• Sonuç bulunamadı

İtalya’da köle el emeği ile işlenen büyük tarım malikânelerinin oluşması. Zenginleşmiş soylular ve bir

TOPRAKSIZLAŞAN KÖYLÜ SINIFI

I. İtalya’da köle el emeği ile işlenen büyük tarım malikânelerinin oluşması. Zenginleşmiş soylular ve bir

ölçüde atlılar parasal kaynaklarının ve köle el emeğinin artan bölümünü, köleler tarafından işlenen büyük kırsal mülkler ya da “villalar” (çiftlikler) almaya harcıyorlardı. Faizciliği ve vergi müstelzimliği vurgunculuğunu yeğleyen altılar, gerçekten de, sermayelerinin bir bölümünü sanayi ve ticarete yatırıyorlardı. Bununla birlikte, küçük atölyelerle üretilen sanayi malları en yakın pazarlara akıyor ve bunun sonucu olarak tüccar bu alana önemli bir alıcı olarak giremiyordu.

Aynı şekilde Roma ticaretinin ve özellikle deniz ticaretinin yapısı, aracı niteliğindeydi ve doğu Akdeniz uluslarının ticaretleriyle rekabete girecek durumda değildi. Doğulu meslektaşlarının (Küçük Asya Grekleri, Suriyeliler, Fenikeliler, Yahudiler), deneyim, iş bilirlilik ve ilişkilerine sahip olmayan Romalı ve İtalyan tüccarların işlemleri, doğudan gelen tecim mallarının satılmasıyla sınırlıydı, ve işleri için, Suriye ve İskenderiye’den öteye gitmiyorlardı.

Ticaret, genel olarak, sıkıntılı, tehlikeli ve az saygıdeğer sayılıyordu.

Buna karşılık, toprak sahibi olmak, gelir sağlamanın en uygun, en emin ve hatta en “soylu” yolu sayılıyordu. Büyük

topraklara sahip olmak yüksek görevlere giden yolu açıyordu:

Bir toprak zengininin korunaklarını oluşturan kolonların, çiftçilerin, küçük toprak sahiplerinin ve komşu kentlerin varlığında, kendisine bağımlı seçmen elde edebilir ve bunların oyları magistrates (yüksek memurluk) hiyerarşisine bir aşama daha yükselmesine yol açabilir ve eyalet yönetiminde kendisine bu aşamaya denk bir görev sağlayarak, zengin ganimet toplamasına olanak yaratabilirdi.

Appianos (İç savaşlar, I, 7) bu latifundia’ların doğuşunu anlatmaktadır. Appianos, İtalya’nın egemenlik altına alındığı dönemde, ele geçirilen toprakların iki kategoriye ayrıldığını anlatıyor: 1) İster satış, ister kiralama yöntemiyle olsun, Romalı kolonlara dağıtılmak amacıyla parsellere bölünen, işlenen topraklar, 2) Savaşlar nedeniyle yüzölçümü çok daha büyük olan ve “kamu toprağı” (ager publicus) sayılan işlenmeyen topraklar; isteyen herkes, tarlalarının ürününün onda birini, meyve ağaçlarının ürününün beşte birini bulan bölümünü yıllık vergi olarak teslim etmek koşuluyla, bir parsel toprağı işletebilirdi, hayvancılardan alınan vergi orantılı olarak hesap ediliyordu. Bu düzenlemeler küçük köylüleri hoşnut etmeyi amaçlıyordu. “Bununla birlikte, amacın tam karşıtı bir sonuca ulaşıldı. Bu toprakların büyük bir bölümünü ellerinde bulunduran ve bu toprakların kendilerinden uzun bir süre geri alınmayacağı umuduna bağlanan zenginler, ister dinar ödeyip satın alarak, ister zorla ele geçirerek, yoksul komşularının toprak paylarını kendi topraklarına katmaya başladılar ve sonunda uçsuz bucaksız latifundiaların efendisi durumuna geldiler.”

Demek ki, latifundialar, satın alma yoluyla değil de, daha çok kamu malı toprakların occopatio’su (gaspı) yoluyla oluşuyordu.

