• Sonuç bulunamadı

2. KİMLİK, İDEOLOJİ, MODERN DEVLET VE KOLEKTİF HAFIZA

2.2. İdeoloji ve Ulus Devlet

2.2.1. İdeoloji: Kavramsal Çerçeve

İdeoloji, Aydınlanma çağı ile birlikte ortaya çıkan, özellikle Sanayi Devrimi ile hakkındaki tartışmaların ivme kazandığı, Eagleton’ın deyimiyle “kullanışlı ama birbiriyle bağdaşmaz nitelikte olan birçok anlamı olan” bir terim, “farklı kavramsal liflerle bir doku halinde örülmüş bir metindir” (Eagleton, 2015: 17). Türkiye ölçeğinde, bazen küfür, hakaret niteliğinde bir pejoratif çağrışımı olan, çoğu kez “uzak durulması gereken”, “gençlerin beynini yıkayan”, bazen yüceltilen, “dava”nın temelini oluşturan “olumlu” ya da olumsuz” anlamların barındığı çok geniş bir yelpazede kullanılan bir kavramken, asıl anlamına ilişkin tartışmaların ekseni ise genel olarak epistemolojik ya da sosyolojik bağlamlarda ilerler. Marx, Engels, Lukacs ve Marksist geleneği sahiplenen düşünürlerin bir kısmı kavramı “yanılsama”, “çarpıtma”, “yanlış bilinç” gibi olgular etrafında ele alırken, epistemolojisinden ziyade, kavramın sosyolojik karşılığı ile ilgilenen grup ise, ideolojinin hakikatle ilişkisinden çok, toplumdaki işlevselliğini, özellikle iktidar ilişkilerini temel alarak kavramı siyasi bir tanım çerçevesinde merkeze koyar. Elbette, Eagleton’ın da altını çizdiği gibi, siyasi bir tanımı savunmak, ideolojinin siyaset ile özdeş bir kavram olduğunu iddia etmek

toplumu ayakta tutmak ya mevcut toplumsal yapıyı yıkmak için başvurulan (güç) yöntemlerine tekabül ederken, ideoloji, “bu yöntemleri anlamlandırma (sginification) alanında ifade edilme biçimlerine” işaret eder.

İdeoloji kavramamın ilk ele alınış serüvenine dair rivayetler tartışmaları olsa da genel kanı, hayatın mevcut koşullarının eylemle beraber kurulabileceği inancına dayanan bir fenomen olarak ele alındığı yönündedir. Aydınlanma çağı öncesinde, insanların özgür iradeleri ile karar alma ortamından yoksun oluşları ve siyasal sistemde aktif olmalarının mümkün olmayışı, kitlelerin devleti sadece maddi olarak ayakta tuttuklarına ikna oluşu, onları kendi yaşam biçimlerine ilişkin başka bir dünyaya inanmalarını gerektirmezken, insan aklının ve rasyonalitenin kutsanması ile birlikte bireylerin kendi hayatlarını, içinde bulundukları şartları tahlil ve tayin etmesi gündeme gelmesi, ideoloji kavramının doğuşunu da beraberinde getirir.

Sanayi devriminde kitlelerin toplumsal uyumu için ortaya konulan ideolojik çerçeve, Marx, Engels, Mussolini gibi karşıt ideolojilere de kaynak olur. Bu bağlamda, ideolojinin, ekonomik, siyasal ve toplumsal bazda toplumsal düzen arayış biçimleri olduğu söylenebilir. İdeoloji teorisine dair fikir geliştirenler arasında Marks, Gramsci, Althusser gibi Marksist düşünürler ağırlıktadır. Teoriyle ilgilenen diğer akımların teorisyenleri, çalışmalarını genelde Marksizm’den mülhem ya da Marksizm’e karşıt bir çerçeve sunarak ortaya koyar.

Mars ve Engels ideolojiyi, Tracy’nin bir idealar bilimi anlayışının aksine belli bir grubun meşruiyeti için işlevsel ve öznel bir araç olarak tanımlar. Dini ve felsefeyi ideolojinin bir biçimi olarak ele aldıkları “Alman İdeolojisi”nde, düşüncenin sınıfsal bir çıktı olduğunu vurgularlar: “Egemen düşünceler, egemen maddi ilişkilerini fikri ifadesinden, düşünceler halinde kavranan maddi ilişkilerden, yani o bir sınıfı egemen sınıf yapan ilişkilerden başka bir şey değildir; yani, onun egemenliğinin düşünceleridir” (Marx ve Engels: 2013: 52).

