• Sonuç bulunamadı

İbn Arabî ekolüyle mukayese

D. Varlıkta birlik (vahdet-i vucûd)

1. İbn Arabî ekolüyle mukayese

İskenderî’nin varlık hakkındaki görüşleri, tevhid/vahdet çevresinde biçimlenen fikriyatı akla, ismi vahdet-i vucûd nazariyesiyle birlikte anılan İbn Arabî’yi ve onun görüşlerini getirmektedir. Bu sebeple bu iki ismin konuyla ilgili görüşlerinin kısa bir mukayesesini yapmayı uygun buluyoruz.

İskenderî, İbn Arabî ’den birkaç kez bahsetmiştir. Cüneyd-i Bağdadî, Hakîm Tirmizî, Gazâlî gibi sufilerden müteaddit kere bahseden İskenderî, İbn Arabî’yi belirleyebildiğimiz kadarıyla üç kez anar.459 Ayrıca eserlerinde İbn Arabî’nin tilmizlerinden Ebu’l-İlm Yâsîn’in460 ve Sadreddin Konevî’nin (Kûlî) adı

       457 Taftazanî, İbn Atâullah, s. 243, 256.  458 Taftazanî, a.g.e., s. 264. 

459 İskenderî, Letâifü’l-minen, s.57 (iki kez) ve s.110.  460 İskenderî, a.g.e., s.53. 

geçmektedir. İskenderî, Konevî’nin Şâzelî ile buluştuğunu aktarır. Bu buluşmada Şâzelî, Konevî’nin anlattıklarını dinledikten sonra başını kaldırmış ve sormuştur: “Söyle bana, zamanın kutbu nerededir? Dostu kimdir? Bildikleri ilimler nelerdir?” Bu soru üzerine Konevî sessiz kalmış ve bir cevap vermemiştir. 461 Bunlar dışında İbn Arabî’ye ya da ekolüne bir atıf yoktur.

Ebu’l-Vefâ Taftazanî, bu iki sufi arasında bir yakınlık olmadığı kanaatindedir. Esasen Taftazanî’ye göre sadece İskenderî ile İbn Arabî arasında değil, genel olarak Mısır tipi tasavvufla Horasan ve Mağrip tipi tasavvuflar arasında da farklar vardır. Taftazanî tarihte Mısır’a hâkim olan tasavvufî ekollerin amel ve ahlaka ağırlık veren, ittihad, hulûl gibi aşırılıklardan uzak duran ekoller olduğunu ve Horasan-Fars havzasındaki ekollerin bazıları gibi Hind etkisine açık olmadıklarını söyler. Ona göre, yine İbn Seb’în, İbn Arabî, Sadreddin Konevî gibi sufiler Mısır’a gelmelerine rağmen Mısır’daki tasavvuf anlayışının bu niteliği sebebiyle toplumsal bir karşılık bulamamışlardır. Hicri III-VII. asırlar arasında Mısır’da yaygın olan tarikatler temkin ve itidali esas alarak vahdet-i vucûd anlayışından uzak durmuşlardır.462 Yazara göre, Mısır sufiliği için söylenenler İskenderî’nin tasavvufî anlayışı için de geçerlidir: O da vahdet-i vucûd, hulûl, ittihad’dan uzaktır; Eş’arî itikadına bağlıdır. Yabancı etkilerden uzaktır, tasavvufî anlayışı halis İslamî tasavvuftur. Ameli/pratik yöne ağırlık verir. 463

Bu, coğrafi sınırlarla belirlenmiş genel çerçevenin dışında, düşünce ve kuram açılarından da bir İskenderî-İbn Arabî paralleliğini bir çırpıda tespit etmek mümkün görünmez.