Büyük aile şeflerinin ve zenginlerin tarımla giderek daha çok ilgilenmeleri nedeniyle, İtalya’da tarımla ilgili yapıtlar çoğalmaya başladı. Çevirilerin (örneğin, Kartacalı Magon’un ve Grek tarım bilimcilerinin kitapları) dışında, tarımla ilgili özgün yapıtlar çıkmaya başladı. Porcius Cato’nun (Eski Cato) (M.Ö. 160’a doğru), M.Terentius Varro’nun (40’a doğru) ve L.Junius Columella’nın (M.Ö. I. yüzyılın ortası) yapıtları bize eksiksiz olarak ulaştılar.

Cato’nin Tarım Üzerine adlı kitabı, ortaya çıktıkları dönemde latifundiaları bize tanıttığı için çok özel bir önem taşımaktadır. Cato, tecimsel nitelikli bir tarım işletmesi biçimini öğütlemektedir. “Mülk sahibi mümkün olduğu kadar fazlasını satıp, mümkün olduğunca azını satın almaya çalışmak zorundadır”, diye akıl vermektedir Cato. Bu nedenle, bir mülk satın alırken, yalnızca toprağın verimliliğine dikkat etmek yeterli değildir, fakat ulaşım ve malların satışı için, “mülkün önemli bir kente, bir denize, ulaşıma uygun bir nehre ya da işlek ve iyi bir yola yakın olması”da zorunludur. Yeni tip malikânelerle tahıl tarımı geri plana itilmiştir. Hangi tarımın kârlı, hangi tarım türünün kârsız olduğu sorusunu, Cato şöyle yanıtlamaktadır: “Birinci sırayı, iyi ve bol şarap veren bir bağ; ikinci sırayı, sulanabilen sebze bahçesi; üçüncü sırayı, sorgun ağaçlığı (sepet örmek için); dördüncü sırayı, zeytinlik, beşinci sırayı, çayırlık, altıncı sırayı, ekilebilir toprak; yedinci sırayı, ormanlar alır.

“(Cato, I, 7) ürünlerin pazarlanması söz konusu olunca, kentlere yakın çiftliklerde, en kârlı tarım türü meyve bahçeciliğidir.

Böylece II. yüzyılda çiftlikler pazara toptan satış yapmak amacıyla düzenlenmeye başladılar; işletme biçimleri kapalı ve göreneksel niteliğini yitirdi.

İşçi başı gerçekte malikânenin kâhyası, genellikle, tarımdan iyi anlayan, eğitim görmüş ve bağlılığını kanıtlamış köleler arasından seçilen villicus’tu. Ondan sonra, çoğu zaman villicus’un karısı olan, hizmetçi ve aşçı kadın, villica geliyordu. İşletmede düzenin korunmasına göz kulak olur, işçilerin yemeklerini erzakları, vb. hazırlardı.

İşçiler temelde kölelerden oluşuyorda. İşlenen toprakta birim başına düşen köle el emeğinin hesabı (Cato ve bir başka tarım uzmanı Sasema’ya göre 100 jugerum bağ için 14 köle) villaların kölelerinin çok aşırı çalıştırıldıklarını kanıtlamaktadır. Bununla birlikte, köleler, yalnızca gündelik ve az çok belli bir niteliği olan işleri yapıyorlardı. Hasat mevsiminde, ivedi işler için, emekleri karşılığı olarak ürünün 1/8’i ile 1/5’i arasında pay alan özgür işçiler politor’lar tutuluyordu. Zeytin toplatmak için, büyük kabalacı birliklerinin reisleriyle görüşülüyordu. Çalışmaya elverişli olmayan ya da sağlığa zararlı yerlerde bulunan toprak parselleri, aileleriyle birlikte çalışan kolonlara, özgür konumlu yoksul köylülere kiraya veriliyordu. Beş yıllık kira sözleşmesi sona erince, gene aynı süre için uzatılıyordu.

Cato’un kitabı, dönemin tarım uygulamalarının birçok kuşağın deneyim birikiminin toplamı olduğunu göstermesi bakımından da önemlidir. Vaktinden önce çift sürme, çeşitli gübrelerin kullanımı, genç ağaçların aşılanması konusunda öğütleri çok ilginçtir.