Marx’a göre, ideolojide çarpıklığın temeli, egemen sınıfın çıkarlarını gözetmesinden ileri gelir; ideolojik kuram sınıfsal bir olgudur. Çağın düşünceleri, o

Marx, dine ve felsefeye dair meselelerin, hakiki dünya görüşünün, insan ilişkilerinin ancak işçi sınıfı tarafından çözüleceğinden söz eder. Hakikat, özgürlük gibi meseleler üzerinden toplumsal eleştiri geliştirdikleri için “Genç Hegelcileri” eleştirir. Öyle ki, toplumsal değişim fikir eleştirisi ile mümkün değildir. Toplumsal değişimin, ana motoru maddi pratiktir.

Alman İdeolojisi’nde, çatışmanın kökenini ekonomik ilişkiler ve üretici sınıf üzerinden gerçekleştiği nettir. Bu yüzden, Marx ve Engels, bazı Alman, Fransız ve İngilizlerin komünist fikirleri Alman felsefesi ile harmanlayarak kendilerini “hakiki sosyalistler” olarak tanımlamalarını, bir sistemin sınıfsal pratik ihtiyaçlarını ve koşullarını görmezden gelmek olduğu iddiası ile eleştirir. Marx’ın ve Engels’in idealize ettiği düzen “yazınsal bir hareket değil”, “gerçek, tutkulu, pratik parti mücadelelerinden” geçer (Marx ve Engels, 2013: 392-395). Bu sebeple, tarihsel materyalizm ile ahlaki ve felsefi ütopyaları keskin bir biçimde birbirinden ayırırlar; dünyanın ihtiyacı olan şey filozofların farklı perspektiflerden yorumları ve öğretileri değil, dünyayı devrimci bir biçimde tamamen pratikle değiştirmektir. İdeoloji, bu bağlamda, pratiğe ket vuran ve hatta “insanları ve onların ilişkilerini ‘camera obscura’daki gibi baş aşağı gösteren”, çarpıtan, hakikati gizleyen bir araçtır (Marx ve Engels, 2013: 34-34). Kısacası, Marx ve Engels, Tracy’in ideolojiyi bir pozitif bilim olarak görmesinin tam aksine, bilimin bir karşıtı olarak konumlandırır.

Lenin (2003: 43-44), ideolojiyi Marx’ın negatif konumlandırmasından kurtararak bir gerekliliğe dönüştürür; sosyalist ideolojiyi küçümsemenin, iki seçenekten diğeri olan burjuva ideolojisini güçlendirmek demek olduğunu vurgular ve devrimci Marksizm’in hasımlarına karşı ideolojik mücadeleyi de dahil eder (Lenin, 2003: 179). 20 yüzyılın birçok Marksist düşünürü de Lenin gibi, ideolojiyi, bir sosyal sınıfın birliğini, bir fikir çatısı altında sürdürmeyi sağlayan idealar olarak görerek, ideolojiyi hakikatin karşısında bir çarpıtma ve pasifleştirme aracı olarak değil, sınıf mücadelesinde bir gereklilik olarak görür.

Gramsci, ideolojiyi, daha çok dil ve kültürle iliştirilmiş, iktidar ile ilişkisi vurgulanan bir politik doktrin olarak okur (Vincent, 2009: 6) ve ideolojinin

“toplumsal grubun baskınlığının (suprematie)”, “egemenlik” ve “entelektüel-moral yönetim” olarak iki biçimde var olduğunu söyler (Gramsci: 1986: 14). Silah zoruyla da olsa, egemenlik kurması, bir sınıfın toplumsal düzeyde hegemonyasını kurmaya yeterli değildir. İdeoloji, egemenliğin yanı sıra, rıza ile hegemonyanın kurulduğu bir alan, sınıflara kendilerini temsil imkânı veren dünya görüşüdür. Bu bağlamda, ideolojiyi, “insan yığınlarını ‘örgütleyen’, insanların devindikleri, durumlarının bilincine vardıkları”, “tarihsel bakımdan zorunlu ideolojiler” veya bireysel ‘devinim’lerden ve polemiklerden başka bir şeye yaramayan” “keyfe bağlı ideolojiler” olarak ikiye ayırır (Gramsci: 1986: 253-254). Silah zorunun dışında kalan, rıza üretiminin var olduğu sanat, kitle iletişimi, eğitim, popüler kültür, günlük yaşam gibi tüm toplumsal sahalarda burjuva ideolojisinin hegemonyası yerleşiktir. Gramsci’ye göre, burjuvanın ideolojik hegemonyasına karşı, proleterin var olmasının ve direnmesinin yolu da ancak sosyo-kültürel alanda karşıt bir ideoloji ile mümkündür.