Çünkü öncelikle İskenderî, yukarıda da gördüğümüz gibi Allah’ın varlığı îcâd ve imdâd ile var kılıp hayat verdiğini söyler. Îcâd terimi, kelâmcıların “halk” anlamında kullandıkları terimlerden biri olduğu için, kesin olarak belirlemek mümkün görünmese de, bu terimin İskenderî için de bir tür halk/yoktan var etme anlamlarını çağrıştırdığını söylemiştik. Buna karşılık İbn Arabî, yokluktan

      

461 İskenderî, Letâifü’l-minen, s.63. İbn Ayyâd er-Rundî, burada geçen el-Kûlî’nin Sadreddin Konevî

olduğunu söyler (eş-şeyhu’l-Kunevî tilmîzü İbn Arabî). bkz. İbn Ayyâd, el-Mefâhiru’l-aliyye fi’l-

meâsiri’ş-şâzeliyye, thk. Ahmed el-Mezîdî el-Hasenî, Haleb 2002, s. 48. Bununla birlikte Konevî ile

böyle bir görüşmenin tarihi açıdan imkansız olduğuna dair bazı görüşler de bulunmaktadır. Bu tartışmalarla ilgili olarak bkz. Ahmet Murat Özel, “Şâzeliyye” md., DİA, XXXVIII, s. 387-390.  

462 Taftazanî, Mısır’da Sûfî Tarikatların Tarihi Gelişimi ve Günümüzdeki Durumları, Çev. Mustafa

Aşkar, A.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.XXXV, s.536 vd, Ankara 1996. 

yaratılmayı kabul etmez. Mevcudatın var oluşu, ezeli olarak devam eden ilahî bir tecelli, tenezzül ve zuhur olarak gerçekleşir.464

Taftazanî, İskenderî’nin varlığı mutlak anlamda inkar etmediğini ve bunun da onunla İbn Arabî arasındaki farklardan biri olduğunu söyler.465 Ama bu sanıldığı kadar kolay kabullenilecek bir iddia değildir. Çünkü ”Hakiki Varlık ve Gölge Varlık” başlıkları altında gördüğümüz gibi İskenderî görünen varlığı hakiki varlık karşısında yok mesabesinde görür.

İskenderî’nin eserlerinde herhangi bir şatahata rastlanmadığı doğrudur. Ama bu onun vahdet-i vucûd fikrine uzaklığından ziyade bir mürşit olarak itidal sahibi olduğuna delil sayılmalıdır. İskenderî’nin bu tutumunda, müridlerine itidali öğütleyen Şâzelî’nin büyük etkisi vardır.466 Dolayısıyla onun vahdet-i vucûdu benimsemekle birlikte bunu dile getirme noktasında İbn Arabî’yle arasında farklılıklar olduğu kanaatindeyiz. Nitekim başka bazı araştırmacılar da, İskenderî’nin tevhid anlayışının İbn Arabî’nin öğretisine yakın olduğunu; İskenderî, İbn Arabî’nin ismini anmamasına ve İbn Arabî’nin epeyce teknik felsefi yaklaşımını benimsememesine rağmen İbn Arabî’nin sistemine bir meyil hatta bir güven beslediğini gösterdiğini tespit ederler.467

Martin Lings, Victor Danner tarafından yapılan Hikem çevirisine yazdığı sunuşta buna paralel olarak şu tespite yer verir: “Hikem’in ana teması, kendisinin [İskenderî’nin] de söylediği gibi marifettir. Başka bir ifadeyle, vahdet-i vucûd’un saf ve nesnel bir ifşası yerine, okurun onu zihninin kapılarının daimi bir çalınışı olarak tecrübe edebileceği biçimde burada kasten bu doktrin (marifet) tercih edilmiştir.”468

Bu tespit bize, İskenderî’nin vahdeti vücûd’u alenen, saf biçimde dile getirmek yerine, dolaylı, örtülü bir biçimde dile getirdiğini, böylece okurun bu görüşü tedrici olarak içselleştirdiğini, deneyimlediğini söylemektedir, diyebiliriz.

Bir başka husus da, İskenderî ve İbn Arabî’nin ikisinin birden Mağripli sufi Şuayb Ebû Medyen’le olan irtibatlarıdır. İskenderî, Ebû Medyen’in “Mâ lezzetü’l-

ıyş” diye başlayan Kaside-i Râiyye’sine şerh yazmıştır. İskenderî’nin şerhi daha önce       

464 Bkz. Mahmud Erol Kılıç, Şeyh-i Ekber İbn Arabî Düşüncesine Giriş, s.257; Affifi, Muhyiddin İbnû’l-Arabî’de Tasavvuf Felsefesi, s. 35. 

