• Sonuç bulunamadı

İKİNCİ BÖLÜM HUME

2. HUME’DA HAYAL GÜCÜ

2.2. Hayal Gücünün İşlevleri veya Olasılığa Dair

2.2.2. Hayal Gücünün Neden-Etkiyle İlgili Akıl Yürütmenin Öğeleri ile İlişkisi

2.2.2.1. His ve Hafıza İzlenimleri

Hume, neden-etki ilişkisinden hareketle yapılan akıl yürütmelerin bizi hislerimize sunulanın ötesine götürerek, görmediğimiz ya da duymadığımız nesneler ve varoluşlar konusunda bilgilendirdiğini, ancak izlenimlerin ya da en azından izlenimlere eşit olan hafıza idelerinin belli bir karışımı olmaksızın, sadece ideler üzerinde akıl

328 Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, a.g.e., s. 39.

145

yürütmememiz gerektiğini önemle vurgular. Bu durum, neden ve etkilerle ilgili tüm akıl yürütmelerin, kökensel olarak his ve hafızanın izlenimlerden türetilmiş olması ya da en azından onlara dayanması gerekliliğinden kaynaklanır. O hâlde, bu izlenimlerin açıklanmaları kaçınılmaz bir zorunluluk meydana getirir.

Hume’a göre, hislerle elde edilen izlenimler söz konusu olduğunda, bunların en son nedeni insan aklı tarafından açıklanamaz:

Duyulardan (hislerden) doğan izlenimlere gelince, bunların doğrudan nesneden mi doğdukları, yoksa zihnin yaratıcı gücü tarafından mı üretildikleri, yoksa varlığımızın yaratıcısından mı türedikleri konusunda kesin bir karar vermek hiçbir zaman mümkün olmayacaktır.329

Hafızanın izlenimleri söz konusu olduğunda, Hume bunları hayal gücündekilerden ayıran özelliklerin neler olduğunun incelenmesinin gerekli olduğunu savunur. Hem hafıza hem de hayal gücü, basit idelerini izlenimlerden aldıkları ve hiçbir zaman bu ilk algıların ötesine geçemedikleri için ikisi arasındaki fark bunların sundukları basit idelerden kaynaklanmaz. Yine, her ne kadar idelerin ilk düzen ve konumlarını muhafaza etmek hafızanın, onları dilediği gibi değiştirip düzenlemek hayal gücünün kendine özgü bir özelliği olsa da, bileşik idelerin düzenlenişi söz konusu olduğunda onlar arasında bir fark olmadığı açıktır. Zira “geçmiş izlenimleri aynı şekilde anımsamak” olanaksız olduğundan, “onları şimdiki idelerimizle karşılaştırıp tam olarak aynı olup olmadıklarını” anlamak mümkün olmaz.330 Dolayısıyla hafıza, ne basit idelerin yapısı ne de bileşik idelerin düzenlenişi yoluyla hayal gücünden ayırt edilebildiği için, hafıza ile hayal gücü arasındaki tek farklılığın, hafızanın “daha üstün gücü ve diriliği”

olduğu söylenebilir. Bu bağlamda, bir düşü, bir anıdan ayıran tek şey, düş kurmayı sağlayan idelerin daha silik ve bulanık olduğu yerde, hafızadaki anının daha güçlü ve canlı olmasıdır. Yani, eğer hafıza ideleri, hayal gücü idelerinden güç ve kuvvet bakımından farklı olmasaydı, bir düşü benzer türden bir anıdan ayırt etmek mümkün olmazdı.

329 Hume, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, a.g.e., s. 69.

330 Hume, a.g.e., s. 69.

146

Ancak hafızadaki idelerinin zamanla çok zayıflayıp belirsizleştiği, böylece bunların hafızadan mı yoksa hayal gücünden mi geldiğini belirlemede güçlük çekildiği durumlarla karşılaşmak da mümkündür. Bir başka ifadeyle, hafızadaki idenin kuvvet ve diriliğini yitirerek hayal gücünün bir ürünü sanılabileceği bir düzeye dek bozulabilmesi de söz konusudur. Zira aradan geçen uzunca bir zaman, idenin hafızadan neredeyse silinmesine ve onun, hayal gücünün bir ürünü olup olmadığı konusunda kararsız kalınmasına neden olabilir. Hume’a göre, bu gibi durumlarda, genellikle “sanırım böyle bir olayı hatırlıyorum, ama emin değilim” gibi bir ifadenin kullanılması, işte bu kararsızlık durumunun bir neticesidir:

Bir tutku ya da heyecanı resmetmeye niyetlenen bir ressam, tasarımlarını daha canlı kılabilmek ve onlara imgelemin/hayal gücünün salt yapıntılarında bulunandan daha üstün bir güç ve canlılık verebilmek için, benzer bir duygu tarafından uyarılan bir insanın görünüşüne ulaşmaya çalışacaktır. Bu anısı ne denli yeniyse, tasarımı da o denli açık olur; ressam uzun bir aradan sonra nesnesi üzerine tekrar düşündüğünde, tasarımını (idesini), tamamen silinmiş olmasa da her zaman oldukça bozulmuş bulur. Bellek (hafıza) tasarımları çok zayıflayıp etkisizleştikleri için, sıkça bunlardan şüpheye düşeriz; nitekim imge, bellekten/hafızadan geldiğini belli edecek ölçüde canlı renklerle resmedilmediğinde, imgenin düşlemden mi yoksa bellekten mi geldiğini belirlemede güçlük çekeriz.331

Bunun aksine, hayal gücünün ürünü olan bir idenin hafızadaki bir idenin yerine geçecek kadar güç ve canlılık kazanması ve hafızanın inanç ve yargılar üzerindeki etkilerini taklit edebilmesi de mümkündür. Örneğin, yalan söylemeyi alışkanlık hâline getiren kimselerin zamanla söyledikleri yalana kendilerinin de inanmaya ve onları öyleymiş gibi hatırlamaya başlaması, hayal gücündeki idenin hafızanın inanç ve yargılar üzerindeki etkisini taklit edebilecek kadar güç ve canlılık kazanması sayesinde gerçekleşir. Hume’a göre, pek çok durumda olduğu gibi, bu durumda da “davranış biçimleri ve alışkanlıkların zihin üzerindeki etkileri doğanınkilerle aynıdır; bunlar da ideye benzer kuvvet ve dinçlik verirler.”332

331 Hume, a.g.e., ss. 69-70.

332 Hume, a.g.e., s. 70.

147

(...) Belleğe (hafızaya) ya da duyulara (hislere) eşlik eden inanç ya da onay, sundukları algıların güç ve diriliğinden başka bir şey değildir ve bir tek bu onları hayal gücünden ayırır. Bu durumda inanmak duyuların (hislerin) dolaysız bir izlenimini ya da o izlenimin hafızadaki bir yinelenişini duyumsamaktır. Neden-etki ilişkisinin izini sürdüğümüzde, yargının ilk edimini oluşturan ve onun üzerine kurduğumuz akıl yürütmenin temelini atan tek şey algının kuvvet ve diriliğidir.333

Netice itibariyle, hafıza ya da his izlenimlerine duyulan inanç ya da onay, aslında onlardaki algıların güç ya da diriliğinden kaynaklanır. Bu bağlamda, hafıza ve hissin algılarını hayal gücündekilerden ayıran tek şey, onların güçlü ve diri algılara sahip olmalarıdır. Böylece, “inanmak”, duyuların dolaysız bir izlenimini ya da o izlenimin hafızada yinelenişini duyumsamak anlamına gelir. O hâlde, neden ve etkiden yola çıkılarak yapılan akıl yürütmelerin, hisler ve hafızanın dolaysız bir algısına dayanması gerekliliği, onların sunduğu algıların güçlü ve diri olmasından kaynaklanır. Çünkü hisler ya da hafızanın yetkesinin olmadığı akıl yürütmeler zincirinde, her ne kadar zincirin her bir halkası bir başkasına bağlansa da, zincirin bir ucuna takılı duran ve bütünü taşıyabilecek herhangi bir şey olmadığından, bütün akıl yürütme faaliyeti boş, temelsiz ve uydurulmuş hâle gelecek, dolayısıyla da ortada ne inanç ne de kanıtlama söz konusu olacaktır.