Louis Althusser de ideolojiyi Gramsci ile benzer bir perspektiften ele alarak ideolojiyi hem iktidarın varlığı ve sistemin devamını sağlayan bir olgu hem de işçi sınıfının mücadele aracı olarak konumlarken, ideolojiyi bir olgu olarak gerçek dünya koşulları ve temsil ettiği değerler üzerinden yorumlar. Eagleton (2015: 39), Althusser’in ideolojiye yaklaşımının, salt rasyonalist olan, yani ideolojiyi çarpıtılmış gerçeklik ya da ampirik olarak yanlış önermelerden mütevellit bir olgu olduğunu savunan tüm ideoloji kuramlarına “öldürücü bir darbe” indirdiğini söyler.

Althusser, ideolojiye ilişkin iki tez ile karşımıza çıkar. Birincisi şudur: İdeoloji ile temsil edilen, “bireylerin varoşlunu yöneten gerçek ilişkiler sistemi değil, bu bireylerin içinde yaşadıkları gerçek ilişkilerle kurdukları hayali ilişkilerdir (Althusser, 2015: 71-73). Marx’ın ideolojinin bir çarpıtma olduğu görüşünden hareketle, asıl sorunun ideolojinin gerçek ilişkileri hayali bir şekilde neden çarptığı değil, bireylerin bireysel ve toplumsal düzlemde kurdukları ilişkilere dair “bireylere verilen temsilin neden hayali olma zorunluluğu” olduğudur. Diğer tez ise, ideolojinin her zaman bir aygıtta ve o aygıtın tüm pratiklerinde var olan bir “maddi varoluş” olduğudur. Bu her iki tez, bir kavram olarak “devlet”in anlatıldığı bölümde somutlaşarak anlaşılmaya daha uygun bir hal alacaktır. Zira, Althusser’in bahsettiği her iki tezde de ideolojinin

Türkiye’deki inşa ve yeniden inşa sürecinin Althusser’in devlet ve devletin ideolojik aygıtları üzerinden çizdiği çerçevenin bir iz düşümü olması sebebiyle, Althusser’in devleti, ideolojiyi ve devletin işleyiş biçimini ele alışı özellikle yol göstericidir.

Althusser, ideolojiyi, bir doğruluk ya da yanlışlık betimlemesi değil, bir temsil biçimi olarak görür. İdeoloji, öznelerin toplumdaki ilişkilerini yaşama şekillerini temsil eder. İnsanları, birer toplumsal özne olarak kurar ve bu özneleri mevcut egemen üretim ilişkilerine bağlar ve nihayet “egemen iktidarla özdeşleşmekten ona karşı muhalif tavır almaya uzanan, bütün siyasi kipleri” (Eagleton, 2015: 39) kapsayan bu ilişkileri anlamlandırma pratiklerini düzenler. Başka bir deyişle, “özne”lerin toplumsal gerçeklikle aralarındaki ilişkiye yatırım yapar. Öyle ki, Althusser’in kuramı, “bilişsel” değil, “duygulanımsal” bir noktaya taşır. Savına göre, her ideoloji bir tür bilgi içerir ve özneyi “toplum içerisindeki pragmatik işlerine yönelten” pragmatik bir işlevi vardır (Eagleton, 2015: 40-43).