465 Taftazanî, a.g.e., s.269-270.  466 İskenderî, Letâifü’l-minen, s.134. 

467 Al-Iskandari, The Book of Illumination (et-Tenvîr’in İngilizce tercümesi), mütercimin önsözü, s. 33.  468 Danner, Sufi Aphorisms, Martin Lings’in önsözü, s.VII. 

andığımız gibi Unvânu’t-tevfîk fî âdâbi’t-tarîk 469adını taşımaktadır. Bu eserin bir neşrinde İbn Arabî’nin de aynı kasideye yazdığı şerh birlikte yayınlanmıştır.470 Zaten

İbn Arabî’nin çok önem ve değer verdiği, şeyhinin şeyhi olarak andığı ve hayat boyu ruhaniyetinden istifade ettiğini söylediği bir zat olan Ebû Medyen,471 İskenderî’nin ait olduğu bazı silsilelerde de yer almaktadır.472

İskenderî sonrası dönemde onun izleyicileri ve özellikle de ondan sonraki Dâvûd el-Bahilî’den sonra gelen mürşit olan Muhammed Vefâ ve çevresi, aktif olarak İbn Arabî’nin düşüncesini işlemişlerdir. Bu çevre “İskenderî ismi etrafında gelişmiş olan Şâzelî topluluğuna bir spekülatif gözüpeklik ve şiirsel ruhsat unsurunu sokmuştur ki bu özellikler daha sonra Mağribi (Moroccon) sufilerce tipik olarak Mısırlı ya da Meşrıkî olarak görülecektir.”473 Bu paralellik, öncesinde buna dair bir mayanın bulunmasına bağlıdır. Vahdet-i vucûd doktrininden bütünüyle uzak bir fikriyatı hemen birkaç on yıl içinde tarikat gibi geleneğe bağlılığın belirleyici olduğu bir yapıya sokmanın zorluğu ortadadır.

II. VARLIK TASAVVURU AÇISINDAN İRADE VE TEDBİR ANLAYIŞI

İskenderî düşüncesinin etrafında döndüğü eksen “iskât-ı tedbir” (tedbirin terk edilmesi) terimidir. İskenderî gerek varlıktan bahsederken, gerekse tasavvufî eğitimin ilkelerini işlerken her defasında bu terime başvurur. Onun anladığı tasavvuf,

      

469 Bir baskısı: Darü’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut 2004. 

470 Şerh kasîdetü mâ lezzetü’l-ıyş illâ suhbet’l-fukarâ, Kahire, 1935. 

471 İbn Arabî-Ebû Medyen irtibatı için Claude Addas şöyle der: “ Şeyh-i Ekber’in müellefatında Ebu

Medyen’e yapılan atıflar tam bir dökümü çıkarılamayacak kadar boldur. İstatistik bir karşılaştırmanın kolayca göstereceği gibi, İbn Arabî bütün sufiler içinde en çok (hiç karşılaşmamış olduğu) Ebû Medyen’in ismini zikretmektedir. Bkz. Claude Addas, İbn Arabi Kibrit-i Ahmer’in

Peşinde, çev. Atila Ataman, İstanbul 2003, s.73. Addas kitabında bu atıflardan yirmi kadarına işaret

eder. Bkz. a.g.e., s.88. Ayrıca bkz. Abdülhalim Mahmud, Ebû Medyen el-Ğavs hayatuhû ve

mi’râcuhû ilallâh, Kahire 1993, s.134 vd. 

472 Bkz.Muhammed Zâfir el-Medenî, el-Envâru’l-Kudsiyye, İstanbul 1304, s.35; Abdülkadir İsa, Tasavvuftan Hakikatler, çev. Hasan Arslan, İstanbul 2003, s. 407. Bazı kaynaklar Şazeliyye’yi Ebû

Medyen’e nispet edilen Medyeniyye’nin bir kolu sayarlar. Bkz. J. Spencer Trimingham, The Sufi

Orders in Islam, s. 14. 

