmen, genel olarak ulusların büyük çoğunluğunun son birkaç yüzyılda yaşanan modernleşme süreci, kapitalizm ve sanayileşme gibi gelişmelerin neticesinde oluştuğu fikrine sahip çıkmaktadırlar. Modernist yaklaşımların genel olarak ulus fikrinin, ulusçuluk düşüncesinin bir ürünü olduğu temel tezinden hareketle, bu sürecin bir siyasal kurum olarak devletin iki asli unsuru olan toprak ve halk kavramlarını da başkalaştırdığını savladıklarını söylemek mümkündür. Modernleşme sonrası yaşanan dönüşümlerle birlikte artık, sınırları belli somut bir toprak parçası “vatan”, bu sınırlar üzerinde yaşayan halk ise ulus olduğunun bilincinde olan bir “ulus”tur. Nihayetinde, toprağı vatan, halkı ulus olarak anlamlandıran ise devlettir. Polonya’nın kurtarıcısı olarak kabul edilen Albay Pilsudski’nin “devleti yaratan millet değil, milleti yaratan devlettir” sözleri ya da İtalya Krallığı parlamentosunun ilk oturumunda Massimo d’Azeglio tarafından dile getirilen “İtalya’yı yarattık, şimdi de İtalyanları yaratmalıyız” cümlesi bunun en iyi ifadeleridir (Hobsbawm, 2014:62).

Ulusun modernliği düşüncesinin savunucularından Hobsbawm, “1780’den Günümüze Milletler ve Milliyetçilik” (2014: 29-33) adlı eserinde, modern ulusun ve onunla bağlantılı her şeyin temel karakteristiği modernliğidir der ve ekler ulus kavramının esasen politik anlamıyla tarihsel açıdan çok genç bir kavram olduğunu söyleyebiliriz.

Hobsbawm’a göre uluslar ve ulusçuluk düşüncesi bir inşanın ürünüdür ve bu inşa sürecinde en önemli unsur geleneklerdir. Hâlihazırda var olan ancak yeni

23

koşulara uyumlaştırılan “eski gelenekler” ile yeni koşulların yarattığı yeni ihtiyaçları karşılamak üzere oluşturulmuş “yeni gelenekler” birbirinden farklıdır. Hızlı toplumsal değişim dönemlerinde toplumsal birliğe ve türdeşliğe hizmet eden bu yeni gelenekler Hobsbawm tarafından “icat edilmiş gelenekler” olarak tanımlanır ve ulus fikrinin taşıyıcısı olarak nitelendirilir.

İcat edilmiş gelenek açıkça ya da örtük olarak kabul görmüş kurallarca yönlendirilen ve bir ritüel ya da sembolik bir özellik sergileyen pratikler kümesidir. Bu pratikler kümesi geçmişle doğal bir sürekliliği ima edecek şekilde tekrarlara dayalı olarak belli değer ve normları aşılamaya çalışmaktadır (Hobsbawm ve Ranger, 2013:2). Yazara göre icat edilmiş gelenekler, geçmiş ve gelecek arasındaki bağı temsil eder ve bu yönleriyle bir formalleştirme ve rutinleştirme sürecidirler.

Hobsbawm, özellikle sanayileşme sonrası toplumsal dönüşümün derin ve hızlı olduğu dönemlerde yeni geleneklerin daha yoğun olarak icat edildiğini belirtmektedir. Yazara göre, çoğunlukla devletler, örgütlü siyasal ya da toplumsal hareketler tarafından icat edilen bu yeni gelenekler; toplumsal birlikteliği ifade etmek, kimliği belirginleştirmek ve toplumsal ilişkileri yapılandırmak işlevlerine haiz olarak sadakat bağlarını güçlendirmek üzere icat edilmişlerdir (2013:308).

