• Sonuç bulunamadı

“İslâm dünyası niçin geri kaldı?”

Yaklaşık 150 yıldır “İslâm dünyasının gerileme sebepleri” üzerinde çe-şitli araştırma ve tartışmalar yapılmaktadır. Görünen o ki ilerlemeci tarih görüşünün temelsiz bir inanç, içi boş bir hurafe olduğu anlaşılmadıkça bu konu ile ilgili tartışmalar sürecektir.

Geçen yüzyılda Cemaleddin Efgani’nin (İranlılar’ın deyimiyle Esada-badi) aktif katılımı ve bir yerde yönlendirmesiyle Müslüman dünyanın zi-hin hayatının tam ortasına gelip oturan bu konu, temelde bir ön kabulden hareketle şöyle vazediliyordu: İslâm dünyası uzun süren bir durgunluk dö-neminden sonra “gerileme” sürecine girmişti. Bu ön kabulün dayanakları oldukça kesin, açık ve somuttu. Bunların başında genelde İslâm dünyası ve özelde Osmanlı devletinin Avrupa ile giriştiği savaşlarda askerî yenilgilere uğraması ve bunun sonucunda Müslümanların, kimi yerde toprak kaybe-derken, kimi yerde doğrudan siyasi ve askerî bağımsızlıklarını kaybedip sömürge durumuna düşmeleriydi.

Gerçekten peş peşe gelen askerî yenilgilere yakından bakıldığında du-rumun vehameti daha iyi anlaşılıyordu. Avrupa ile giriştiği çetin savaşlar sonunda bir zamanlar Viyana önlerine kadar iki defa giden Osmanlı dev-leti, 1774 yılında imzaladığı Küçük Kaynarca Anlaşmasıyla Batı karşısında yenilgiye uğradığını resmen kabul etmiş oluyordu. Bundan 24 yıl sonra yani 1798’de Napolyon Mısır’ı işgal etmiş, arkasından bunu 1830’da Fran-sızların Cezyair’e girmeleri izlemişti. Hind kıtasında yenilgiler 18. Yüzyılın

ikinci yarısında başlamış ve Bengal bölgesi (Moğol Müslümanları) İngiliz hakimiyetine girmişti. Hind yarımkıtasındaki en büyük yenilgi ise bilindiği gibi 1852’de Hind-Pakistan alt-kıtasının İngilizlerin denetimine girmesiy-le tamamlanacaktı. Aynı tarihgirmesiy-lerde Rusya igirmesiy-le giriştiği savaşta, Aras nehri kuzeyindeki toprakları, “Kafkasya’daki 17 şehri” kaybeden İran, onur kırı-cı bir anlaşma (1828) imzalamak zorunda kalmıştı. 1881’de Fransızlar’ın Kuzey Afrika’nın hassas bölgelerinden biri olan Tunus’u ve ardından bir yıl sonra İngilizlerin Mısır’ı ve stratejik önemi tartışılmayan Süveyş

Kanalı-’nı işgal etmeleri bütün İslâm dünyasında tam bir panik havasının doğması sonucunu doğurdu.

Bu yenilgiler ve askerî işgaller sürerken, İmparatorlukta ve özellikle Saray çevrelerinde bu sonu nerede biteceği belirsiz onur kırıcı durumdan kurtulma yönünde çeşitli arayışlar başladı. Esasında bu süreç daha önce başlamıştı. Padişahlar, zaman zaman ya ulemadan durumu anlatan rapor-lar yazmarapor-larını istemişler veya Avrupa’daki gelişmeleri izlemeyi düşün-müşlerdi. Nitekim Damat İbrahim Paşa, Fransa’ya elçi olarak gönderdiği Yirmisekiz Mehmet Çelebi’ye Avrupa’daki gelişmeleri yerinde izlemesini ve rapor etmesini istemişti. 1786’da başlayan Osmanlı-Rus savaşı, Os-manlı ordusunun yenileşmesine bir süre sekte vurmuşsa da hemen sonra Fransa’nın, Osmanlı ordusunu yenileştirme çabalarını üstlenmesine karar verilmişti.

