• Sonuç bulunamadı

B. Toplumsal Temalar

4. İşsizlik ve Yoksulluğun Sosyal Yapıya Etkileri

Türk aydını, eserlerinde ülkede yaşanan geri kalmışlığı, yoksulluğu, işsizliği yıllarca tartışarak yazıp çizmiştir. Füruzan da bu yazarlardan biridir; ancak o,

eserlerinde söyleyeceklerini gerçek bir sanatçı tutumuyla tarafsız söylemeye gayret eder; bir yazar olarak okura vermek istediği mesajları eserin özüne yayar, sindirir.

Füruzan, hikâyelerindeki kişileri, Türkiye’deki geri kalmışlığı en derinden yaşamakta olan insan tipileri arasından seçmiştir. Cumhuriyetin ilânından sonra yapılan birçok reforma rağmen tam bir ilerlemenin sağlanamaması sonucu, insanlara yeni iş kapıları açılamamış, halk, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra hak ettiği refah ve huzura bir türlü kavuşamamıştır. Toprakla yaşamını kazanamayarak Anadolu’dan ve Balkanlar’dan göç eden çoğu kimsenin büyük şehirlere zorunlu göçü ise zaten yaşamakta oldukları sıkıntıyı artırmaktan başka bir işe yaramamıştır. Bu insanların tek bildikleri iş, çiftçiliktir; onu da şehirde yapamazlar. Buldukları niteliksiz işlerin kazancıyla da geçinmeleri çok zordur.

Füruzan’ın hikâyelerinde iyi ve sabit bir işi olmayan az gelirli insanların tek gayesi, iyi bir iş sahibi olmak ve günün birinde rahata kavuşmaktır. Beslenme ve barınma ihtiyacı her türlü gereksinimlerinin başında gelir. Özellikle güneş gören kendilerine ait bir evleri olsun isterler; çünkü çoğu hikâye kişisi, ya apartmanların güneş görmeyen bodrum katlarında ya da her bir odasına bir ailenin sığındığı eski konaklarda yaşamaktadırlar.

Vaktiyle kendi topraklarında maddî hiçbir sıkıntı çekmeden hayatlarını sürdürmekteyken onurları incinmeyen göçmenler, şehirde yaşamaya başlayınca ikinci sınıf insan muamelesi görmenin acısını yaşarlar. Füruzan’ın yoksulluk konusunu işleyen hikâyelerinden “yoksulluğun insan onurunu kırmak için bir sebep teşkil etmediği” ana düşüncesini çıkarmak mümkündür. Onun hikâye kişilerinin yoksul olsalar da kibirden uzak bir gururları vardır; bu kişiler büyük şehirdeki yeni ve yoksul yaşamlarında eski görgü ve kültürlerini unutmuş değildirler.

Füruzan, pek çok değer yargısının unutulmakta olduğu XX.yy.’da, Priştine’den göç eden bir ailenin aza kanaat edişini ve tüm yoksulluklarına rağmen huzurlu yaşamlarını “Temizlik Kolu” adlı hikâyesiyle tekrar okurlara hatırlatmaktadır.

Hayatta her bilgi ve görgünün okullarda öğrenilemeyeceği bir gerçektir.

“Temizlik Kolu”nun ninesini tanıyınca bu gerçek daha iyi anlaşılmaktadır.

Güngörmüş kadın, torunuyla sınıf arkadaşının temizlik kolunda görevlendirildiğini öğrenir. Sonra öğretmenin bu işi yoksul aile çocuklarına yüklediğini anlar:

“─Sen niye hayır demedin bre Hediye! Hep çöp dökmek istemem demedin.

Niye sevindin Mari kızan?” (s.45 ).

Hediye, Şahver’le sınıfın arkasında ders dinler; her ikisi de çalışkan olmalarına rağmen parmaklarını hiç kaldırmazlar. Arkadaşları hava iyiyse bahçede değil de jimnastik salonunda oynar. Çocuklar çıkınca pencereleri açıp sınıfı havalandırmak, kâğıtları toplamak onların görevidir. Hediye okulda yaşadıklarını anlattıkça ninesi şaşar kalır. Öğretmenin bu temizlik kolu görevini niye sırasıyla yaptırmadığını sorar. İhtiyar kadın bir çocuğun yetişmesinde yaşıtlarıyla oyun oynamasının, bir şeyleri paylaşmanın öneminin bilinciyle sorgusuna devam eder:

“ ─ Ya siz oynamaz mısınız kızlarım? Hep hızmatçılık mı edersiniz?

Siz hep Şahverle mi oynarsınız? Yok mudur herhangi başka arkadaşınız?

─Var, ama onlar temizlik kolu değil ki…” (s.49).

“Temizlik Kolu”nda yaşanan bu örnek, sınıf farkının çocuklar arasında bile kendini hissettirdiğini göstermesi bakımından ilginçtir.

“Haraç” hikâyesinde küçük yaşta ailesinden koparılıp çalışmak durumunda bırakılan çocukların yaşadığı toplumsal sorunun sebebi yoksulluktur. Servet Hanım, hayatı boyunca hep bir arayanı soranı olsun istemiş; muhayyilesinde bir silik resim gibi görünen çocukluk hatıralarında annesini aramıştır. Annesi Servet’in saçını tararken “Ben kızımı vermem. Aç çıplak olsa da. El kapısında onacağına burada ölsün. Nereden çıktı İstanbul’a çocuk taşımak? Parası da batsın bunun” (s.125) diye ağıt yakarak acısını dışa vurur. Servet Hanım muhayyilesindeki son resmi “Boz yolda yürüyen, gülmez yüzleri sürgit gölgede adamlardan biri giriyor içeri. Biz hep beraber ağlıyoruz.” (s.125) diye sonlandırır. Kimdir o adamlar, kendisi de bilmez.

