• Sonuç bulunamadı

İletişim kanallarının 'N' aber? ' 'Aynı olmasın, değişik bir şey yaka

layalım, '

anlayışının çok üstündedir bugün yaşananlar. İnsanların amansız acılarının, yoksul bırakılışlarının. Köklerinden sökülmüş, horlanmış, bedenleri soğumamış ölülerinin başlarında, ne öncesin­

de ve ne sonrasında kimsenin göremeyeceği bir anlarola dolu ba­

kışlarının, ağır hüzünlerinin tanığı oldum. Bütün bunlar bir

'haber değeri '

olgusuna, tartışmasına asla sokulamaz.

Yoksullaştırılmanm her aşamasına itilen, kendilerine duyduk­

ları saygının talanına denek yapılmış kalabalıkların arasından ge­

çip geldim.

İnsanlık adına yüce bir gelişmişlik belgesi saydığım barışın ha­

yata geçirildiğini duyduğumda kitabıını yayımlamak istiyordum ...

Sanatçı ve edebiyatçı olarak kendi çalışma disiplinim içinde, edebiyatın dışında sinemayı da katarsak2 dördüncü işimdir bu. İlk ikisi Almanya'nın iki ayrı yönetirnde olduğu dönemde, Batı Ber­

lin'den aldığım bir sanatçı daveti ile 'D.A.A.D.' bulunduğum süre­

lerde yazıldı. Göçmen işçileri odak alan bu araştırmalar, bence hala dünyada en ağır koşullarda sürdüğüne inandığım yaşamalarının içindeki maden-kömür işçileriyle ilgili idi.

İnsanoğlunun ömrünü sürdürmek için nasıl can pahasına di­

dindiğini gördüm.

Kömürün ne denli yıkanılsa çıkmayan karasının, eski Pers kalemkarlarındaki çizgi kesinliğiyle kirpik diplerine yerleşmiş işçi­

lerin yorgun gözleriyle karşılaştım.

1 Batı Almanya, Yeni Konuklar (1978). (Yazarın Notu) Batı Berlin, Ev Sahipleri (1981-1989).

2 Bmim Siııemalarım (1990). Çağrılı olarak 'Cannes Film Festivali'ne katıldı. Altın Kamera ve Eleştirmenlerin Yedi Günü bölümlerinde gösterime girdi. (Yazarın Notu)

1 80

Bu tanışmalar insan olarak benim için hep çok yaralayıcı dene­

yimler oldu.

Çelik krallarının bölgesi olan Ruhr'da, işçi yurtlarında kaldı­

ğım günlerde, 24 saate bölünmüş insan takviminden, kendilerine ancak 10 saat ayırabilen -uyku, yemek, içmek, yıkanmak, yeniden işgücü toplamak buna dahildi- bu insanların eşitlikle gelişmeleri­

ne, ne yazık ki hiç katkıları olamayacağını bir kez daha anla­

dım.

1 200 metre yerkürenin oyulmuş derinliğine onlarla birlikte in­

diğimde, erteledikleri hayatlarındaki beklentileri, çizdikleri mutlu­

luk resimlerinin yalınlığı bana acı verdi. Bezginlikleri sonunda za­

manla sabra dönüşmüştü. Kömürlerin sökülmesiyle oluşmuş geçe­

neklerden yürürken, hava akımlarının ikide bir bedenimi yoklama­

sından daha büyük bir ürpertiydi duyduğum. Yaşını başını almış, bu ağır çalışmanın işçileri, sevinebilmek için çok masum şeylerle yetinmeyi özlüyorlardı. Sakatlanmadan emekliliklerini alabilmek, çoluk çocuğu açıkta bırakmamak, ele güne muhtaç olmamaktı en büyük dilekleri.

O yıllardan bu yana insanlar arasındaki bu ağır, toplumsal, si­

yasi uçurumların, tarih tarafından nasıl değerlendirileceğini asla unutmadım.

Bu yaşananlara

'gündemdeki olaylar

bakışı altında kolay yakla­

şımlar getirmenin özünde bencillik, duyarsızlık körelme baştan­

savmacılık olduğu kanısındayım.