Alet takımına gelince, daha sonraları olduğu gibi II.

yüzyılda da, krallık döneminde kullanılan, en kaba, en ilkel tarım aletleri, aynı sabanlar, aynı tarla çapası, demirleri orak ve bağ bıçağı kullanılıyordu. Yeni alet olarak, bir tür yağ cenderesi olan trapetum’u, eşeklerin çevirdiği değirmentaşlarını sayabiliriz, ama hâlâ üzüm ayakla eziliyor,

buğday dibekte dövülüyordu. Hiç kuşkusuz burada, köle çalışmasının Marx’ın işaret ettiği özelliği söz konusudur.

“Köle onlara (aletlere) con amore kötü davranır. Bu nedenle, en sağlam ve en ağır iş aletlerini kullanmak zorunluluğu, bu üretim biçiminde kabul edilmiş bir ekonomik ilkedir. Çünkü bu aletlerin kabalıkları ve ağırlıkları onların bozulmalarını daha güçleştirir.”17 Köle el emeği kullanan büyük tarım işletmesi, buna göre, teknik bir çıkmaza girmiş bulunuyordu ve gelişmesi, rasyonelleşmesine izin vermeyen aşılmaz engellerle karşılaşıyordu.

Ama köle sahipleri için daha da korkuncu, kölelerin aletleri ve iş hayvanlarını gizlice baltalamakla yetinmemeleriydi.

Öfkeleri karışıklık çıkartıp güç kullanmaya dönüşebilir (ki artık görülüyordu) ve malikânelerin yağmalanmasıyla sonuçlanabilirdi. Bu olasılığın kaygı verici tahmini, Cato’nun şu sözlerini açıkça esinlendirmiştir. “Komşularına karşı iyi niyetli ol ve kölelerinin onlara karşı kabahat işlemelerine izin verme. Eğer onlarla iyi komşuluk yaparsan, satacağını kolayca satar, işçi kiralayabilirsin…ve Allah göstermesin başına bir hal gelecek olursa, severek seni savunmaya koşarlar” (Cato, 4.bölüm). Cato, olasılığı büyük toprak sahiplerini bir karabasan gibi ürküten, onların gözünde toprağa yatırım yapmayı güvenilmez kılan bu felaketi kesinlikle adlandırmaktan çekiniyor gibidir.

2. Roma ve İtalik köylü sınıfının topraksızlaşması; “kent plebi”nin ortaya çıkışı. Plinius daha I. yüzyılda

“Latifundialar İtalya’yı mahvettiler”, diye belirtmektedir.

Gerçekten de, III. ve II. yüzyılların sonu gelmez savaşları, bu savaşları desteklemek için alınan olağanüstü vergiler, tarımda köle iş gücünün kullanımının yaygınlaşması, fethedilen

ülkelerden ucuz buğday akını küçük işletmeleri yıkmış ve İtalya’da çiftçilerin büyük bir bölümünün kamulaştırılması için elverişli koşulları yaratmıştı. Büyük mülk sahipleri, ister malikânelerine komşu olan toprak parsellerini yoksul köylülerden parayla satın alarak, ister ellerinden bunları zorla alarak, Roma ve italik köylü sınıfının genel yıkımından yararlanmaya başladılar. (Appianos, İç savaşlar, 1, 7) Plutarkhos (Tiberius Gracchus 8) da aynı şekilde, “zenginler, adamları aracılığıyla, yoksulların topraklarını kiralamaya başladılar, daha sonra bunların büyük bir bölümüne açıkça el koydular, yoksullar kendi topraklarından kovuldular” diye anlatmaktadır.

Köylülerin topraksızlaşması, zaten, İtalya’nın çeşitli bölgelerinde eşitsiz bir biçimde gelişiyordu ve her ne olursa olsun henüz tamamlanmamıştı. Bundan en çok etkilenenler güneydeki hayvancılık bölgeleriydi (Bruttium, Lucania, Apulia). Ama Campania, Latium ve Etruria’da, zayıf düşmüş ve sallantıda, hâlâ epeyce küçük işletme vardı. Samnitlerde Pealinglerde Marslarda küçük köylü işletmeleri olduğu gibi duruyordu ve bu dağlık ve sarp bölgelerle latifundialar pek gelişmemişti. Nihayet, İtalya’nın kuzeyi, Gallia Cisalpina, küçük ve orta kırsal mülklerin toplandığı bir bölgeydi;

öldürülen ya da kovulan Gallialıların topraklarından pay (30 jugerum ve daha yukarı) dağıtılmış olan Romalı ve Latin kolonlar, bu verimli topraklarda rahatça yaşıyorlardı.