Görünen odur ki Servet Hanım’ın İstanbul’a götürülüp besleme verilmesine ailesinin erkekleri karar vermiştir. Bu silik anılardan anlaşılan odur ki, aile içinde Servet’in annesinin bir kadın olarak söz hakkı yoktur; bu da toplumda ataerkil aile yapısının gücünü göstermektedir. Füruzan, bu konunun özellikle üstünde durmaz; fakat bir ananın evlâdından koparılmasının nasıl bir acı olduğunu okura duyurmaya çalışır.

Servet’i konağa vermekle ailesi maddî açıdan ne kadar rahatladı bilinmez ama Servet Hanım’ın hayatı boyunca yüzünün gülmediği bir gerçektir. Servet

Hanım’ın yaşamı bir insanın kendi hayatını her ne şekilde olursa olsun sürdürmek zorunda oluşuna güzel bir örnek oluşturmaktadır.

Servet Hanım, efendileri apartmana taşınıncaya dek onlara hizmette kusur etmez. Fatin Bey’le evliliği ise yoksulluk içinde geçmektedir. Ucuz şeyler alabilmek için geç saatte pazara gider. Epeydir üşümeleri arttığından kat kat ve perişan şekilde giyinmesi, bir pazar dönüşünde, bir gencin onu dilenci sanarak eline para tutuşturmasına sebep olur. Bu, Servet Hanım’ın hayatta tek sahip olduğu değer olan gençliğinin ve sağlının tükendiği anlamına gelmektedir. Hikâyeyi etkili kılan, bu ana kadar Servet Hanım’ın yaşadığı sıkıntıları kendisinin dile getirmiş olmasıdır. Bu andan itibaren ise hikâyenin anlatımını yazar üstlenir.

Servet Hanım’ın yaşadığı yoksulluk acı geçmişiyle birleşince ölümü çok dramatik bir boyut kazanmıştır. Fatin Bey, eve geldiğinde paçavraya bürülü olduğu halde üstüne bir de “tozlu denk çuvallarını” (s.167) örtmüş Servet Hanım’ı bir süre iğrenerek seyreder. Öldüğünü anladığında ise büyük bir acıya boğulur.

“Edirne’nin Köprüleri”nde de yoksulluk önemli bir sorundur. Güngörmüş seksenlik göçmen nine, başına örttüğü “tek kırışığı, tek lekesi” (s.80) olmayan beyaz örtüsüyle tatlı otoritenin, insan sevgisinin, doğruluğun simgesidir. O da tıpkı Servet Hanım gibi akşamları pazara gitmektedir. Bir gün satıcı gülerek kendisine “-Be anacığım. Sen de gelirsin pazarın bitimine. Sabahtan gelsen iyisini alırsın. Hem ucuz istersin hem de iyi” (s.78) dediğinde “-Niçin ucuz kötü olacak?”, “Benim gül kokulu memleketimde her bir şey hem ucuz hem iyidir. Biz zaten kendimiz yapardık bostancılık. Yetiştirirdik her şeyi elceğizimizle” (s.78) diye cevap vererek bolluk içinde geçen eski günlerine duyduğu özlemi dile getirir.

“Kırlangıç Balıkları”ında ise Zarife, fabrikadan koynunda saklayarak çıkarabildiği bir iki büsküviyi oğluna götürecek kadar yoksuldur, aylar vardır ki saçlarını bile taramamıştır. Yoksulluk onu fuhuş yapmaya sevk eder, Mehmet’ten etkilenmesine rağmen yalnız onunla olmayacağını bilir… Oysa yukarıdakilerin yaşamı farklıdır. Onlar ayın belirmesiyle, art arda bağırarak denize atlarlar. Onları hayran hayran izleyen Zarife “- Yoksulluğun gözü kör olsun”, “…Bir bize bak, bir onlara” (s.127) demekten kendini alamaz.

“Birinci Yaz Şarkıları” ve “İkinci Yaz Şarkıları”nda Nagehan ağabeyinin niçin kara sevda olduğunu sorgulayarak, “Zengin bir aile değiliz, doğru, ama

neyimiz eksikti bizim. Çalışıp geçinmek ayıp mı? Hep hanlar hamamlar, apartmanlar mı olmalı? Neyimizi beğenmediler? Üstelik kız da ağabeyimi deli gibi seviyordu istiyordu” (s.60) der. Öylesine bir gönül zenginliği yaşamaktayken daha fazlasını istemenin neden gerekli olduğuna bir anlam veremez.

“Piyano Çalabilmek” hikâyesinde yine bir anne-kız ve nine üçlüsünün hayatından kesit sunulmaktadır. Memleket özlemi ve yoksulluk kişilerin yaşamını şekillendiren unsurların başında gelir. Hikâyeyi ilginç kılan, vaktiyle “Varlık, onur görmüş konakların kızıydım” (s.34) diye övünen annenin acı talihi sonucu, son evliliğinde yoksulluğu yaşaması ve yoksul yaşamlarında “piyano”nun çok lüks kaçmasıdır.

Sınıf farkı, ağırlıklı olarak evlilik ve fuhuş konusuna değinilen hikâyelerde somut bir engeli oluşturmaktadır. Yoksulluğun ana olay olarak kurgulandığı hikâyelerde ise sınıf farkına soyut bir yaklaşım söz konusudur.