1979'da Doğu Berlin'de Nazilerin yükselişiyle kristal geceye konu olan, yakılan büyük sinagogu gezerken, insanlığın karanlığa gömüldüğü geri dönemlerin bir ölçüde neredeyse kesinlikle ka­

pandığını ummuştum, ben ne kadar da derinden yanılmışım.

Bu kitabıının pek çok yerine Balkanların renkli kalabalığından türküler, deyişler aldım.

Çünkü yüzyıllar boyunca birlikte yaşamayı öğrenmiş, değişik dil, din ve gelenekten olan ora halklarının yüzlerce yıl birlikte oluşturduğu bir kültür ürünüydü bunlar.

Osmanlının yönetimdeki anılacak en büyük başarısı da bu ol­

muştur. Bu çok dilli, çok dinli milletierin birleştiği noktada

millet

sözcüğü, -bugün bizim anladığımız bir kavram olarak kullanılmı­

yordu o yüzyıllarda-, Osmanlının yönetimindeki Rum, Ermeni, Laz, Çerkez, Yahudi, Boşnak, Sırp vb.'den olan kalabalıklarını ay­

rıştıran bir anlam içeriyordu.

Osmanlı, devletin büyümesi, zenginleşmesi yönünde

geliştir-ı s geliştir-ı

diği bir siyasetle de bir arada tuttu bu kalabalığı. Çağının ilerisinde duran bir yönetim anlayışıydı bu da.

1346'da Bizans İmparatorluğu büyük bir karmaşadaydı. Ve bu dönemde onların çağrısıyla 5.000 kişilik bir orduyla İstanbul'un kuzey kıyısına Trakya'ya ayak bastı Osmanlılar. Bu çok değişik un­

surların yaşadığı bölgede nasıl hüküm süreceklerinin bileşimini bence çok önceden yapmış olmalıydılar.

Batılı tarihçiler Türk-Osmanlı yapısını değerlendirirken, başlarda da değindiğim gibi çoğunlukla olumsuz yargılar öne sürerler. Aralarından çok az sayıda anılacak birkaç kişi ise, ger­

çekler karşısında hak tanır olmayı bilirler. Bunlar arasında hemen akla gelen çağdaş bir tarihçi ise,

Georges Castellan'dır.l

Halen III.

Pa­

ris Üniversitesinin Doğu Uygarlıkları ve Dilleri Ulusal Enstitüsünde

profesörlük yapmaktadır. G. Castellan yansız bir dikkatle, Osman­

lıların Balkanlar'daki egemenliğine bakarken Hıristiyanlığın kendi içindeki iktidar çekişmelerine neden olan olayları da açıklar, bir Balkan fatihi de sayılabilecek I. Murat'ın bu didişmelerden bunal­

mış halklar tarafından nasıl bir psikolojiyle karşılandığını da açık belgelerle anlatır. O hiç modası geçmeyen

Barbar Türk

kavramını irdelerken de, aynı çağ içinde Hıristiyan dünyasında da barbarlı­

ğın azımsanmayacak bir ölçüde, şiddette olduğunu da vurgular.

Osmanlının gözden uzak tutulmaması gereken siyasi bir yak­

laşımı da, yüzünün genellikle Batıya dönük olmasıdır. Gerçi impa­

ratorluk egemenlik haritasını başarıyla Doğuya, Akdeniz'e doğru genişlettiği dönemlerinde bile, Balkanıara her zaman daha çok dik­

kat etmiştir. Yüzyıllarca süren egemenliği boyunca Batıdaki san­

caklarına getirdiği özgün bayındırlık anlayışı ve barış yer yer zede­

lenmelere uğrasa da yüzyıllarca sürdü. Bu elbette bir iktidarın yap­

tırımcı, söz dinletici gücüyle elde edildi, ama sonuçta değişik yapı­

ların birlikte çağlar boyu yaşamasını da sağladı.