473 Scott Kugle, a.g.e., s 34. Muhammed Vefâ’nın görüşlerinin tamamen Ekberî bir çizgide olduğunu

düşünen araştırmacılar da bulunmaktadır. Richard McGregor, İskenderî’nin Ekberî sayılamayacağını ama ondan sadece bir şeyh (Dâvûd el-Bâhilî) sonra gelen Muhammed Vefâ’nın Ekberî olduğunu düşünür. Bkz. Akbarian Thought in a Branch of the Egyptian Shadhiliyya, Une

iskât-ı tedbirden başka bir şey değildir. Yine ona göre arif, iskât-ı tedbiri gerçekleştirmiş kişidir. Rıza, tevekkül, zühd vb. bütün tasavvufî hal ve makamlar iskât-ı tedbir olmaksızın tam anlamıyla tahakkuk etmiş olamaz. Yani iskât-ı tedbir, İskenderî için hem bütün bir tasavvufî evreni açıklamak için kalkış noktası hem de tasavvufî yolculuğun nihai amacıdır.

İskenderî’nin bu konuya tahsis ettiği müstakil kitabı Et-tenvîr fî iskâtı’t-tedbir kitabından daha önce bahsetmiştik. Mezkur kitap münhasıran bu konuyu ele alır. Ama bu konu bu kitabından taşar ve diğer bütün kitaplarında bazen hemen hemen aynı kelimeler ve ifadelerle karşımıza çıkar. İskenderî’nin temel kitabı sayılabilecek olan Hikem de esasen iskât-ı tedbir’in farklı görünümlerini ve tekniklerini ele alan bir kitaptır.

İskât-ı tedbir terimleştirmesine ve İskenderî’nin konuyu nasıl ele aldığına girmeden önce ”tedbir” özel teriminin anlamını ele alma ihtiyacı duyuyoruz. Yine bu terim irade terimiyle bağlantılı olduğu için irade meselesine de eğilmek zorundayız. Dolayısıyla bu bölümde iskât-ı tedbirle sufimizin ne kastettiğini anlamak için sırasıyla irade ve tedbir terimlerini açmaya çalışa

A. İrade ve tedbir

1. İrade nedir?

İrade, İslam düşünce ekollerinin birbirlerinden ayrışmalarına yol açacak kadar merkezî bir terim olmuştur. Allah’ın iradesi ile karşılaşan insan iradesinin kapasitesi, etkinlik alanı ve imkânları farklı filozoflar ve özellikle kelâmcılarca tartışılmış, Mutezile, Cebriyye ve Eş’arîliğin birbirleriyle kıyaslanmalarını temin eden temel başlık irade başlığı olmuştur.

İrade, Kur’anî bir terimdir. Kur’an’da çeşitli ayetlerde özellikle Allah’ın iradesi söz konusu olduğunda kullanılır.474 Nitekim Cürcânî, “Bir şeyi dilediği zaman onun emri o şeye ancak “Ol!” demektir. O da hemen oluverir.”475 âyetini anarak iradenin Allah söz konusu olduğunda, onun, bir fiilin belli bir biçimde

      

474 Mesela bkz. Yunus suresi/107, Hud suresi/107, Ra'd suresi/11, Hacc suresi/14 ve 16, Kasas suresi/5,

Ahzab suresi/17.  475 Yunus suresi/82. 

gerçekleşmesini temin eden sıfatı olduğunu söyler. Bir işin ortaya çıkması onunla mümkün olur. İnsan söz konusu olduğunda ise, irade, bir kazanca, bir amaca olan meyildir ya da bir başka ifadeyle arzudur.476

Felsefe geleneğinde terim özel anlamlar kazanmıştır. Kindî, insani iradeyi, “hatıra gelen düşünceyi eyleme doğru sevkeden psikolojik güç” 477 olarak tanımlar. Farabi de iradeyi bir meyil ve özlem (nuzû’) olarak açıklar. Bunun kaynağı nefsteki

el-kuvvetü’n-nüzûiyye denilen kuvvettir. Bunun sayesinde insan bir şeyi his olarak,

tahayyül olarak ya arzular ya da onu çirkin bulur.478 İbn Sinâ açısından irade nefsin muharrik güçleri (el-kuvâ’l-muharrike) arasında sayılır. Buna göre irade (el-

kuvvetü’n-nüzûiyye) arzulanan şey hakkında kesin iradeyi ortaya koyarak eylemi

yapan gücün harekete geçmesini sağlar.479 Bir insan hareketi bilgi, irade ve fizyolojik faktör şeklinde üç temel ilkeye dayanır.480 İbn Rüşd’e göreyse irade failin fiile yönelik arzusudur (şevk).481

Görüldüğü gibi aşağı yukarı birbirine yakın tanımlara ulaşmış olan İslam filozoflarına göre irade meyil, ilgi ve şevktir. İnsandaki iradenin kökeni onun psikolojik varlığının derinliklerindedir. Bir arzu nesnesiyle karşılaşan insanda ona karşı bir irade oluşacaktır. Bu tanımlara göre insanın fiili irade ile yönlendirilir ve istikamet kazanır. İrade insanın doğal bir unsurudur.