III. Selim’in ulema ve Yeniçeri ocağının gücünü nötralize etmek ama-cıyla Nizam-ı Cedid adı altında yeni bir ordu kurmak istemesi ile daha son-raları II. Mahmud’un 1826’da Yeniçeri ocağını tasfiye edip yerine Asakir-i Mansure-i Muhammediye adlı talimli bir ordu kurması hep bu çerçevede düşünülen ve fakat askerî sahalara inhisar etmekle yetinilen tedbirlerdi.

Asıl en büyük reform, 1839’da Tanzimat Fermanı’nın ilanıyla gerçekleş-tirildi. Mustafa Reşit Paşa’nın hazırlayıp Abdulmecid’e onaylattığı bu ıs-lahat programı geniş ölçüde birtakım sosyal, hukuki ve idari değişiklikleri içeriyordu.

Tanzimat Fermanı iki bakımdan önemliydi:

İlki, tarihi boyunca miraslarını devraldığı diğer devletler gibi (kısmen Emevi ve Abbasi ve ağırlıklı olarak Selçuklu ve Bizans) Osmanlı devleti,

bireye ve hangi dinden olursa olsun yönettiği Milletler’e yönetim alanını kapalı tutan ve örfî temele dayanan yapısından hareketle, bizzat kendisi ve resmî olarak Batılılaşma’yı ‘resmi bir politika” şeklinde formüle ediyor ve önlerine koymuş oluyordu. İkincisi, bu kararıyla Saray veya devlet, Os-manlı’nın politik toplumunu teşkil eden ulema sınıfını geleneksel Osmanlı ordusuyla birlikte tarihe havale etmek istiyordu.

Bunun ne anlama geldiğini tam olarak kavramak için Osmanlı sosyal hayatının genel yapısına kısaca temas etmekte yarar var:

Bugünkü terimlerle ifade edecek olursak, Osmanlı’da “sivil” ve “resmî/

politik” olmak üzere iki toplumsal yapının varlığından söz edebiliriz. Sivil toplum Şeriat’la korunmuş, halkın gündelik hayatının tamamı demektir.

Osmanlı, Şeriat kurallarının geçerli olduğu alanlarda adalete büyük önem verirdi; çağdaşları Avrupalı devletlerle mukayese edildiğinde dönemin en adil devleti olarak öne çıkar. Sivil hayatta Şeriat, halkı devlete karşı koruyan güvenilir ve etkili bir kalkandır. Bir yönüyle Osmanlı toplumu sivil hayatın devlete karşı Şeriat’la korunduğu bir tür “Hukuk toplumu” sayılır.

Ancak Şeriat’ın alanı siyaset ve yönetimin başladığı sınırda bitiyordu.

Bundan sonra Örf hukuku başlardı. Bu duruma göre politik toplumda Örf hukuku ve Örfi yönetim geçerliydi. Halktan birtakım bireyler ve zümreler, yönetim ve siyaset işlerine karışmadıkları sürece güvenlik içindeydiler. Ama yönetim işlerine bulaştıkları andan itibaren onlar için geçerli olan Şeriat ya-saları değil, temelleri 16. Yüzyılda atılmış ve geniş ölçüde eski Türk devlet geleneklerinden, Bizans tecrübesinden devşirilmiş bir tür Cengiz Yasası olan Örfi hukuktu. Bundan dolayı Osmanlı’da siyaset “katl (öldürme)” ile eş anlamlı bir sözcüktür ve “siyaseten katil”den bazan 4. Murad dönemin-de olduğu gibi Şeyhülislâmlar bile nasibini alırlardı. Sadrazam, paşa, kadı ve hatta küçük çocukların öldürülmesi siyasetin kendisine adandığı Nizam-ı alem için geçerli teamüllerindendi. OsmanlNizam-ı’nNizam-ın genel perspektifinden Nizam ancak devletle kaim olabilirdi; bundan dolayı “ebed müddet” olan devletin başındaki sultan Allah’ın yeryüzündeki gölgesi (Zillu’llah fi’l-arz) hükmündeydi.

