• Sonuç bulunamadı

3. BÖLÜM: TÜRK-YUNAN İLİŞKİLERİNİN DİNAMİKLERİ

3.2. MİLLİYETÇİLİK KISKACINDA BİR BÖLGE: MAKEDONYA…

3.2.2. Helen-Slav Hizipleşmesi

3-15 Eylül 1878 tarihinde Manastır Konsolosu Logotetis, Yunan Dışişleri Bakanı’na yazmış olduğu bir belgede bölgede yaşananları ve Türklerin almış olduğu önlemleri ayrıntılı olarak aktarmıştır. Logotetis’in Dışişleri Bakanlığı’na yazmış olduğu 10-22 Kasım 1878 tarihli bir diğer belgede Namata yakınlarında gerçekleşen çatışmalar hakkında bilgiler vermiştir. Ancak buradaki isyan durumu kış ayının gelmesi ve olumsuz hava koşulları nedeniyle son bulmuştur.

Logotetis, ilkbaharın gelmesi ile hareketin yeniden canlanacağına inandığını yazmıştır. Ancak armatollerin78 büyük bir kısmı bahar ayı ile birlikte mücadeleye devam etmek için geri dönmesine rağmen uluslararası diplomasi, henüz Makedonya’nın bağımsızlığına karar vermemiştir. Bu nedenle Yunan Hükümeti, bölgede yaşanan bu olaylardan dolayı Büyük Güçlerin baskıları ile karşılaşmıştır. Yaşanan bu karışıklıklardan en fazla yararlanan taraf ise Bulgarlar olmuştur. Çünkü Makedonya için yeni bir tehdit unsuru olarak Kuzeybatı ve Batı Makedonya’da silahlı Bulgar birliklerinin yani komitecilerin ortaya çıkması yer yer Eylül 1878 tarihine kadar devam eden olayları daha da şiddetlendirmiştir. Bu karışıklıklar, çete reisi Zourka önderliğinde gerçekleşip Kourdista, Dimitris Dalipis, Lazaros Andreas isimli kişiler ve diğerleri bu harekete katılmıştır. Özellikle Müslüman Arnavutlar ile şiddetli çatışmalar yaşanmıştır. Kastoria ve Florina çevresinde gerçekleşen isyanlarda bu yerel çetelerin gücünü kıramayan Türk yönetimi, bu nedenle bölgeye 2000 kişi daha gönderilmesine karar vermiştir. (Papadopoulou,1970, ss. 106-123).

almaktadır. Daha önce de belirttiğimiz gibi Osmanlı Devleti’nde devletin Müslüman olmayan toplulularla dolaylı bir ilişkisi mevcuttu. Bu ilişkide tüm Ortodokslar, Patrikhane nezdinde temsil ediliyordu. Başka bir deyişle Sırp Kilisesi, Bulgar ve Gürcü kiliseleri gibi Ortodoks mezhebe ait kiliseler İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesine bağlıydı. Dolayısıyla patrikliğin yetki sınırları tüm Osmanlı Avrupa’sı ve Anadolu’yu kapsamaktaydı. (Ercan, 2001, ss. 241-244).

Bilindiği gibi Rum Ortodoks Kilisesi’nde Yunan ruhbanın ve Yunanca’nın yanı sıra önceden sözünü ettiğimiz Fenerliler denilen Rum aristokrasisinin de çok önemli bir konumu bulunmaktaydı. Patriğin de diğer gayrimüslimlerin ruhani liderleri arasında protokol bakımından öncelikli bir konumu vardı ve onların protokoldeki öncelikleri eyaletlerde metropolitlere tanınmıştı. Başka bir deyişle ruhani reisler arasında da metropolitler öncelikli bir konuma sahipti. (Ortaylı, 2000, ss. 282-284). 18. yüzyılda Rum Ortodoks Kilisesi, Balkanlar’daki pek çok bağımsız din kurumunu ortadan kaldırarak kendi egemenliği altına almıştı.

Örneğin 1766 senesinde Peç Sırp Patrikliği, 1767 de Ohri Bulgar Patrikliği.

Ancak 19. yüzyılda Osmanlı Devleti’ne karşı başlayan ayrılıkçı hareketler Osmanlı yönetimine karşı olduğu kadar Rum Ortodoks Kilisesine ve onun kültür emperyalizmine karşı da yürütülüyordu. Çünkü Patrikhane, Ortodoks tebaanın tümünü kapsamasına rağmen zamanla sadece etnik Rumları içine alan bir yapı haline evriliyordu. (Quatert, 2011, ss. 271- 272).

II. Mehmed’in geniş yetkilerle donattığı ve baskın bir Helen ideolojisinin hakim olduğu Patrikhane ilk yarasını 1833 senesinde Yunan Otosefal Kilisesinin79 kurulması ile alacaktı. (Macar, ss.46- 56). Çünkü bu durum Balkanlar’da İstanbul Patrikhanesi’nin resmi kontrolü altındaki kiliselerde milliyetçiliğin oluşmasında da önemli bir adımdı. Ne var ki kurulan bu kilise, ancak 1850 senesinde İstanbul Patrikhanesi tarafından tanınacaktı. Ancak bu durum

79Otosefal Kiliseler, Doğu Ortodoks Kilisesi’nde yeni bir gelenek değildi. Ancak Balkanlar’da oluşan ilk ulus devlet olan Yunan Devleti’nde kurulması nedeniyle modern ulus hareketi ile ilişkilendirilmektedir;

bu konuda bkz. (Stamatopoulos, 2014, s.47).