Kelam açısından bakıldığında insanın iradesi cüz’î irade olarak tanımlanırken, Allah’ın iradesi küllî irade olarak tanımlanmıştır. Küllî irade karşısında cüz’î iradeye açtıkları yere göre İslam kelâm fırkaları ve akımları birbirinden az ya da çok ayrışmıştır. İradeyi, fiili doğuran psikolojik etmen olarak ele aldığımızda, iradenin açıklanması insan fiiliyle bağlantılı olarak ele alınmalıdır. Nitekim İslam kelâm mezheplerinde irade meselesi insanın fiili tartışmaları etrafında ele alınır ve çözümlenir. Mutezile, insanın fiilinin bütünüyle insanın iradesinin ve yaratımımın sonucu olduğunu söylemiştir. İnsan mecazen değil hakikaten kendi fiillerinin

      

476 Seyyid Şerif Cürcânî, et-Ta’rîfât, thk. Abdurrahman Amîra, Beyrut 1987, s.37.  477 Kindî, a.g.e., s. 193. 

478 Farabî, Kitâbu ârâi ehli’l-medînetü’l-fâdıla, s. 50. 

479 Ali Durusoy, İbn Sinâ Felsefesinde İnsan ve Âlemdeki Yeri, İstanbul 1993, s.152 vd.  480 Ali Durusoy, a.g.e.,s.155  

yaratıcısıdır ve yapıcısıdır. Bu açıdan insan, fiillerinde bütünüyle bir irade sahibidir. Çünkü böyle olmasaydı teklif anlamsız ve yersiz olur ve insan cebr altında yapmış olduğu fiillerinin hesabını verir ya da ödül olarak karşılığını alırdı. Mutezile’nin tam zıddı noktada yer alan Cebriyye ise insanın fiillerinin bütünüyle ilâhî iradenin baskısı (cebr) altında gerçekleştiğini söylemiştir. İnsan bu itibarla rüzgârın önündeki tüy gibidir, ilahî irade onu oradan oraya sürükler. Eş’arîler bu iki akım arasında bir orta yol tutmuşlar ve insanın fiillerinin hakiki yaratıcısının Allah olduğunu teslim etmekle birlikte insanın kendi fiillerinin kâsibi olduğunu söylemişlerdir. “Kesb teorisi” olarak da anılan bu teoriye göre insan bir fiili yapmayı seçtiğinde Allah onda bu fiili yapacak kudreti ve istitaatı yaratır. Böylece fiil Allah’ın yarattığı ama kulun kesbettiği bir eyleme dönüşür.482 Maturîdîler ise insanın fiillerinde irade hürriyetine sahip olduğunu ama fiillerinin yaratıcısı olmadığını söylemişlerdir. Kulun iradî fiilleri vardır ve bunlar ödüllendirilecek veya cezalandırılacaktır. Fiile eşlik eden istitâat, fiilin kendisiyle gerçekleştiği kudretin hakikatidir. Teklif de bu istitâat üzerine mebnidir. Maturîdî’ye göre kesb, kulun bir fiili yapmayı istemesi, buna azmetmesidir. İnsan bir fiili yapıp yapmamakta hürdür. Maturîdîler fiillerini yaratıcısının Allah olduğunu söylemekle Mutezile’den ve insana irade hürriyeti tanıdıkları için de Cebriye’den ayrılırlar. 483

İskenderî irade terimini göze çarpacak bir sıklıkla olmamakla birlikte eserlerinde kullanmıştır. Yine iradeyi tamamlayan bir terim olarak ihtiyara da yer vermiştir.