Osmanlı’da devlet veya politik toplumun üç sac ayağından bahsetmek mümkün. Bunlar da, Askerler (seyfiye), Bürokratlar (kâlemiye) ve Ulema

İslâm’ı ve Tarihini Okuma Biçimleri

(ilmiye) idi. İşte Müslüman birey, toplum (ümmet) ve devletle organik bağı olmayan sivil ulemanın yokluğu veya bunlar önündeki siyasal katı-lım kanallarının tıkalı olması ya da yönetimde fiilen görev almış bulunan ulemanın resmî toplumun bir parçası olması, Osmanlı’da devleti her şey kılan, çoğu zaman hikmet-i hükümetle hareket eden ve dolayısıyla politik ve idari alanı, bütün güç ve kuvveti elinde toplayan fetiş bir kimliğe bürü-müştü. Açıktır ki böylesine güçlü ve muktedir bir devlet, ümmetin bütünü adına da birtakım etkili ve köklü kararlar alma yetkilerini elinde tutuyordu.

Bunun en somut göstergesi, Osmanlı’da Saray’ın Tanzimat Fermanı ile Batılılaşma kararını alabilmiş olmasıdır.

Fakat tuhaf bir gelişme şeklinde gözükse bile, Batılılaşmaya ilk büyük tepki sivil halk güçlerinden değil ulema’dan geldi. Burada paradoksal bir durum göze çarpar. Çünkü sosyal hayatın bütününü Batılılaşma yönünde değiştirmeye karar veren devlet, sonuçta asker ve bürokratlar yanında ule-ma sınıfına da dayanıyordu. Şu halde hiç değilse teorik olarak uleule-manın tepki göstermemesi beklenirdi.

Tabiatıyla durumun iç yüzü farklı bir mahiyet arzediyordu. Çünkü II. Mahmut’la başlayan süreç, bir bakıma devletin üç sınıfı arasındaki mu-tabakat’ın (konsensus) bozulması sonucunu doğurmuştu. Bunun makul sebepleri vardı.

En başta sorunun çözümünü devletin askerî yapısını Batılı usûl ve tekniklere göre yeniden tanzim etmekte gören Saray, bu değişikliğin askerî kanada önemli roller yükleyeceğini tespit etmişti. Buna bağlı olarak Tan-zimat Fermanı’yla devletin sosyal, hukuki ve idari yapısında temel değişik-likler öngörüldüğünden, bu işte bürokratlara büyük görevler düşüyordu.

Her iki alandaki değişiklik arzu ve tasarıları yepyeni bir vizyon, yeni bir bakış açısı, yeni bir zihniyet gerektiriyordu. Oysa ulema, aşınmış ve hayli demode olmuş kavram ve çözüm şekilleriyle yeni reformun çok uzağına düşüyordu. Nitekim III. Selim’den ve hatta öncesinden bile, ne zaman ule-ma’ya, “Devleti içine düştüğü bu durumdan nasıl kurtarabiliriz?” şeklinde bir soru yöneltilse, ulema “Atamız Kanuni Sultan Süleyman’ın gelenekleri-ne dögelenekleri-nelim” diyerek eski kurum ve şekillere dönüşü teklif etmekten başka bir çıkış yolu göster(e)miyordu.

Öyle anlaşılıyordu ki; ulema sağlıklı ve gerçekçi bir çözüm üretebi-lecek durumda değildi. Ama yönetim üzerinde büyük bir etkiye sahipti.

Gücünü bilhassa Yeniçeri ocağından ve halk üzerindeki görece saygısından alıyordu. II. Mahmut, ulemayı tasfiye etmenin etkili bir yolu olarak Ye-niçeri ocağını ortadan kaldırınca ulema bir anda desteksiz ve savunmasız kaldı. İşte Tanzimat Fermanı ve bunu izleyen 1856 Islahat Fermanı bu şartlar altında ilan edilebildiler.

Devlet, 19. Yüzyılın ikinci yarısından sonra fiilen ulemayı devletten tasfiye etme yoluna gitti ve bunun yerine asker ve sivil bürokratların ısrar-lı arzusu olan Batıısrar-lılaşma ve reform programlarının gerçekleştirilmesinde ulemanın oynadığı rolü oynayacak olan “laik-aydınlar” zümresini ikame etmeye çalıştı. 1908’de İkinci Meşrutiyet’i getiren askeri İhtilal ile 1923’te Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’i kurması bu süreci tamamlamış oldu.