• Sonuç bulunamadı

B. Toplumsal Temalar

7. Göç Olgusunun Yaşattığı Yalnızlık ve Sahipsizlik Duygusu

karşı çıkmasını aile adına sürülen bir leke sayan kardeşleri, onun kurtuluşunun ancak akli dengesinin yerinde olmadığını ispatlayan bir raporla mümkün olacağını düşünürler.

Burjuva sınıfının Anadolu’ya, Anadolu insanına bakışı “Gül Mevsimidir” de daha açık seçik verilir. Kurtuluş Savaşı zamanında burjuva sınıfı refah içinde yaşarken “Anadolu’da kadınların çocuklarının ölümüne bile ağlamaya vakitleri yok”

(s.19)tur. Sevdiği erkeğin “Anadolu Savaşı” (s.10)nda ölümünü budalalık sayan Mesaadet Hanım, kendi ailesinde o gün bile askere gitmiş kimse olmadığını “Bedel verilirdi erkeklerimiz için. Onlar değerliydiler, kolay yetişmiyorlardı, kolay harcanamazlardı. İşleri vardı erkeklerimizin. Anca okumuş yazmış insanların yapabileceği işler” (s.10) sözleriyle açıklayarak paranın burjuva sınıfına savaş anında bile bir ayrıcalık yaşattığını ortaya koyar. Oysa dava vekilleri, oğlu Rüştü Şahin’i “Darülfünün”a (s.30) göndermek için Mesaadet Hanım’ın babasından umduğu desteğe “Hayatını kazansın efendim, hayatını kazansın! Mekteb-i hayat, pek mühim ve elzem tecrübelerle doludur. Biz Darülfünün bitirdik mi? Yooo! Şimdi ise meydandayız,” (s.30) cevabını alır.

bekleyen varmış gibi. Hikâyede en çok üzerinde durulan bu kadındır. Kadının kocası öldüğü gün, ablasının evine acısını paylaşmaya gittiğinde akşam yemeği hazırlıklarının durdurulduğunu fark etmesiyle yoksulluğun “abla-kardeş” (s.74) bağlarını bile koparacak denli etkili, yıkıcı bir güç olduğu gözler önüne serilmiştir.

Evden ayrılırken ise ablasının, kadının eline “on lira” (s.74) sıkıştırarak ablalık üzüntüsünden kurtulmaya çalışması, ince bir ayrıntı olması itibarıyla ayrıca dikkati çeken bir durumdur.

Füruzan’ın hikâye kişilerinin hemen hepsi yalnız ve kimsesizdir. Yazar, kişilerin yalnızlığını Türk kültüründe önemli bir yeri olan misafirlikle gidermeye çalışır. Okuyucuya sürpriz niteliği de taşıyan misafirliklerde toplumsal dayanışmanın insanın çabasıyla sağlanabileceği mesajı verilmeye çalışılır. “Gecenin Öteki Yüzü”, Edirne’nin Köprüleri”, “Kış Gelmeden” bu sürprizlerin yaşandığı hikâyeler arasındadır.

“Kış Gelmeden” hikâyesinde iki öksüz kardeş eniştelerinin kendilerini horlamasına dayanamayıp evi terk eder. Ayten’in kötü yola düştüğü söylenirken Alişan epeyce gezip dolaşarak kendisini tüm kusurlarına rağmen seven dostlar edinir.

Dostlarından yoksulluğun insana değer vermeye engel oluşturamayacağını öğrenir.

Sonra vaktiyle terk ettiği eve dönerek insanlığın ne anlama geldiğini ablasına anlatmaya çalışır. Alişan artık sevdiklerine sahip çıkacaktır.

“Edirne’nin Köprüleri”ndeki göçmen aile de gurbet elde yaşamanın acısını çok derinden hisseder. Hikâyenin sonunda bayram ziyaretine gelen hemşehrilerin eve getirdiği mutlulukla hikâyedeki kasvetli hava sevince dönüşür.

“Temizlik Kolu”nun ihtiyar ninesi akşama kadar oturduğu penceresinin önünde yosun tutmuş duvarı seyreder. Eğer dizlerinde fer, bacaklarında derman olsa çıkıp “Herkes mi aç, açık bu memlekette?”, “Herkes mi sahipsiz kimsesiz?” (s.43) diye soracaktır. Kadının güngörmüşlüğü vardır. İnsanların böylesine yaşamayı, gülmeyi tanımamış olmalarına şaşar; “bir soran eden” (s.43) olsun ister.

