• Sonuç bulunamadı

İKİNCİ BÖLÜM HUME

2. HUME’DA HAYAL GÜCÜ

2.1. Bilgi ve Olasılık Ayrımı

Daha önce “İlişkiler” başlıklı kısımda ayrıntılarıyla ele alındığı üzere Hume, İnceleme adlı eserinde, biri “doğal” diğeri “felsefi” olmak üzere iki tür ilişki arasında bir ayrım yapar:

İlişki sözcüğü çoğunlukla birbirinden oldukça farklı iki anlamda kullanılır; ya imgelemde/hayal gücünde iki tasarım arasında bir bağ kurulmasını ve bir tasarımın (…) doğal olarak diğerini akla getirmesini sağlayan özellik anlamında ya da düşlemde rastgele birleşen iki tasarım (ide) için bile bu tasarımları (ideleri) karşılaştırmayı uygun bulacağımız belli koşul anlamında. Günlük dilde birincisi ilişki sözcüğünün her zaman kullandığımız anlamıdır; yalnızca felsefede

131

bu anlamı, arada bağ kuran bir ilke olmadan da bir inceleme konusu yapmayı kapsayacak şekilde genişletiriz. 303

Kısaca hatırlatmak gerekirse, bir ide, herhangi bir çaba ya da güç sarf etmeksizin, doğal olarak bir başka ideyi akla getiriyorsa bu iki ide arasında “doğal bir ilişki” bulunur. Bununla birlikte, kendiliğinden ya da doğal olarak birbirleriyle ilişkisi olmayan iki idenin, bilinçli bir biçimde bir bağıntı içinde düşünülebilmesi ve karşılaştırılması ise “felsefi ilişki”dir.

Hume’un felsefi ilişkiler hakkındaki görüşleri, onun “bilgi (knowledge)” ve

“olasılık (probability)” arasındaki farka dair yaklaşımını belirlemede önemli bir ölçüt oluşturur. Çünkü o, İnceleme adlı eserinin “Bilgi ve Olasılık” başlığını taşıyan bölümünde, yedi felsefi ilişkiyi, “tümüyle birlikte değerlendirdiğimiz/karşılaştırdığımız idelere bağımlı olanlar” ve “idelerde herhangi bir değişiklik olmadan da değiştirilebilenler” ya da “idelere dayanmayan ve o aynı kalırken bile ortada olan ya da olmayabilenler” olmak üzere ikiye ayrılır.304 Buna göre, örneğin “üçgenin üç açısı iki dik açıya eşittir” önermesinde dile getirilen “eşitlik ilişkisi”, üçgen idesinde herhangi bir değişiklik yapılmadığı sürece, aynı şekilde değişmeden kalır. Bu örnekte olduğu gibi,

“tümüyle birlikte karşılaştırdığımız idelere bağımlı olan”, bu nedenle de “bilginin ve kesinliğin nesnesi olabilen” dört felsefi ilişki bulunur. Bunlar ise benzerlik, karşıtlık, nitelik derecesi ve niceliksel veya sayısal orandır. Bu ilişkilerden ilk üçü, herhangi bir soruşturma ya da akıl yürütme gerektirmeksizin bir bakışta fark edilebildiği için “görü (intuition)” ile bilinir.305 Örneğin iki nesnenin birbirlerine benzediğini ya da iki şeyden

303 Hume, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, a.g.e., s. 24.

304 Hume, a.g.e., s. 59. Hume’un inceleme adlı eserinde felsefi ilişkileri ikiye ayrılması, aslında onun, Soruşturma adlı eserindeki “ide ilişkisi” ve “olgu sorunları” ayrımına tekabül etmektedir.

