• Sonuç bulunamadı

Geleneksel formun modern(ist) içeriği

İslâm dünyası genelinde kendine özgü deneyimiyle, Türk modernleş-me hareketinin bir türlü içinden çıkamadığı temodernleş-mel bir sorunu var; o da form ile içerik arasında yapılacak tercihlere verilecek önceliklerle ilgili gö-rünmektedir. Bu konu 200 yıllık Batılılaşma macerasının en önemli gün-dem maddesidir; ne var ki İslâm dünyasına, Asya, Afrika ve Latin Amerika gibi ülkelere modernizmi öneren Anavatan durumundaki belli başlı Batılı merkezlerde konunun son yıllarda daha yoğun tartışılmaya başlandığı göz-leniyor. Bu, izlenen projenin genelde Asya, Afrika ve Latin Amerika’da uğradığı başarısızlık dolayısıyla mı, yoksa özellikle İslâm dünyasında karşı-laşılan sert (radikal, extrem, fanatik, entegrist, fundamentalist vb...) tepki-ler dolayısıyla mı, değiştirilmek istendiği yeterince açık değil.

Ancak şu bir gerçek ki, 1979-89 yılları arasında İmam Humeyni ile dolu dolu geçen İran tecrübesi herkesi konu üzerinde yeniden düşünme-ye sevketti. Gerçi İmam Humeyni siyasal, askerî ve ekonomik alanlardaki modernizmin saldırılarına açıkça karşı çıkıyordu; ama söz gelimi devletin bürokratik yapılanması, yeni bir kültür tanımı, eğitim, teknoloji transferi ve uluslararası ticaret gibi konularda da nereye kadar anti-modernist oldu-ğu tam olarak test edilemedi. Ancak bazı ipuçları da yok değil elimizde.

Sözgelimi hayatı boyunca Batı’da ve İran’ın laik üniversitelerinde yetişmiş aydınlara karşı Kum medreselerinde yetişen ulemayı ön plana çıkarması veya “Ben Amerika’nın askerlerinden değil, üniversitelerinden korkuyo-rum” demesi ya da Batılı eğitimden geçmiş aydın, teknokrat ve bürokratla-rı, tarlalarımızı terkeden Avrupalı çekirgelerin geride bıraktığı yumurtalara benzetmesi ile cübbe ve sarığıyla yaşayıp hep yer yatağında yatmayı tercih etmesi, onun modern yaşama tarzı ve araçlarıyla arasının pek iyi olmadığı-nı göstermektedir.4 Bana öyle geliyor ki, Daryush Shayegan’ın bütün

iddi-4 Bkz. Ali Bulaç, Ulema Geleneğinin Devrimci İmamı, (Ed. Daru’t-Takrib, İmam Humeyni için-de) İstanbul, ty. s. 41-66.

alarına rağmen,5 Humeyni’nin kafasında radikal bir kopuş fikri vardı. Bu konuda iyice araştırılması gerektiğini düşündüğüm üç isim var, bunlar da Humeyni, Gandî ve Senusî(ler)dir. Bu üçünün kısmi yaklaşımlarını belki Mao’da ve hatta bir ölçüde Che Guavera’da da gözlemlemek mümkün.

Ama Türkiye’de yaşadığımız deneyim, hiçbir zaman bu türden mu-halif söylemlere ne ilgi gösterdi ne de meşru kabul etti. Bunu Tanzimat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet modernistleri ölçüsünde anti-modernistleri için de sözkonusu edebileceğimizi düşünüyorum. Buna İslâmcıların bir bölü-münü de dahil edebiliriz.

İki taraf arasındaki çatışma başından beri form ile içerik ilişkisi ve buna bağlı izlenecek yöntemler konusunda sürüp gidiyor. Bu alanda Batı-lılaşma maceramızın iki önemli (ve örnek) şahsiyeti var; bunlardan biri II.