Hobsbawm’a göre modern uluslar ve onlarla ilişkili olan her şey kendisini, geçmişten gelen ve ulusal niteliği ile geleceğe taşınması elzem olan olarak kurgular. Bu kurgu öylesine etraflıdır ki; ulusları hiçbir şüpheye yer bırakmayacak şekilde doğal olduklarına inandırır. Bir eğitim kurumu olarak kilisenin yerini alan temel eğitim okulları, halkla açık törenler, kamusal anıtlar, üniformalar, geçit törenleri, bandolar, bayraklar, bayramlar (sadece devlet tarafından değil alternatif hareketler tarafından oluşturulanlar da dahil olmak üzere; örneğin 1 Mayıs İşçi Bayramı), spor oyunları, müsabakalar, ligler, kupalar, ulusal ya da uluslararası karşılaşmalar gibi icat edilmiş tüm geleneklerin toplumsal ya da siyasal bir işlevi vardır, bu işlevleri edinmiş olmasalardı ne ortaya çıkarlardı ne de yerleşiklik kazanabilirlerdi (2013:355). Bu nedenle, Hobsbawm’a göre geleneğin icadı mevhumu yeterince anlaşılmadan, içerdiği kurgularla, uygun ve genelde çok yakın zamanlı sembollerle

24

veya bu sembollere uydurulmuş söylemlerle ilişkili olan “ulus” olgusunu anlamak mümkün değildir (2013:18).

Bir başka modernist olan Gellner’e göre ulus-devlet inşası, ulusçu fikir, duygu ve hareket süreçlerinin sanayileşme ile birleştiği noktada gerçekleşmiştir (Özdoğan ve Ersanlı, 2013:11). Ulusçuluk fikri ise, öncelikle siyasal ve ulusal birimin örtüşmesi öngören siyasal bir ilkedir. Bir duygu ya da bir hareket olarak ulusçuluğu en iyi tanımlayan ilke budur. Ulusçu duygu ya bu ilkenin çiğnenmesinin yarattığı kızgınlıktan ya da onun gerçekleşmesinden duyulan tatminden kaynaklanır. Ulusçu harekete can veren böyle bir duygudur. (Gellner, 2013:71).

İnsanlığın tarih boyunca üç temel aşamadan geçtiğini dile getiren Gellner, bunları; tarım öncesi, tarıma dayalı ve sanayi toplumları olarak belirtmekte, devletin ortaya çıkış koşullarını birbirini izleyen bu üç toplum modeli ile açıklamaktadır. Gellner’e göre, tarım öncesi avcı-toplayıcı topluluklar devleti oluşturan siyasal işbölümüne yer vermeyecek kadar küçüktü bu nedenle bu topluluklarda istikrarlı ve uzmanlaşmış düzen dayatıcı bir kurum olarak devlet hiç ortaya çıkmamıştır. (2013:75).

Tarım toplumunda ise okuryazarlığın toplumun yapısını etkin bir şekilde belirlediğini söyleyen Gellner, askerler, bürokratlar, din adamları ve ticaretle uğraşanlardan oluşan yönetici sınıfın, köylülerin oluşturduğu büyük çoğunluktan kati bir şekilde ayrılmakta olduğu tespitini yapar (2013:80). Bu nedenle, tarım toplumunda hem genelde tüm yönetici tabaka hem de bu tabakadaki çeşitli alt tabakalar için kültürel bir türdeşleşmeden çok kültürel farklılaşma yönünde bir baskının mevcut olduğunu söylemek mümkündür. Denilebilir ki, tarım toplumunda kültür ayrıştırıcı bir işleve sahiptir.

25

Sanayileşmiş toplumlarda ise kültür ve siyaset arasındaki ilişkinin değişime uğraması toplumsal yapının tümüyle değişimine sebep olmuştur. Modern öncesi dönemde kesin çizgilerle belirlenmiş olan toplumsal roller nedeniyle bireyin toplumsal konumu doğuştan gelen bir nitelik olarak belirmekteydi. Gellner’e (2013:99-101) göre sanayileşmenin temel nitelikleri olan süreklilik, gelişme ve büyüme hedefi nedeniyle modern toplumun üyeleri hareket halindedir. Tarım toplumunun aksine kültürel birlikteliğin ve asgari eğitimin zorunlu olduğu modern toplumlarda üretimin aksamadan devamını sağlayacak nüfus yapısı önemlidir. Bu nedenle sanayileşmiş toplumların eğitim sistemleri, tarım toplumlarından hem daha farklı hem de daha önemli bir konumdadır. Eğitimin standartlaştırılmış yapısı göze ilk çarpan farklılıktır, öte yandan uzmanlaşma önemli idi ancak sadece standart eğitimden sonra alınabilir. Böyle bir kültürel aynılaştırmanın başlıca amacı tüm toplumun standart bir dilde okuyup yazmasını yani anlaşabilmesini sağlamaktır.