305 Hume’un görü ve kanıtlamaya ilişkin görüşleri, Locke’un görüşleriyle paralellik taşır. Locke’a göre

“görü”, iki ide arasındaki uyuşmayı (agreement) ya da uyuşmamayı (disagreement), araya herhangi bir şey girmeksizin, ilk bakışta ve dolaysız olarak algılamaktır. Örneğin beyazın siyah ya da üçün iki olmadığı, zihnin herhangi bir kanıtlama ya da incelemeye gereksinim duymaksızın, âdeta gözün ışığı algılanmasında olduğu gibi, doğrudan doğruya algılanır. Bu nedenledir ki bu şekilde elde edilen bilgiler, bütün bilgiler içindeki en açık ve en güvenilir olanıdır. Locke kanıtlamayı ise iki ide arasındaki uyuşma ya da uyuşmamanın, diğer idelerin kullanılmaması ya da birinin diğeriyle olan bağlantısının sabit, değişmez olduğunun ispatlanmasıyla açık ve seçik algılanması olarak tanımlar. Locke, An Essay Concerning Human Understanding, Edited and An Introduction by. Peter H. Nidditch, Clarendon Press Oxford, 1975, pp. 530-532.

132

hangisinin daha sıcak veya soğuk olduğunu belirlemek kolaydır. Aynı şekilde, iki sayı ya da şekilden hangisinin daha büyük ya da küçük olduğuna bir bakışta karar verilebilir.

Yine hiç kimse, varoluş ve varolmayışın birbiriyle bağdaşmayacağından ya da birbirlerine karşıt olduklarından hiçbir şekilde şüphe etmez. Dolayısıyla “idelere bağımlı olan” ilişkilerin ortaya çıkarılmasında, herhangi bir akıl yürütme ya da soruşturmaya gerek yoktur. Böylece “idelere bağımlı olan” ilişkileri temele alan, aynı zamanda tam bir doğruluk ve kesinliğe sahip olan bilimler, cebir ve aritmetik olarak karşımıza çıkar:

Öyleyse elimizde, (...) tam bir doğruluk ve kesinliğe sahip olabilecek yalnızca cebir ve aritmetik bilimleri kalır. Bu durumda sayıların eşitlik ve oranlarını belirleyebileceğimiz kesin bir ölçüt elde etmiş oluruz; sayıların bu ölçüte karşılık gelip gelmeyecekleriyle de hiçbir hata payı olmaksızın ilişkilerini belirleriz. İki sayı, biri her zaman diğerinin her birimine cevap veren bir birime sahip olacak şekilde birleştiğinde bu sayılar eşittir deriz; uzamda böyle bir eşitlik ölçünü olmadığı için geometri nadiren yetkin ve hatasız bir bilim olarak kabul edilebilir.306

Ancak diğer yandan, “ideye bağımlı olmayan/dayanmayan, o aynı kalırken bile ortada olan ya da olmayabilen” ya da “idelerde bir değişiklik olmadan da değiştirilebilen” diğer üç felsefi ilişki ise özdeşlik/aynılık, zaman ile uzay ve neden-etkidir. Örneğin “uzaklık ilişkisi”, nesnelerin kendilerinde ya da idelerinde herhangi bir değişiklik olmaksızın, sadece yerleriyle oynanarak değiştirilebilir. Çünkü yer, zihin tarafından öngörülemeyecek kadar çok farklı rastlantıya dayanır. Buna göre, evimizin yerine ilişkin idemizde herhangi bir değişiklik olmaksızın, evimizden 300 km uzakta