Mahmut, diğeri de II. Abdülhamit’tir. Geleneksel ulema ve halk tarafından

“Gavur Padişah” sıfatını alan II. Mahmut yukarıdan, buyurgan ve otoriter yöntemler izleyerek içeriğe uygun formu da değiştirmeyi öngörüyordu.

Ona göre içeriğe form değişikliğiyle varılabilirdi. Aynı ulema ve halk tara-fından “Ulu Hakan Cennetmekan” sıfatına layık görülen II. Abdülha mit’e göre forma rağmen içerik mümkündür. Bu durumda yöntem aşağıdan yukarıya doğru olmalıydı. Bu çabada kolaylaştırıcı unsurlar geleneksel ku-rumlar, kılık kıyafet ve sosyal normların korunarak moderniteye uygun içeriklerin vurgu konusu yapılması olacaktı. İşte Japonya, Güneşin Oğlu İmparatorun kutsal kanatları altında, aileyi ve feodal yapıları rasyonel ve fonksiyonel çalışan sanayi ve ticari şirketlere uyarlayarak, hem de gelenek-sel olan her şeyi koruyarak modernizme geçişi başarıyla gerçekleştiriyordu.

Abdülhamit’e günahını bile vermeyen Mehmet Akif gibi bir İslâmcı’nın Japon kalkınması konusunda benzer şeyleri düşünmesi anlamlı değil mi?

Sanıyorum form-içerik ilişkisi ve yöntem konularındaki bu kavgadan, Cumhuriyet’le birlikte formu koruyarak modernleşmenin mümkün olma-dığını savunanlar galip çıkınca, çatışma 1950’lere kadar buzdolabına kal-dırılarak ertelendi. Ama 60’lardan başlayarak ve bilhassa 80’lerden itibaren izlenen İslâmizasyon politikalarıyla bu konu bu sefer çok daha ateşli bir

5 Daryush Shayegan, Yaralı Bilinç -Geleneksel Toplumlar da Kültürel Şizofreni-, Çev. Haldun Bayrı, İstanbul, 1991.

İslâm’ı ve Tarihini Okuma Biçimleri

şekilde yeniden gündeme geldi. Bu günden geriye doğru dönüp baktı-ğımızda, Mustafa Kemal’i II. Mahmut’un, Turgut Özal’ı da II. Abdülha-mit’in devamcısı olarak görebiliriz.

Bu analiz bizi her iki akımın da temelde moderniteye birer vurgu ol-duğu sonucuna götürmektedir. Aradan geçen 70 yıllık uzun bir deneyim sonucunda ilhamını II. Mahmut’tan alan Kemalist modernleşme projesi-nin yöntem ve araçlarında başarısız kaldığı bugün ayan beyân ortaya çık-mış bulunmaktadır. Abdülhamit’in referans aldığı Japonya modelini bir kenara bıraksak bile, Türkiye bunca pahalı maliyete (Hilafet’in İlgası, Harf değişikliği, Takriri Sükun kanunları, İstiklâl Mahkemeleri, Tek Parti Yö-netimi, 141, 142, 163 vb. çok yüksek maliyetler) rağmen, bugün Güney Kore, Singapur ve hatta Malezya’dan bile “geri” bir konumdadır ki, üstelik bu ülkelerin “kalkınma hamleleri” birkaç yıl öncesine dayanmaktadır. 2000 yılında komşusu Yunanistan’dan 65 basamak daha düşük bir seviyede olan Türkiye, rekorlar kitabına “parası en değersiz ülke” sıfatıyla girmektedir.

Eğer Türkiye 80’lerden sonra belli belirsiz bir performans göstere-bildiyse ve sözgelimi Çekoslavakya ile bazı kulvarlarda yarışacak düzeye geldiyse, bu, hiç kuşkusuz uygulamaya konulan İslâmizasyon politikalarıy-la Abdülhamit yöntemlerine ağırlık vermesi sayesinde olmuştur. Tam da bu tarihten sonra medya üstüste ‘irtica kampanyaları’ başlattı, ama tanık olduğumuz bir başka somut gerçek var ki, o da Türkiye’yi modernleştirme konularında bilumum “mürteci ve ticani” çevrelerin diğerlerine göre çok daha istekli oldukları gerçeğidir.