İskenderî, çarpıcı bir biçimde ve yukarıda özetlediğimiz İslam Felsefesi ve Kelâm’ının ana akım düşüncesine zıt olarak Allah’ın iradeyi var kılmasının, onun kullarını el-Kahhâr’ın kahr niteliğiyle tanıştırmak için olduğunu söyler. Yukarıda gördük, genel kabul, insanın bir fiili, bir nesneyi, bir amacı seçme yolunda, irade denilen kuvvesinin etkin hale geldiği yönündedir. Bu da insana bir özgürlük hissi

      

482 Bkz. Ebu’l-feth Muhammed eş-Şehristânî, el-Milel ve’n-nihal, thk. Emir Ali Mehnâ-Ali Hasen

Fâğûr, Beyrut 1993, s.110; Muhammed Umâra, Teyyârâtü’l-fikri’l-islâmiyye, Kahire, 1991, s.183 vd; Muhammed A. Ebû Zehra, İslâm’da Siyasî ve İtikâdî Mezhepler Tarihi, çev. Ethem Ruhi Fığlalı- Osman Eskicioğlu, İstanbul 1970, s. 144, 155, 176, 227. 

483 Ömer bin Muhammed en-Nesefî, el-Akîdetü’n-nesefiyye (Mecmûu mühimmâti’l-mutûn içinde),

Kahire 1959, s.29 vd; bkz. Necati Öner, İnsan Hürriyeti, İstanbul 1982, s.53 vd; Muhammed A. Ebû Zehra, a.g.e., s.246 vd 

tattırır, kendine ait bir iradesi ve seçimi olduğunu hissettirir. Bu bakış açısıyla bakıldığında irade ve ihtiyar Allah’ın rahmet sıfatının bir sonucu olarak görülebilecekken, İskenderî bunu, -tedbir, ihtiyar ve iradeyi birlikte ve birbirlerini tamamlar ya da birbirlerinin yerine geçer tarzda kullandığı bir pasajda- kahrla irtibatlandırır: “Tedbir ve seçimde bulunabilmenin (ihtiyar) yaratılışının sırrı el- Kahhâr’ın kahr özelliğinin zuhurudur. Allah kullarını kahrıyla tanıştırmak istemiş bunun için de tedbir ve ihtiyarı yaratmıştır. Sonra onlara bunları yapmak için fırsat tanımıştır. Eğer onlar Allah’la karşı karşıya olsalardı [ki arifler bu müvacehe ehlidir] mele-i a’lânın durumunda olduğu gibi ne tedbir ne de ihtiyarı gerçekleştirebilirlerdi. Kullar tedbir alınca ve ihtiyarda bulununca, onun kahrı onların tedbir ve ihtiyarına yönelir, böylece onların dayanakları yıkılmış olur. Kulları kendi arzusunun kahrı ile tanıştırınca kullar da onun kulları üzerinde kâhir/kahr sahibi olduğunu anlarlar. Sendeki iradeyi senin bir iraden olsun diye yaratmadı. Fakat onun iradesi seninkini geçersiz kılsın diye yarattı. Böylece sen iraden olmadığını anlarsın. Aynı şekilde sendeki tedbiri sürekli olarak ona sahip olasın diye var kılmadı. Onu sende yarattı ki sen tedbir alasın, o da tedbir alsın ve senin değil onun tedbiri gerçekleşsin. Bu yüzden (büyüklerden) birine Allah’ı nasıl tanıdın, diye sorulunca, kararlarımı bozmasıyla, demiştir.”484 İskenderî’nin bu yoruma ulaşmasının nedeni, insanın her irade ettiğini elde edememesinin onda yarattığı hayal kırıklıkları olsa gerektir. İnsan birçok amaç, nesne ve fiili arzulamakta ve istemekte ama onun önüne psikolojik, fiziki ve sosyolojik engeller çıkmakta ve insan amacına ulaşmaktan mahrum kalmaktadır. Bu mahrumiyeti el-Kahhâr’ın kahr niteliğine bağlayan İskenderî’ye göre bir istek karşısında Allah’a (el-Kahhâr’a) ve insana ait olmak üzere iki irade çarpışmakta ve nihayetinde Allah’ın iradesi galip gelmektedir. İskenderî böylece iradeden mutlak bir iradeyi anladığını ortaya koymuş olur. Yani irade olarak adlandırılmayı hak eden, esasen önüne bir engelin çıkamadığı iradedir, demek istemiş olur. Ama insanın ulaşamadıkları yanında isteyip de ulaşabildiği amaçları da bulunmaktadır ve bunlar görece olarak hiç de az sayılamayabilir. Bu durum da diğer açıdan, yani özgür irade nokta-i nazarından bakıldığında insanın irade sahibi olarak tanımlanmasına pekala yol açabilir. İskenderî için bu soru yoktur, böyle bir meseleyi

