• Sonuç bulunamadı

İslâm’ın modern dünya’ya cevabı nedir?

İslâmcılar’ın başından beri şu soruyu sorduklarına işaret ettik:

“İslâm dünyasının gerileme sebepleri nelerdir?”

Gerek İslâmcı akımların yaşadığı zengin tecrübelerden, gerekse global anlamda modern dünyanın geldiği noktadan ve belki de yeryüzü gezege-nini tehdit etmekte olan yakın ve orta vadeli tehlikelerden hareketle, bu sorunun yanlış sorulduğunu, ana problemin de aynı şekilde yanlış vaz’e-dildiğini söyleyebiliriz. Eğer bazılarımız için bu soru hâlâ anlamlı ise, bu bazılarımız, İslâm dünyasında bir “gerileme”nin hâlâ sürmekte olduğunu kabul ediyorlar demektir. Bu, zımmen bugün bütün dünyanın ve gezege-nin başına sayısız felaketi getiren modern bakış açısının gerisindeki Kar-tezyen felsefe, bilimsel yöntemle elde edilmiş değerden bağımsız mutlak ve kesin pozitif bilgi ile evrenin mekanik tasavvurunun doğruluğunu ve geçerliliğini de kabul etmekle aynı şeydir. Zira geldiğimiz noktada Batı’nın yakın tarihinde kaydedilen bu gelişmenin onun Aydınlama sayesinde elde

İslâm’ı ve Tarihini Okuma Biçimleri

ettiği yeni dünya görüşünden ayrı düşünülemeyeceğini bize göstermiştir.

Söz konusu dünya görüşüne vücud veren seküler/laik, profan, sömürücü ve tahripkâr paradigmanın içerdiği kurucu ilkeler, temel felsefi varsayım-lardır. Bu durumda bizim “geri” kalışımızın “niteliği” üzerinde yeni bir tartışma açmak gerekir. Bu ise bizden önceki İslâmcıların gündemini tek-rar etmek olur.

Kuşkusuz geneldeki İslâmcı akım ve hareketlerin, modern dünyayı var eden kurucu ilkeler bağlamında, laik ve tahripkâr paradigmayı yeterince sorguladıkları ve onun öngördüğü modern hayat biçimine muhalif, alter-natif veya hiç değilse farklı hayat biçimleri tasarlayıp önerdikleri söylene-mez. Bu trajik ve paradoksal durumun en açık kanıtı, birçok İslâmi hareket ve partinin özünde dünyevi ve ulusal hedeflere yönelmiş olmalarıdır. Ulu-sal hedefler ile toplumUlu-sal refah arasında yakın bir bağlantı var. Ümmetin bir parçasını refaha kavuşturmak isteyen bir hareket, hangi ölçülerde İslâ-mî olursa olsun, son tahlilde bu hareket ulusal olmak zorundadır. Ulusal-laşmış bir İslâmcı hareketin nihai talebi, “İslâm âleminin liderliği“ne sahip çıkmak şeklinde somutlaşır. Oysa temel bir İslâmî talep olarak, ümmetin kendi liderliğini kendisinin üstlendiği bir Felah Toplumu’na ulaşması de-ğil mi? Benzer dünyevi ve ulusal (milli) talepler, Mısır, Türkiye, Ürdün, Pakistan vb. ülkelerde faaliyet gösteren İslâmî akım ve hareketlerde açıkça gözleniyor. Bir diğer önemli nokta şudur:

Modern proje, bütün dünyaya yayılıp bütün ülkeleri birer refah toplu-mu seviyesine getiremez. “Din ve Modernizm” adlı çalışmamızda göster-meye çalıştığımız gibi, buna dünyanın fiziksel kaynakları yetmez, gezegenin canlı hayatı dayanamaz. Düşünün ki Çin ve Hindistan, Almanya ölçeğinde araba kullanıp fabrika bacası tüttürecek olsa, bütün yeryüzündeki hayat bir haftada söner. Hindistan, bir yıllığına Hollanda ayarında tarımda gübre kullanacak olsa, bugün dünyanın bilinen kaynaklarının 3.5 katını bulması gerekir. Halbuki dünyanın kaynakları buna yetmez.

Kaldı ki bu modern projenin bizim gibi ülkeler için bir illüzyon ol-duğunu sanayileşmiş ülkeler biliyor ve fakat mevcut eşitsiz durumun de-vamını sağlamak amacıyla günün birinde onlar gibi kalkınabileceğimizi, bunun için de serbest piyasa ve liberalizasyon politikalarını benimsememiz

gerektiğini telkin edip duruyorlar. Bu, kendi hatırına yani bizzat serbest ekonominin doğası itibariyle değil, fakat aktüel uluslararası ilişkilerin do-ğası ve düzeni açısından kesin bir aldatmacadır. Güçsüzler, güçlülerin kal-kınma programlarını uyguladıkça, onlar daha çok zenginleşecek, güçsüz-ler ise daha çok yoksullaşıp güçten düşecek. Sanayileşmiş ülkegüçsüz-lerin dünya nüfusu içindeki payları yüzde 17 iken, dünya kaynaklarının yüzde 80’ini kullanıyorlar ve yakın bir gelecekte her 10 kişiden 9’u yoksulluk içinde kıv-ranırken ancak bir Kuzeyli refah içinde yaşayacaktır. Bu her şeyi yeterince anlatmıyor mu?