Görünen şu ki, eğer Türkiye tam anlamıyla Modernizm’e geçecek-se bu, ancak “irtica odakları” şeklinde tanımlanan Örgütlü Din ve bunun kanatları altında yetişen sağcı-muhafazakâr ve “dindar” kadrolar eliyle ola-caktır. Bu saçma veya paradoksal bir düşünce gibi gelebilir, ancak daha paradoksal düşünceler var: Şimdilerde Türkiye’yi bu yarışta zorlayacak ve hatta geçebilecek tek İslâm ülkesi İran’dır. Ülkeyi on yıllığına modern tari-hin “düz (lineer)” rayından dışarı çıkaran Humeyni’nin İran’ı değil, İslâmi-yet’i bir ulus devletin meşruiyet temeline oturtan ve kalkınma hamlelerinde güçlü bir motivasyona dönüştüren yeni ve “Müslüman” İran. Bundan son-ra Modernizm’in hızını sadece “din gayreti” tayin edebilir ve bu, belki de

İslâm dünyasının yeni püriten ve protestan bir ahlâk anlayışına artık adım atmakta oluşunun ilk işaretidir. Belki dikkatten kaçıyor, ama Müslüman Weberlerimiz üniversitelerde harıl harıl çalışıyorlar.

Bu yarışta herhalde Türkiye’nin dezavantajları daha fazladır. Çünkü Kemalist yöntem ve alışkanlıklar hâlâ sürüyor. Ve hâlâ modern dünyanın

“ilim, fen ve teknolojisini alalım, ama kültür ve ahlâkını gümrükte tutalım”

diyen masum modernistler “ülkeyi Ortaçağ karanlığına götürmek isteyen gericiler ve mürteciler” diye suçlanıyor. Oysa bu Ortaçağ mürteci adayları-nın çoğunun mühendis, doktor, teknokrat, avukat, gazeteci-yazar vb. mo-dern meslek gruplarına mensup oldukları, politikayı profesyonel yöntem-lerle, çağdaş reklam ve tanıtım kampanyalarıyla yürüttükleri, ülkeyi ağır sanayi hamleleriyle refaha kavuşturmak istedikleri görmezlikten geliniyor.

Birkaç “gariban” tarikat mensubu dışında hangi Müslüman grup üyesinin boynunda kravatı yok, saçları ve bıyıkları düzenli kesilmemiş, pantolonu ütüsüz ve hangisinin evi ve işyeri bilumum modern araçlarla (TV, video, buzdolabı, çamaşır ve bulaşık makinası, elektrik süpürgesi, bilgisayar, cep telefonu vb.) donatılmış değil? Üniversitelerdeki Müslüman bilim adamları kadar bilimin doğruluğuna inanmış başka bilim adamları gösterilebilir mi?

Bu insanların nesi eksik? Onların da modern sağlık klinikleri, güzelleştirme ve zayıflama kursları, mali ve hukuki danışmanlık büroları, özgün müzik-leri, dershanemüzik-leri, kolejmüzik-leri, çocuk yuvaları var. Bilimde, ticarette, siyasette, eğitim ve teknolojide “geri” kalmamak için olanca güçleriyle çalışıyor, ge-nellikle çekirdek ailelerinde ikiden fazla çocuk doğurmamaya azami gayret gösteriyorlar. Düzenledikleri “tesettür defileleri”nde podyuma çıkarttık-ları hiçbir mankenin profesyonel olmadığı söylenemez. Modern usullerle çalışan faizsiz finans kuruluşları var, faiz yerine kâr dağıtıyorlar ve hatta Haşema (Hakiki Şeriat Mayosu) ve Haşedon (Hakiki Şeriat Donu) giyip denize de giriyorlar; Haşema’yı Haşebik (Hakiki Şeriat Bikinisi) icadı iz-lemektedir. Bu dindar modernistler için temel sorun geleneksel formun korunması, muhafazakâr alışkanlıklarına dokunulmasından vazgeçilmesi sorunudur. Yoksa bunların modern kültürün kendisine itiraz ettikleri, ikti-dar olduklarında şehirlerden arabaları çöllere sürüp cadde ve sokakları deve ve merkeblerle dolduracakları sadece bir “rivayet”.