“Redife’yi Güzelleme”de de Temir Efendi’yi yerinden yurdundan eden belini büken göçtür. Redife ateşli bir hastalık geçirmekteyken annesi komşu kadınla “ot”

toplayıp-güç verir diye- kızını ovmak istemiştir. Ceviz yaprağı topladıkları yerden kovalanmaları kadının çok ağrına gider. “Biz buralarda yaşamayız ölelim…

ölelim…” (s.148) diye bağırır.

“Bir Evin Dıştan Görünüşü”nde ise yaşlı bir çiftin yalnızlığı tek yönlü olarak Fıtnat Hanım’ın cephesinden yansıtılır. Arada bir arayıp soran iki çocukları olmasına rağmen yalnızdırlar. Vaktiyle yaşadıkları komşuluk ilişkileri ise samimiyetten uzak menfaate dayalı paylaşımlardır.

Toprak ve ev sahibi olmanın insana aitlik duygusu verdiği gerçeğini Füruzan, hikâyelerinde geriye dönüşlerle ortaya koyar. Yerini yurdunu terk edip bilinmeyen bir yere göç etmenin özellikle yaşlılara nasıl bir acı verdiğini, Seyyid hikâyesinde yansıtmıştır. Bu hikâyede köyden ayrılış esnasında baba mezarına yapılan ziyaretle, göç olgusu çok dramatik bir boyut kazanır. Anne sırtında taşıdığı yatak dengini indirmeden mezarlığa yönelerek: “Bu dert bizi öldürür.”, “Bağımızı toprağımızı yitirdik ya… Un ufak olacağız” (s.70) der. İstanbul’daki yeni yaşamlarında kendilerini çok garip hissederler. Zülali, Seyyid’i bir hemşehrisinin çay ocağına yerleştirir. Yolu öğrene kadar götürüp getirir. Almanya’ya gitme günü yaklaşınca Seyyid’i bir yalnızlık korkusu sarar, ağabeyi gidince koca İstanbul’da annesiyle ne yapacağını düşünür.

İnsanın, eş dost, akraba gereksinimi duyan bir canlı oluşundan hareketle Füruzan, birçok hikâyesinde hemşehriliğin önemini vurgulamak gereğini duymuş;

Zülali’ye Almanya’ya giderken ailesini bir hemşehrisine emanet ettirmiştir.

Hemşehrisinin üzerine düşen toplumsal görevin sorumluluğunun bilincinde oluşunu ise hikâyede “Anan gile bir şey gerekir de eş dost ararsa bize eve uğrasın. Sana adreseyi vereyim –dedi Ömer Sert” (s.l69) sözleriyle ortaya koyar.

“Sokaklarından Gemilerin Geçtiği Kent” Füruzan’ın yalnızlık acısını çok derinden işlediği hikâyelerinden biridir. Bu hikâyede toplumsal yaşamda ciddî bir sorun oluşturan sokak çocuklarının hayatı anlatılır. Sokak çocukları günlerini bir aile ocağının özlemi içinde geçirirler:

“Hangimiz garip değiliz yavrum şu İstanbul’da? Akşam olduğunda şu milyon evlerden birinde bizi bir bekleyen mi var ?” (s.76).

Bünyamin’in emanet edildiği bekçi öldüğü zaman doktor, Bünyamin’den

“aşağıdaki lokantaya” gidip kendini “Erzincanlı” olarak tanıtıp yardım istemesini tembihler. Koca şehirde insanın bir hemşehrisinin olması da güzeldir. Yazık ki doktor da yalnızdır ve İstanbullu olması ona bir hemşehri edinme şansını bile vermez.

“Haraç” hikâyesinde Servet Hanım kendisini hayatı boyunca yalnız ve sahipsiz hisseder. Her ne kadar Gülendam Kalfa onu koruyup kollasa da Servet Hanım’ın kimseyle paylaşamadığı olaylar olur. Servet Hanım, Rusihi Bey’in yatağına gelmesine sahipsizliğin neden olduğu çaresizlik nedeniyle sessiz kalışını “O bir beydi. Yatağıma girmesinde ağlamaklı olduğumu bilse, kimbilir, kovalardı belki beni” (s.147) sözleriyle açıklar.

Servet Hanım’ın yaşamındaki acıların başında ailesini hiç tanımamış olması gelir. O, ölene değin ailesinden birinin gelip kendisini bulacağını umut eder. Otuz yaşlarında medeni nikâh olduğu sıralar gerçek adının “Hacer Servet Türkdoğan”, anne adının “Hatçe”, baba adının “İbrahim”, doğum yerinin ise “Erzincan” (s.158) olduğunu öğrenir.