Eski dünyalar der Gellner, bir yanda her biri bir amaca yönelik, hiyerarşik ve belirli bir anlamı olan tek tek kozmoslardan, diğer yanda da pek birleşmemiş, her biri kendi dil ve mantığını kullanan ve hiçbiri bir düzenlilik içinde sınıflanamayacak alt dünyalardan oluşuyordu. Yeni dünya ise, aksine bir yanı ile ahlaki olarak durağan diğer yanı ise üniterdi (2013:97).

Modern toplumlarda bir insanın eğitimi artık onun en değerli yatırımı sayılmakta ve sonuçta kendisine bir kimlik kazandırmaktadır. Modern toplumlarda modern insan bir krala, bir ülkeye ya da bir dine değil bir kültüre bağlılık göstermektedir. Artık sanayi insanının yerel halkın değil de ancak okulun sağladığı kültürle yararlı, onur ve özsaygı sahibi olabileceği gerçeğinin tersinden ifadesi, bu insanın aynı şeylere başka türlü ulaşmasının mümkün olmadığıdır (2013:113-114).

Böyle bir eğitim alt yapısı kurumların en büyüğü olan devlet dışında hiçbir kurumun üstlenemeyeceği kadar büyük ve pahalıdır. Öte yandan böylesine bir yükün altından ancak devlet kalkabilir ve onu yine ancak devlet denetleyebilir.

26

“Kültür artık aynı zamanda daha sert ve zorlayıcı kısıtlamalarla varlığını sürdüren bir toplumsal düzeni sadece süsleyen, onaylayan ve ona meşruiyet sağlayan bir araç değildir; kültür şimdi ihtiyaç duyulan ve paylaşılan bir ortam, yaşam için gerekli kan ya da belki de toplumun üyelerinin sadece onunla soluk alabildiği, hayatını idame ettirdiği ve üretimi gerçekleştirdiği asgari ortak bir atmosferdir (2013:116).”

Bu nedenle kültür artık herkes için aynı olmalıdır, çünkü gelenekten farklı olarak ancak büyük ve yüksek bir kültür toplumları bir arada tutabilir. Devlet ve kültürün geçmişte zayıf, rastlantısal, değişken ve gevşek olan ilişkisi toplumsallaşma zorunluluğuna bağlı olarak artık kaçınılmazdır. Ulusçuluğun anlamı da bu noktada belirmektedir.

Kısacası Gellner’e (2013:137-140) göre nesnel kaçınılmaz bir zorunluluğun dayattığı kültürel türdeşlik sonunda ulusçuluk olarak belirmekte ve uluslar da ancak ulusçuluk çağında tanımlanabilmektedir. Bu anlamda ulusların ortaya çıkışı toplumsal koşulların sadece seçkinleri değil tüm halkı kapsayan standartlaşmış, türdeş ve merkezi yüksek bir kültürün oluşmasına imkân vermesine bağlıdır. Dolayısıyla ulusçuluk ulusların bir ürünü değil tam tersine ulusları meydana çıkaran ulusçuluğun kendisidir. Ulusçuluk; daha önceki küçük gruplar tarafından yerel düzeyde kendilerine özgü bir biçimde yeniden üretilen folk kültürlere dayalı yerel grupların karmaşık yapısı yerine her şeyden önce yukarıda sözü edilen bu tür bir ortak kültürün bir arada tuttuğu, birbirlerinin yerini alabilecek atomize bireylerin oluşturduğu anonim kişisel olmayan bir toplumun kurulmasıdır.

Ulus ve ulusçuluk düşüncesinin modern çağa ait birer olgu olduğunu düşünenlerden biri de Benedict Anderson’dur. Anderson’a (2015:19-22) göre ulus, hem sınırlı hem egemen olacak şekilde hayal edilmiş siyasal bir topluluktur. Hayal edilmiştir çünkü en küçük ulusun üyeleri bile diğer üyeleri tanımayacak, onlarla tanışmayacak, çoğu hakkında hiçbir şey işitmeyecektir ama yine de her birinin

27

zihninde toplamların hayali yaşamaya devam eder. Uluslar sınırlı olarak hayal edilir çünkü en büyük ulusun bile, ötesinde başka uluslara mensup insanların yaşadığı, esnek de olsa sonlu sınırları vardır. Aynı zamanda uluslar egemen olarak hayal edilir çünkü Aydınlanma ve devrimler ile ilahi olarak buyurulduğuna inanılan hiyerarşik hanedanlığın yerinden edildiği bir çağda doğmuştur. Son olarak ulus, bir topluluk bir cemaat olarak hayal edilmiştir çünkü her ulusta geçerli olan eşitsizlik ve sömürü ilişkileri ne olursa olsun ulus daima derin ve yatay bir yoldaşlık olarak algılanır. İnsanların ulusları uğruna hayatlarını feda etmelerini sağlayan işte bu kardeşlik duygusudur.