İslâm’ı ve Tarihini Okuma Biçimleri

Sözkonusu ilginç uyarlamanın en çarpıcı örneği şu olabilir:

Bir İslâmi grubun yayınladığı aylık bir derginin iç kapağında bıyık-lı dört Amerikabıyık-lı mühendis resmine rastlamıştım. Biraz yakından bakın-ca bıyıkların Amerikalı mühendislere siyah keçeli kalemle ilave edildiğini farkettim. Resmin altında da şu yazı vardı: “İşte beklenen nesil...” Bence bu resim her şeyi açıkça anlatmaya yeter. Şöyle ki A grubu cemaate göre Amerikalı mühendis bıyıklı olursa beklenen nesil olur. B grubuna göre sakallı ve C grubuna göre sarıklı ve cübbeli olması gerekir. Yani sonuçta modernist içerik geleneksel formla bütünleşmelidir. Bu, bütün sağcı, Müs-lüman, dindar ve muhafazakâr geniş kitlelerin 200 yıllık derin özlemlerini ifade eden bir örnektir.

Şu halde Türkiye’deki çatışma radikal-laik modernistlerle muhafaza-kâr-gelenekçiler arasında bir çatışmadır. Dindar muhafazakâr kesimler, laikliği reddedip sekülerizmi kabul ediyor; radikallakler, din’den beslenen gelenek sözkonusu olunca laikliğin her şeyden önemli olduğunu öne sürü-yorlar. Bu Din ile Modernizm’in karşılaşması değildir

Bu açıdan bakıldığında muhafazakâr-dindar kesimlerin niçin

Avrupa-’ya uzak oldukları oranda AmerikaAvrupa-’ya yakın oldukları konusu da açıklık kazanmış olur.

Modernleşme teorisi konusunda Avrupa ile Amerika arasında derin görüş ayrılığı var. Avrupa, demokrasi, modernizasyon vb. alanlarda ilke temelinde kuramsal bir tutum izler; modernleşmenin tepeden tırnağa ve kapsamlı sosyal, kültürel değişimler yapmasını öngörür. Bunun sonucu Türk deneyimi daima kendini Avrupa’ya ve bilhassa laik ve jakoben Fran-sa’ya yakın hissetmiştir. Sosyal demokratlarımızın gönüllerinde yatan aslan ise çoğunlukla kuzey ülkelerinde, İskandinav toplumlarında yaşar. Sağcı-muhafazakârların kendilerine pek yakın bulduğu Amerika bakış açısına göre modernleşme politikalarında yöntem ve araçlardan çok modernitenin bizzat kendisi önemlidir. Eğer bir toplum kendi dini ve geleneksel form-larını modern içeriklere göre düzenleyebiliyorsa maksat hasıl olmuş olup şekil ve form önemli değildir.

Bu görüş farkı İslâmî hareketler karşısındaki tutumlara da yansır. Ame-rika’ya göre, Ortadoğu’da başgösteren İslâmcı akımlardan, genel dinî

uya-nıştan –tabiî Humeyni İslâm’ı dışta tutulmak şartıyla– Avrupa’nın rahatsızlık duyması pek de anlaşılır bir tutum değil; nitekim Ortadoğu’da Amerika’nın en sadık müttefikleri “şeriat”la yönetilen dinî monarşiler değil mi?