306 Hume, İnsan Doğası Üzerine Bir İnceleme, a.g.e., ss. 60-1. Hume, geometriyi kesinlik açısından diğer bilimlerin dışında bırakır. Hume’a göre, her ne kadar geometri, şekillerin oranlarını belirlemek için kullanılsa da, hiçbir zaman tam bir kesinlik ve doğruluk elde edemez. Bunun nedeni, geometrinin ilkelerini yalnızca tezahürlerden türetmesidir. Ayrıca Hume, geometrinin inceleme konusu yaptığı idelerin, hayal gücünün kavrayamayacağı kadar ince ve manevî bir doğası olduğu ve yalnızca ruhun üstün yetilerine has olan saf ve entelektüel bir kavrayışıyla bilinecekleri iddiasına da karşı çıkar. Hiç kuşkusuz bu noktada Hume’un karşı çıktığı bu fikri savunanlar arasında ilk akla gelen isim Descartes’tir. Hume, hem matematik hem de felsefenin birçok alanında kendini gösteren bu fikre karşılık, şu ilke üzerinde düşünülmesi gerektiğinin altını önemle çizer: Tüm ideler izlenimlerden kopyalanmıştır. Dolayısıyla tüm izlenimler açık ve belirgin oldukları için, onların kopyası olan tasarımların da aynı özelliklere sahip olması gerekir. Bunun anlamı tasarımların kendilerinden kaynaklanan herhangi bir belirsizlik barındırmamalarıdır. Bir başka deyişle, bir tasarım doğası gereği izlenimden daha zayıf ve soluk, ancak diğer tüm özellikleri bakımından onunla aynı olduğundan, izlenimden çok daha gizemli ve belirsiz olmaz. Bu nedenle Hume, matematikte ileri sürülen, saf ve entelektüel bir kavrayışla bilinebilecek algılar iddiasına karşı çıkar.

133

bulunabilmemiz mümkündür. Yani “uzaklık ilişkisi”, sadece birlikte değerlendirdiğimiz ideler sayesinde ortaya çıkartılabilecek bir ilişki değildir. Aynı durum, özdeşlik/aynılık ve nedensellik için de geçerlidir. Hume’a göre,

tam olarak birbirlerine benzeyen hatta farklı zamanlarda ama aynı yerde ortaya çıkan iki nesne sayıca birbirlerinden farklı olabilirler; ayrıca, bir nesnenin diğerini üretmesini sağlayan kuvvet hiçbir zaman salt tasarımları sayesinde ortaya çıkarılamayacağından, açıktır ki neden ve etki ilişkileri ile ilgili olarak soyut akıl yürütme ya da iç duyum (iç his) yoluyla değil deneyim yoluyla bilgi ediniriz. En basiti dâhil, nesneleri görebildiğimiz nitelikleriyle açıklayabileceğimiz ya da belleğimiz veya deneyimlerimizin yardımı olmaksızın öngörebileceğimiz tek bir olgu yoktur.307

İşte, felsefi ilişkileri sınıflandırmanın bu yeni şekli Hume’a, “idelere bağımlı” olan bu nedenle de “bilginin ve kesinliğin nesnesi olabilen” dört felsefi ilişkiyi, “idelere bağımlı olmayan” ve dolayısıyla “olasılık” taşıyan diğer üç ilişkiden ayırma imkânı sağlar. “Tümüyle idelere bağlı olan ilişkiler” görü ve kanıtlama yoluyla, “idelerinde değişiklik olmadan değiştirilebilen” ilişkiler ise tecrübeyle bilinir. Bu nedenle, ilki “bilgi”

sağlarken, ikincisi “olasılık” taşır. Tam da bu noktada Hume’un, insan doğasına yönelik sorgulaması, “idelere bağlı olmayan” üç ilişkiye yine de güven duymayı sağlayan şeyin ne olduğunu, bir başka ifadeyle duyulara/hislere ve hafızaya sunulanın mevcut izlenimlerin ötesine geçerek bize henüz görmediğimiz ya da duymadığımız şeyler konusunda bilgilendirecek ya da onlara inanmamızı sağlayacak şeyin ne olduğunu sorgulamaya dönüşür. Bu ise esas itibarıyla nedenselliğin sorgulanmasından başka bir şey değildir. Kant’ın dogmatik uyuklamasından uyanmasını sağlayacak olan şey de, Hume’un bu soruşturması olacaktır.