Servet Hanım her ne kadar çaresizlik nedeniyle evlenmiş olsa da dünyaya getirdiği evladı, ona kısa süreli mutluluk yaşatır. Oğlunun Almanya’ya gitmesiyle tekrar yalnızlığa düşen Servet Hanım’ın ölürken de yalnız olmasıyla acı talihi son bulur.

“Su Ustası Miraç”ta ve beslemeleri konu alan diğer hikâyelerde yalnızlık ve kimsesiz beslemeler, akrabası, eşi dostu olanlara göre daha çok ezilmektedir. “Su Ustası Miraç”ta evin hanımı bu gerçeği şöyle dile getiri:

“Gençler eve adam mı alır, yemek mi çalar, bilinmez. Hepsinin köpek sürüsü gibi akrabası var. Bunun kimi kimsesi yok. Bir Antepliler. Gideceğinde gelip dikilir karşıma .

‘Bak hanımım’ der. ‘Ara bir üstümü başımı.’

‘Yok be Satı’ derim” (s.54).

“Munip Bey’in Günlüğü” Muş’ta görev yapan bir memurun monoton geçen birkaç ay içindeki gözlemlerinin anlatımıdır. Büyük şehirden gelen memurların yalnız yaşamları, kapanan köy yolları sonucu şehrin çevreyle bağlantısının kesilmesi her ne kadar hissettirilmeye çalışılsa da hikâye de dikkati çeken üzerinde söz söylenebilecek bir şey yoktur.

“Gül Mevsimidir”de Mesaadet Hanım, gençken yaşadığı büyük aşkını ve sevdiğinin ölümüne duyduğu büyük acıyı paylaşamamış olmasını yıllar sonra “Ne acılardı Tanrım! Tek yakınacağı olmayan insanın acılarıydı onlar. Annem anlamamış olamaz. Ama hiç sormamıştır.” (s.63) diye anlatır. Sonra içini kapatır;

onların katındakiler kapanarak yok ederler zayıflıklarını. Çevrelerinde sinir boşalmalarına uğrayanlar, en kısa zamanda, doktorlarının ve arkadaşlarının yardımıyla toplanıp eski durumlarına dönerler. Onların katındakiler yaşamanın gerçekliğini derine inmekle değil, derinliklerin kendi ellerinde olduğunu sanmakla güçlendirirler.

Mesaadet Hanım’ın yaşlılığı da yalnızlık içinde geçmektedir. Kendisi ölümünü bekleyen mirasçı ailesiyle arasında bir sevgi bağı olmadığını şöyle ifade eder:

“Şu içerlerde hiç para pul kuşkusu olmadan uyuyanlar, kalanlar, yiyenler, içenler, gezenler, yani benim kanımdan, kocamın kanından türeyenler var ya…

Onlar senin çocukların değil, diyorum.

Onlar senin dengin değil, diyorum.

Onlar dayanmayı bilmez, parayı bilir salt, diyorum” (s.74).

Mesaadet Hanım, asalet düşkünlüklerinin yanı sıra, aile ilişkilerinde bile resmiyeti benimsemelerinin bedelini, yaşlılığında kenara itilmişlik duygusunu yaşayarak öder. Onun, ailesinin gözünde yaşlandıkça saygınlık kazanacağı yerde, her geçen gün değerini yitirip sevimsizleşmesi maddî değerleri her şeyin üstünde tutmasıyla açıklanabilir. Mesaadet Hanım’ı apartmanda “elin köylüleriyle”

(hizmetçilerle), Alman bir dadıyla baş başa hiç kaygı duyulmadan bırakılmış olması, ailesinden daha da soğutur. Hasta rolü oynayarak hem ilgi çekmeye hem de evdekilerle kendince dalga geçmeye çalışır: “Kapıyı çalmadan kimse giremez bu odaya. Alıştırdım yıllardır hepsini. Yoksa hastalığıma inanmıyorlar, beni yatakta görmezlerse” (s.57). Mesaadet Hanım varlığıyla ailesini huzursuz etmek için çok uzun yaşamak ister. Odasına uğradıklarında sıkıntı, bıkkınlık içinde kalmalıdırlar.

Geçimsizliğini, aşağılamalarını öldükten sonra mirasıyla ödeyecek olduktan sonra bu kadarını yapmaya kendinde hak görür.