Böylesine acımasız, tahripkâr ve bütün canlı hayata son vermeye yö-nelmiş modern bir dünyada, elimizde ekonomik ve teknolojik kalkınma programları ile kitlelere refah, zenginlik ve sınırsız tüketim özgürlüğü va-dederek siyasal iktidarlar peşinde koşarken, hakiki ve nihai amaçlarımızın ne kadarı İslâmi olacak? Bu, İslâm kılıfı altında akıntıya kürek çekmek, çark içinde öğütülmeyi ve tabiî sonunda bütün temel iddialarından vazgeçip yok olmayı kabul etmekten başka bir şey değildir.

Yakın tarihimizde ve zengin İslâm coğrafyası üzerinde büyük deneyler yaşandı. İran’da İslâm devrimi oldu; Afganistan’da kurtuluş savaşı veril-di; Pakistan ve Sudan’da Müslümanlar askerî darbe yoluyla işbaşına gelveril-di;

Malezya’da Japon modeli uygulandı ya da Pasifik modeline uyum sağlandı;

Mısır’da sistemle entegre olundu; Cezayir’de demokrasi denenmek istendi;

Türkiye’de ağır aksak demokrasi deneniyor; Irak, Suriye ve Libya’da askerî diktalarla, Körfez ülkelerinde dinî monarşilerle işbirliğine girildi; ya da bü-tün bunların dışında silahlı mücadele yolu seçildi. Ancak şu ortaya çıktı ki, İslâmiyet’i “salt bir siyasal model” şeklinde takdim etmek geçerli ve sahici bir çözüm değildir. Kabul etmek lazım ki, bugünkü İslâmî hareketler ta başından beri saydığımız nedenlerle Batı modernizmine karşı alternatif bir proje sunamıyorlar.

Bu da şunu gösteriyor ki, 60’lı ve 70’li yıllarda hayli önemli olan “İs-lâmî bir iktidara nasıl ulaşılabilir?” sorusu bugün büyük ölçüde anlamlı olmaktan çıkmıştır. Çünkü siyasi iktidara gelen Müslümanlar, alternatif bir dünya sunamadılar, modernliği kötü bir biçimde kopya ettiler ve onun kül-türünü tüketmekle yetindiler. Şüphesiz bundan, Müslümanların her türlü

İslâm’ı ve Tarihini Okuma Biçimleri

siyasi taleplerinden vazgeçmeleri, onların temel hak ve özgürlüklerine say-gısı olmayan rejimlere ses çıkarmadan baskılara boyun eğmeleri gerektiği gibi abes bir sonuç çıkarılmamalıdır. İslâm, diğer bütün dinlerden farklı olarak siyaset olmadan olmaz; ama salt siyasete de indirgenemez. Modern bağlamında salt siyaset, özerkleşmedir ve hedefi salt dünyevi iktidar, mad-di başarı ve refahtır. İslâmcıların ilk sorgulamaları gereken bu olmalı.

Çözüm, siyasi talepleri içine alan, meşru siyaseti bütündeki yerine oturtan ve fakat salt siyaseti ve siyasi talepleri de aşan evrensel bir ümmet ve medeniyet projesidir. Bu projenin Batı ile mutlak bir çatışma içine gir-mesi de gerekmez. Belki işbirliği ve karşılıklı diyalog yoluyla da insana yeni ufuklar gösterilebilir.

İslâm dünyasında acil çözüm bekleyen temel sorunlar var; elbette bunlar görmezlikten gelinemez: Yoksulluk, parçalanma, cehalet, baskı re-jimleri, ahlâkî zaaflar, İslâm adına işlenen yüz kızartıcı suçlar vs.. Ama biz beşerî, maddî, fikrî ve tabiî kaynaklarımızı birleştirip bütün bunların altın-dan kalkabiliriz. Bunun da yolu ümmet temelinde çoğulcu, katılımcı, sivil ve alternatif evrensel çözümler öneren sahih İslâmî bir projeden geçer.

Hıristiyanlık kendi tarihsel tecrübesine mahkum ve bir kanadıyla mo-dern dünyanın suç ortaklığına katılmış bir dindir. Şimdi kendini yeniliyor ve tarihinden özür diliyor. Yahudilik, evrensel bir iddia değildir. Doğu dinleri ise ölmüş kültürlerdir, kolayca sekülerleşip modern dünyaya uyum sağlayabiliyorlar.

Geriye dünyada iki rakip güç kalıyor: Bunlar da manevi ve ahlaki hiçbir denetimi kabul etmeyen Batı modernizmi ile Allah’ın kucaklayıcı rahmeti olan İslâm. Eğer bu dinin müntesipleri, İslâm’ı evrensel bir kurtuluş yolu olarak sunabilirse, bu, yalnız İslâm dünyasının değil, bütün acılı insanların, kısaca dünyanın ve gezegenin kurtuluş umudu olacaktır.

Öyleyse İslâmcıların geçen yüzyılın sonlarında ortaya attıkları “İslâm dünyasının gerileme sebepleri nelerdir?” sorusunu, gelin biz bu yeni yüzyı-lın başında hep birlikte şöyle sorup doğru cevabını arayalım:

“İslâm’ın modern dünyaya cevabı nedir?”

Bu çalışmanın son bölümünde bu soruya ve bu soruya verilebilecek muhtemel cevaba dönme fırsatını bulacağız.

SOSYOLOG VE İSLÂMOLOGLAR’IN