1 . ve 2. Dünya savaşlarıyla sarsılan ve bölünen Balkanlar, nef­

ret duygularının boy attığı kargaşaya tekrar sokuldu. Ta ki Ti­

to'nun anti-faşist savaşı kazanmasına kadar. Sosyalist Yugoslav­

ya'nın kurulmasıyla, arzulanan kardeşlik, birlikte yaşama hayata geçirildi.

Josef Borris Tito, Ulusal Kurtuluş Anti-Faşist Konseyini

(Antifa Sisticko Vijece Narodnay Oslobodenja Jııgoslavije)

kurduktan sonra, çı­

kar güçlerince körüklenen tarihte kalmış düşmanlıkları insanların kafalarından ve yüreklerinden almayı başarabildi. Gelecek için

1 Balkanlar Tarihi, Dr. A.Y. Başbuğu (Çev.) Milliyet Yay., 1992. (Yazarın Notu)

1 8 2

kadrolarıyla yeni bir hayatın düşüncelerini, projelerini geliştirdiler.

Geniş özerklikler tanıyan yerinden yönetim modelleri-Birleşik Yugoslavya'nın iyileşme gelişme sürecinin ana basamakları oldu.

Ve böylece giderek hınçtan arınan bir bellek yaratarak insanlar ara­

sındaki anlayış güçlükleri inançla aşılmak istendi.

Osmanlının ve Tito'nun yöntemleri çok farklıdır elbette.

Yugoslavya için gelecekteki uyum çok seslilik ve çok renklilik­

le sağlanabilir. Bunu da kanıtlayan ilk ve en önemli öneri Saray­

bosna'da savaş başladığında Fransız Cumhurbaşkanı François Mit­

tenand'dan gelmiş, Mitterrand,

" Bölge çok ırklı bir federasyon olarak, ancak barış içinde kalabilir,"

demiştir.

Savaş yeniden alanını genişiettikçe ve zamanı yıllara doğru büyüdükçe özellikle Sırpların amacının, erk isteklerinin açıkça ge­

nişlemek, toprak elde etmek olduğu ortaya çıkmaktadır. Ve bu is­

tek savaşın, Balkanların geneline yayılması sonucunu da her geçen gün içinde büyütmektedir.

Bir büyük bölge savaşının çıkmasına doğru yol alan bu gidiş, Boşnakların soykırımının tamamlanmasını da amaçlar gibidir.

Birleşmiş Milletlerde süren uzun tükenmez konuşmalar dizisi­

nin, sonuçta Batılı ittifaklarca savaşa zaman tanımak gibi bir anla­

yışı da ha.la taşıdığını kişiye yeniden yeniden düşündürmesi de ka­

çınılmazdır.

Ben bu çalışmamda okurlarımı savaşın sayısal değerlerden çok, yok edilmekte olan insanlarıyla yüz yüze getirmeye çalıştım.

Olayları duyumsamalarını, uzun uzun tartışıp düşünmelerini iste­

dim.

Birleşmiş Milletierin çok dilli, çok bilmiş siyasi kişilerinin ağ­

zında,

acı, kıyım, ölüm, ırza geçmek

sözcükleri her gün sıradan bir anlama indirgenmektedir.

Bana dertlerini açan insanlardaki parçalanmaları yüz yüze ta­

nıdım, soludum, yaşadım.

Dünyanın lanetlileri niçin hep kaba gücün safdışı ettikleri olu­

yor?

Bizler TV'lerin başında ezilenlerin acılarını peş peşe eklenmiş bir sürü sıradan görüntünün içinde algılıyoruz.

Bu durumu daha çok edinirsek, alışırsak bir zaman sonra sa­

kın unutulmasın insan olma sürecimizin bir yerde takılıp kaldığını bile ayırdedemeyiz.

Bu nasıl mı olur? Görelim ...

"Sabalı Yıldızı arşın yedinci katına tırmandığmda kılıcının soyd11ğu

1 8 3

kan denizi yedi kulaç daha yükselecektir. Ölüm ve öfkenin önünden sefil

hayatını sürüyerek kaçan ihtiyar topala bir bak. Onu demir topukların al­