Althusser (2015: 76), ideolojinin, fikir, pratik, ritüelle bağıntısını kaçınılmaz görür. Her fikrin, maddi pratiklerle açığa çıkan maddi edimler olduğunu, pratiklerin ise ritüellerle düzenlendiğini, nihayet ritüellerin ise ideolojik aygıtlar tarafından tanımlandığını belirtir. İdeolojiyi hegemonyanın devamını sağlayan bir olgu olmasının yanı sıra, işçi sınıfının mücadele aracı olarak konumlarken, “oyunu kuralına göre oynamak”tan bahseder. İşçi partisi, bir siyasal parti olarak her ne kadar ideolojik bir devlet aygıtı olsa da (Doğu Avrupa’da olduğu gibi) devletle bütünleşmeden, işçi sınıfının sorunlarını burjuva parlamentosuna taşıyarak mücadele eder. Öyle ki, işçi sınıfının, egemen ideolojinin kendisini bozguna uğratmasından kurtararak, kendi özerkliğini, kendi ideolojisini, yani proletarya ideolojisini gerçekleştirecek eylem ve örgütlenme” ile kazanabileceğini vurgular (Althusser, 2015: 21-30). Bu bağlamda, ideoloji, her sınıfın “kendi strateji pratiğini” içeren, sınıf mücadelesinde sınıfı birbirine kenetleyen ve yön veren bir fenomendir.

Karl Mannheim, yine Marksist terminolojiden yaralanmış olsa da ideolojiye dair Marksist geleneğin dışında yeni bir yaklaşım sunar. Mannheim için ideoloji, belli bir sosyal düzeni gözeten baskın bir grubun düşünce biçiminin ifadesidir. Mannheim,

öneren, mevcut sosyal yapıyı eleştiren, idealize edilmiş gelecek temsillerini koyar. İdeoloji kavramını anlamsal olarak kısmî ve bütünlükçü olarak iki türe ayırır. Birincisi, ideolojiye bireysel açıdan bakarak, kârlı tarafın iddialarının bir kısmını ideoloji olarak addederken, diğeri karşı tarafın düşünce sisteminin tamamını ele alıp bunu bir kolektif özne hareketle anlamaya çalışır. Kısmi ideoloji çıkar psikolojisini öncelerken, bütünlükçü ideoloji kavramı “çok daha formalleştirilmiş ve muhtemelen nesnel yapısal ilişkilerin ortaya çıkarılmasını amaçlayan işlevsellik kavramından hareketle yola çıkar” (Mannheim, 2002: 85).

Foucault’a göre ise, ideolojinin neye tekabül ettiği, iktidarın sınırsızlığı sebebiyle biraz daha karmaşıktır. Foucault (1992), iktidarı sadece politik bağlamın içinde görmeyen, onu en her hareketimize, her sözümüze, en mahrem alanlarımıza sızmış sınırsız, tanımsız bir güç ağı olarak ele alır. Eagleton, Foucault’dan hareketle, bu kavrayışın, ideolojiyi iktidar ve güç ilişkileri ile birlikte okurken, ideoloji teriminin yok olma tehdidine dikkat çeker. Zira, iktidar, her şeyin kuşatan, kendisiyle bağıntılı olmayan hiçbir inanç ve değer dünyasının olmadığı bir evrene işaret eden bir kavramsa, ideolojinin anlamını yitirerek, “bize hiçbir bilgi vermeyen”, “herhangi bir şeye işaret edemeyen”, boş bir kavrama dönüşmesi işten değildir (Eagleton, 2015: 25- 26).

İdeolojiyi bir mücadele aracı olan gören bir isim de Hall’dür. Hall’ün, Gramsci’nin hegemonya merkezli okumasına dayanarak, mücadele süreçlerini “eklemlenme” kavramı ile açıkladığı yaklaşımı, ideolojiyi medya metinlerinin analizi ile daha kültür temelli bir pencereden okuyan Kültürel Çalışmalar ekolünde kabul görür. Hall’un yaklaşımı, ideolojiyi farklı anlam setlerine eklenmiş, izole olmayan; önermeler bireyler tarafında kurulsa da bireysel bir bilincin ürünü olmayan ve özne inşası üzerinden var olan bir olgu olarak ele alır. Medya metinleri, hegemonyanın dilini yeniden üreterek izleyiciye kodlasa da izleyici kod açımının aynı şekilde yapmayabilir. “Çoklu okuma”nın olduğunu savunan Hall, izleyici edilgen görmez, egemen söylem ile kodlanan metinlerin tartışılabileceğini savunur (Hall, 1990). Hall, bu bağlamda, hegemonyanın hukuksal ve meşru ölçütlerden ziyade, toplumsal grupların rızaları ile sağlanabileceğini vurgularken, medyayı işlevsel görür.