Bununla birlikte, köylü işletmelerinin sayısı II. yüzyılda azalıyordu. Sayıma göre bir toprak mülküne sahip olan ve askerlik çağında bulunan Roma yurttaşlarının sayısı, 169 ve 135 yılları arasında 20.000 azalmıştı, ama hâlâ en azından 300.000’in üzerindeydi.

Mülksüzleşenlerin bazıları çiftçi kolonlar olarak memleketlerinde kalıyordu, bazıları ise para karşılığı ücretli ya da yarıcı (partiari, politores) olarak gündelikçilik yapıyorlardı. Ama tarım işçilerinin kazançları çok düşüktü ve yalnızca mevsimlikti. Böylesine bir durumda, tarım çalışanlarının büyük toprak sahiplerine düşmanlık duymaları, malikânelerini ve öteki mallarını paylaşmayı düşlemeleri hiç de şaşırtıcı değildir.

Ama III. yüzyılın başında itibaren, yıkılmış ve mülksüzleşmiş köylü yığınları, yaşama olanağı bulabilmek için kentlere göç etmeye başlamışlardı. Bunların bazıları zanaatçılık yapıyorlardı: III. yüzyılda, Roma’da birçok fırıncı, boyacı, keçeci ve ayakkabıcı açılmıştı. Başkaları küçük ticaret yapıyor ya da meyhane açıyorlardı. Nihayet, kimileri de duvarcılık, kayıkçılık, hamallık ve tayfalık vb. yapıyorlardı.

Ama sürekli ve belli bir iş bulamayan çoğunluk, serseri, yoksul ve asalak hayatı sürüyordu. Bu boş mideliler kalabalığı, bir lokma yiyecek almak için bir-iki as kazanabilecekleri bir iş bulmak amacıyla günlerini Forum’da ve pazarlarda geçiriyorlardı. Mutsuz oyuncular bunları

“alkışçı” olarak kiralıyorlardı, seçimlik görevlere aday olanlar için gerekli olan oyu bunların arasından satın alabilirlerdi ve zenginler sayısız yandaşlarını bunların arasından oluşturuyorlardı.

Roma ve İtalya’nın öteki kentlerinde, çağdaşlarının küçümseyerek kent plebi (plebs urbano) adını taktıkları bir aşağı halk katmanının ortaya çıktığı görüldü. Dönemin mevcut bütün üretim dallarında, ucuz köle kol gücünün kullanılması, kent pleblerinin, özgür bir ücretli sınıfı oluşturmasına engel oluyor, rastlantısal ücret ve zenginlerin sadakalarından başka geçim kaynağı bulunmayan, aylak ve aç

bir hayata mahkûm ediyordu. Bu koşullarda, doğal olarak, kent plebleri giderek çalışma yeteneklerini ve hatta sürekli bir iş bulma arzularını yitiriyorlardı. Bu nedenle, bunlara Roma’nın “aylak ayaktakımı” adını takan Marx, Yeni Avrupa’nın işçi proletaryasının karşıtı olarak göstermekteydi:

“Roma proletaryası toplumun kesesinden yaşıyordu, oysa çağdaş toplum proletaryanın kesesinden yaşamaktadır.18 Roma toplumsal hareketinde, kent plebi, çağdaş proletaryanın tersine, ilerici ve çevrimci bir güç oluşturmuyor, ama toplumsal gelişmeyi frenleyerek son derece zararlı bir rol oynuyordu.

17 K. Marx, Capital, Livre 1 er, to me 1 er, P. 196

18 Karl Marx, Le 18 Brumaire de Louis Bonaparte, Paris, Editions Sociales İnternationales 1928, P.22.

ELLİ İKİNCİ BÖLÜM

III. YÜZYILIN SONU VE II. YÜZYILIN