Hume’un, nedenselliğe yönelik sorgulamasına geçmeden önce, onun “bilgi” ve

“olasılık” arasında yapmış olduğu ayrıma ilişkin görüşlerini, bu kez, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma adlı eserinden yararlanarak kısaca ele almaya, böylece felsefe tarihinde “Hume çatalı” olarak anılan “ide ilişkileri” ve “olgu sorunları”

ayrımının aslında İnceleme eserindeki “felsefi ilişki”lerin “idelere bağımlı olanlar” ve “ idelere bağımlı olmayanlar” ayrımına dayandığını göstermeye çalışalım.

307 Hume, a.g.e., s. 59.

134

Hume’un, İnceleme adlı eserinde, felsefi ilişkileri, tümüyle birlikte değerlendirdiğimiz idelere bağımlı oldukları için bilginin ve kesinliğin temeli olanlar ile idelere bağımlı olmadıkları için olasılık taşıyanlar biçiminde ikiye ayırması, Soruşturma’da, “ide ilişkileri (relations of ideas)” ve “olgu sorunları (matters of fact)”

şeklinde dile getirilerek oldukça sadeleştirilir.308 Hume’un “ide ilişkileri” ve “olgu sorunları” ayrımı, bilgi görüşünde oldukça önemli bir yere sahiptir. Bu ayrım, bilginin ya da anlamlı bütün önermelerin iki farklı kategoriden biri ya da diğerine girmesi gerektiğini bildirir. Her ne kadar bu ayrım, yeni olmayıp geleneksel “zorunlu ve mümkün doğrular” ayrımına karşılık gelse de, felsefe tarihinde çoğunlukla “Hume çatalı” olarak anılmıştır.309

Hume’un iki bilgi türü arasında ayrım yapan ve bilgimizin bütün içeriğini oluşturan söz konusu çatalına göre, “ide ilişkileri” değişmez ve kesin bilgiye, “olgu sorunları” ise mümkün ya da olası bilgiye karşılık gelir. Buna göre, cebir, aritmetik bilimleri ve görü ya da kanıtlama yoluyla kesin olan her ifade, “ide ilişkileri” kapsamına girer. Bir başka ifadeyle, ide ilişkileriyle ilgili bilginin doğruluğu ya da yanlışlığına ampirik gözlemlere hiç başvurulmaksızın karar verilebilir. Örneğin “Hipotenüsün karesi iki kenarın karelerinin toplamına eşittir” önermesi, bu şekiller arasındaki bir ilişkiyi ya da “üç artı beş on altının yarısına eşittir” önermesi ise bu sayılar arasındaki bir ilişkiyi dile getirir. Bu çeşit önermeler, evrende gerçekten varolan herhangi bir şeye

308 Kenneth R. Merril, Historical Dictionary of Hume’s Philosophy, The Scarecrow Press, UK, 2008, p.

231.

309 Hume’un “idea ilişkileri” ve “olgu sorunları” olarak adlandırdığı bu ayrımın kaynağı çok eskiye dayanmaktadır. Örneğin, ünlü Alman filozof ve matematikçi Leibniz (1646-1716) tarafından “mecburi hakikatler” ve “muhtemel/mümkün hakikatler” şeklinde daha önce dile getirilmiştir. Mecburi hakikatler”, karşıtları hakikatin inkârı anlamına geleceği için mümkün olmayan, bu nedenle de zorunlu ve inkârı mümkün olmayan hakikatlere; “muhtemel hakikatler” ise hem kendileri hem de karşıtlarının doğru olmasının mümkün olduğu bu nedenle de olumsal ve inkârı mümkün hakikatlere karşılık gelir. Buna göre örneğin iki artı ikinin dört etmesi matematiksel olarak mecburidir; çünkü karşıtı, mesela iki artı ikinin dörde eşit olmaması çelişki içerir. Fakat “Spinoza La Haye’da öldü”

önermesinin karşıtı mesela, “Spinoza Asterdam’da öldü” önermesi hiçbir çelişki içermez. Emile Boutroux, Leibniz: Hayatı ve Felsefesi, çev. Atakan Altınörs, Paradigma Yayıncılık, İstanbul, 2009, s.