       484 İskenderî, et-Tenvîr, s. 59-60. 

gündemine almaz. Çünkü yukarıdaki alıntıda İskenderî’nin insandaki iradeyi yaratanın Allah olduğunu vurgulaması ve bu yaratımın da aslında bu iradenin işlevsiz olduğunu göstermek üzere gerçekleşmesi, İskenderî’nin asıl odaklandığı noktanın ilahî iradenin mutlak gücünü göstermek olduğunu sergiler. Dolayısıyla o, iradeden bahis açınca bu mutlaklığı vurgulamak için bunu yapar. Bu perspektif de onu insana dair bir özgür iradeyi iptal etmeye götürür.

Yukarıda geçen pasajda İskenderî’nin irade, ihtiyar ve tedbir terimlerini birbirinin yerine ya da birbirinin tamamlayıcısı olarak kullandığını görmüştük. Yine bir başka pasajda benzer bir kullanıma baş vurur: İskenderî, manevi seçkinler arasına girebilmenin şartlarından biri olarak da iradeden soyutlanmayı (selbü’l-

irade) sayar. Diğer şartlarsa ihtiyarı terk etmek (terkü’l-ihtiyar) ve tedbirden

soyutlanmaktır (selbü’t-tedbir).485 Hatta seçkinler arasına girebilmenin alametleri olarak ibadetleri artırmayı ya da varidatların zuhurun değil ihtiyarı terk etmeyi görür.486

İskenderî, insanlar Allah’a ibadet ederken bunu onun yardımıyla yaptıklarını, ona karşı çıkanlar da onun onları terk etmesiyle karşı çıkabildiklerini söyler. 487 İstemek ancak ve ancak onun yardımı ile hâsıl olur. Bir şeyhe ulaştığında müridi ona ulaştıran Allah’tır.488 Dolayısıyla her türden fiilin yaratıcısı Allah’tır. Buna küfür de dâhildir.489 Masiyeti de yaratan Allah’tır. İskenderî, Allah’ın masiyeti yaratmayacağı yönündeki görüşü, Allah’ın kendi mülkünde istemediği bir şeyi yaratmış olmayacağı noktasından hareketle eleştirir. Bu görüşü savunanlar Allah’ı tenzih etmek istemektedir ama İskenderî’ye göre Allah’ı bu tenzih edişten de tenzih etmek gerekir.490 Bu görüş sufilerin genel görüşleriyle uyumludur. Nitekim Kelâbâzî de,

      

485 İskenderî, Miftâhu’l-felâh, s. 47. Elimizdeki baskılardan birinde (1998 tarihlisinde) buradaki irade

“idare” olarak dizilmiş olmakla birlikte bir diğer nüshada ( h.1332 tarihli olanda) bağlama da uygun olarak “irade” geçiyor. Bkz.s.47. İskenderî’nin manevi silsilesinden bir Şazelî şeyhi olan Zâfir el- Medenî, Şazelî yolunun özelliklerini sayarken iradeyi reddetmek (selbü’l-irade) ve tedbiri terk etmek (terkü’t-tedbir) maddelerini de başlarda zikreder. Bkz. el-Envâru’l-Kudsiyye, s.58. 

486 İskenderî, Risâle fî edebi’l-ilm, s.48.  487 İskenderî, el-Kasdu’l-Mücerred, s.46 

488 İskenderî, Unvânu’t-tevfîk fî âdâbi’t-tarîk, s. 54  489 İskenderî, Miftâhu’l-felâh, s. 47 

490 İskenderî, et-Tenvîr, s. 37. İskenderî’nin burada kastettikleri Mutezile olsa gerektir. Çünkü

Mutezile, masiyetin insanlar tarafından yaratıldığını, bunun aksini iddia etmenin Allah’ın adaleti ilkesine aykırı olacağını söylerler. Tenzihte gösterilen aşırılığın doğurduğu sakınca İskenderî’nin