Anderson bu noktada Gellner’i eleştirir ve böylece uluslar hakkındaki düşüncesini daha iyi anlamamızı sağlar. Ulusçuluğun sahte maskeler takındığını kanıtlama endişesi içine olan Gellner; “icat”ı hayal ve yaratım ile birlikte değil, uydurma ve sahtekârlıkla birlikte anmakta, bu yolla sahtelerin dışında kalan hakiki toplulukların varlığını ima etmiş olmaktadır. Oysa Anderson’a göre tüm nüfusun birbirini tanıdığı küçük köyler dışındaki bütün cemaatler hayal edilmiştir. Topluluklar birbirlerinden sahtelik-gerçeklik boyutu ile değil hayal edilme biçimlerine göre ayrıştırılmalıdır.

Anderson hayali cemaatler adını verdiği ulusların oluşumunu açıklamaya onu, kendisini önceleyen geniş kültürel sistemlerle ilişkilendirerek başlar ve bunların din ve hanedanlık olduğunu dile getirir (2015:26). Orta çağın sonlarına kadar egemen olan din ve hanedanlık, 17. yüzyılla birlikte Avrupa dışı fetihlerin ve kutsal dil olarak kabul edilen Latince’nin önemini yitirmeye başlamasıyla hızlı bir inişe geçmiştir. Ancak ulus olarak tasarlanan cemaatlerin basit bir şekilde dinsel cemaatlerin ve hanedanlığın yerini aldığını söylemek elbette mümkün değildir. Bu gerilemenin temelinde dünyayı kavrama tarzında meydana gelen köklü değişiklikler yatmaktadır ve ulus tahayyülüne en çok katkıyı da bu yapmıştır (2015:37).

28

Anderson’a göre zaman anlayışında yaşanan değişim, ulusun hayal edilebilmesini sağlayan ilk önemli gelişmedir. Orta Çağ’ın “eşzamanlılık” anlayışının yerini alan, zamanın saat ve takvimle ölçülebilir, bugünü dün ve yarından ayırabilir hale gelmesiyle artık geçmişten gelerek geleceğe uzanan bir topluluk hayal etmek mümkün hale gelmiştir. İlaveten, gazetelerin ortaya çıkışı ve kitlesel tüketimleri hem zamanın akıcılığını hem aynı zaman diliminde yeryüzünde var olan ulusların kanıtı niteliğini taşıması hem de okuyucularını sessiz bir törensellikle anonimleştirmesi bu hayali cemaatin gündelik hayattaki bağını sağlayan bir diğer önemli gelişme olarak işaret edilmiştir. (2015:37-51).

Yeni ulusal toplulukların hayal edilebilirliğine asıl etkide bulunanın, yeni bir üretim ve üretim ilişkileri sistemi olarak kapitalizm, bir iletişim teknolojisi olarak matbaa ve dilsel çeşitlilik arasındaki rastlantısal ancak altüst edici etkileşim olduğunu dile getiren Anderson (2015:58-61), teknoloji ve kapitalizm arasındaki iç içe geçen karşılıklı etkileşimin çok çeşitli dillerin az sayıdaki yayın dillerine indirilmesini mümkün kıldığını belirtir. Yayın dillerinin bu durumu halk dilleri üzerinde birleşik bir mübadele ve iletişim alanı yaratmış, aynı alana ait olmanın hissettirdiği duygu, ulus olarak hayal edilen cemaatlerin biçimlenmesinde büyük rol oynamıştır.

Bu başlık altında ele alınan ulus ve ulusçuluk düşüncesine ilişkin yaklaşımların literatürde iki genel kategori dâhilinde değerlendirildiği daha önce de belirtilmiş ve özcü olarak sınıflandırılan yaklaşımların artık pek de geçerli sayılmadığı dile getirilmişti. Öte yandan ulusların ve ulusçuluk fikrinin oluşumunu tarihsel olarak