Osmanlı Devleti’nin Balkan coğrafyasında çözülmenin de başlangıcını oluşturuyordu. Nitekim 1870 senesinde Bulgar Eksarhlığı’nın kurulmasını 1879 senesinde Sırp Kilisesi’nin ve 1885 tarihinde de Romen Kilisesi’nin tanınması takip etti. Nitekim Bulgar Kilisesi’nin kurulması, sadece dini anlamda bir bağımsızlık getirmiyordu. Bu aynı zamanda Balkanlar’daki baskın Yunan kültüründen de kurtuluşu ifade ediyordu. Bu durum, özellikle Makedonya’daki etnik, ideolojik ve politik çatışmanın da fitilini ateşlemişti. (Stamatopoulos, 2014, ss.34-51).

Gelinen noktada İstanbul Fener Patrikhanesi öncelikle ayrılan kiliselerin her birini ayrılıkçı ilan etti. Ayrılanlar ise Bulgar, Sırp ya da Romen gibi farklı etnik kimliklere sahip olunduğu duygusunu yaratma veya pekiştirme çabası içine girmişti. (Quatert, 2011, ss. 271- 272). Aslında bu durum Osmanlı Devleti’nin esnek bir yönetim anlayışı sergilemesiyle yakından ilgilidir. Çünkü bir Bulgar, Romen ya da Sırp, Osmanlı döneminde Fener Patrikhanesi yönetiminde ibadet ve eğitimde Yunanca yerine kendi dilini koruyabilmiştir. Bu durum Osmanlı idaresinin en önemli yanı olan manastırların otonomisini tanımasıyla ilgilidir.

Başka bir deyişle bu özerklik Helen asıllı olmayan Ortodoskların Fener’in üstünlüğüne rağmen Slavların Helenizasyonunun önüne geçmiştir. (Ortaylı, 2000, ss.282-284).

19. yüzyıla gelindiğinde Patrikhane, Osmanlı Devleti’ne karşı yürütülen ulusal bağımsızlık hareketlerine düşmanca bir tavır takınmıştır. Çünkü siyasi bağımsızlık aynı zamanda dini bağımsızlık anlamına gelmektedir. (Adanır, 1996,ss.51- 53). Bu nedenle de ulusal bilinci törpüleyen uygulamalara imza atmışlardır. Örneğin, İstanbul’da yayımlanan ilk Bulgar gazetelerinden biri olan Tsarigratski Vesnik Gazetesinin 23 Mart 1857 tarihli 321 sayılı basımında yer alan haberine ve yine İstanbul’da yayımlanan Bizantis Gazetesi’nin 2 ve 8 Mart 1857 tarihli nüshalarındaki haberde Tanrı’ya ibadet etmek için tek dilin Yunanca olduğu ve buna karşı gelenlerin halkı isyana teşvik ederek bambaşka bir ayin

şekli istedikleri iddia edilmektedir.(Çipof, 2010, ss. 18-21). Bu görüş, 1850 senesindeki büyük uzlaşmadan yani Yunan Kilisesi’nin Patrikhane tarafından tanınmasından sadece iki yıl sonra Yunan Spyridon Zambelios tarafından ortaya atılan Helleno- Christianism terimi ile son derece örtüşmektedir. Aslında bu terim Megali İdea’nın içe dönük gelişmiş halidir. (Stamatopoulos, 2014, s.52).

Dolayısıyla oluşturulmak istenen Yunan-Hıristiyan sentezi, Yunanlılık ile Ortodoksluğu uzlaştırmaktadır. Bunun tam karşısında ise Slav halklar yer alacaktır. Aslında Bulgarlar açısından bakıldığında ulusal bilinçlenmenin geç başladığı söylenebilir. Nitekim 1830’lu yıllara kadar Bulgar burjuvası büyük kısmı kendisini din kardeşleri Yunanlılık ile özdeşleştirmiştir. Bu sürecin değişimi yani Slavyanofilizm akımı, Rusya’nın politikalarının yanı sıra kilisenin uyanışı ile gerçekleşmiştir. Osmanlı Devleti ise, Helen-Slav rekabetini çok yakından takip etmiştir. (Ortaylı, 1992, ss. 253- 260). Çünkü bu rekabetin en şiddetli yaşandığı yer yukarıda da belirttiğimiz gibi Makedonya Bölgesi olmuştur. Osmanlı Devleti ise, kendi varlığını devam ettirebilme adına bu rekabetin kimi zaman destekçisi kimi zaman da yandaşı ola gelmiştir. Örneğin kimi zaman Vodina kazasında80 bir köyde bulunan kiliselerin patrikhane ve eksarhlık arasında kullanılmasına izin verirken,81 bazen ise Makedonya’daki kiliselerde Yunanca yerine Romence kullanılmasına izin vermiştir.82 Ancak devletin varlığına ve bütünlüğüne zarar geleceği durumlarda aşağıda görüleceği gibi bu hizipleşmenin bir tarafı olarak Patrikhane ve Yunan Devleti çıkarlarına belki de bilmeyerek hizmet etmiştir.

80 Ç.N. Osmanlı döneminde Selanik sancağına bağlı bir kaza merkezidir.

81 İ. MTZ (04), 51/ 20, 11 B. 1315 (1897/1898).

82 HR. TO, 43/ 95, M.23.06. 1891.