101. Hume’da ide ilişkilerini olgu sorunlarından ayırmak için benzer bir ölçütü kullanmıştır. Hume’dan sonra da bu ayrım felsefe tarihinde, a priori-a posteriori, analitik-sentetik ayrımı benzeri çeşitli adlandırmalarla kullanılmaya devam etmiştir. Kenneth R. Merril, Historical Dictionary of Hume’s Philosophy, The Scarecrow Press, UK, 2008, p. 231.

135

dayanmadan, sadece ideler arası ilişkilerin saptanması ya da karşılaştırılmasıyla bilinirler. Dünyaya dair bilgimizi arttırmayan, ancak ideler arasındaki ilişkilerin çözümlenmesiyle ortaya çıkan bu bilgi, a prioridir. Hume’a göre, “doğada hiçbir zaman bir daire ya da üçgen bulunmasa bile, Öklid tarafından kanıtlanan hakikatler kesinlik ve apaçıklıklarını sonsuza dek koruyacaklardır.310 Cottingham’ın da ifade etiği üzere, felsefe tarihinde “totoloji” olarak da adlandırılan bu tür önermelerin reddi, kendisiyle çelişkili önermeler ortaya çıkarmaktadır ki, bunların doğruluğu mantık yasaları bakımından mümkün değildir. Örneğin “iki kere ikinin dört olamayacağını” ya da

“bekârın evli olduğunu” iddia etmek, mantıksal bir çelişki meydana getirir. Bu nedenle totolojiler, her ne kadar yüksek bir kesinlik derecesine sahip olsalar da, evrende gerçekten varolan şeylere bağlı değillerdir ya da onlar hakkında bilgi vermezler.311

Oysa olgularla, olgu sorunlarıyla ilgili önermeler söz konusu olduğunda bunlar, ide ilişkileriyle aynı tarzda doğrulanamazlar. Bu önemelerin olumsuzlanmaları, hiçbir çelişki içermeyen, yine mantıksal olarak mümkün olgu durumlarını ifade eder. Örneğin

“güneşin yarın doğmayacağını” iddia eden önerme, “güneşin yarın doğacağını” iddia eden önermeden ne daha az akla yatkın ne de daha fazla çelişkilidir.312 Bu nedenle, bu tür önermelerin yanlışlığını kanıtlamaya çalışmak boşunadır. Bu tür önermelerin doğruluk ya da yanlışlığına ampirik yollarla karar verildiğinden, bunlar a posteriori önermelerdir. Dolayısıyla olgu sorunları, dünyaya ait bilgimizi arttırmakla birlikte, kesinlikten ve açıklıktan yoksun bir bilgi türü olduğundan, ancak bir “olasılık” değeri taşır:

İnsan aklının ikinci çeşitten objeleri olan olgu sorunları, aynı tarzda doğrulanamazlar ve bunların hakikatine ilişkin elimizdeki delil, ne kadar kuvvetli olursa olsun, birincilerinkiyle aynı içyapıya sahip değildir. Her olgu sorununun tersi yine de mümkündür; çünkü hiçbir çelişki içermez ve zihin tarafından aynı kolaylık ve seçiklikle, gerçekliğe aynı derecede uyuyormuş gibi kavranır. Yarın güneş doğmayacak önermesi, doğacak önermesinden daha fazla bir çelişki içermez. Bu durumda, yanlışlığını tanıtlamağa kalkışmamız boşuna

310 Hume, İnsanın Anlama Yetisi Üzerine Bir Soruşturma, a.g.e., s. 22.

311 John Cottingham, Akılcılık, çev. Bülent Gözkân, Doruk Yayıncılık, Ankara, 2003, s. 89.

312 Hülya Yaldır-Sibel Kiraz, “Nedensellik, Bilim ve Metafizik”, Uludağ Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dergisi Kaygı, Güz 2008, Sayı 11, Bursa, s. 148.

136

olur. Eğer tanıtlama yoluyla yanlış olsaydı, bir çelişki içerirdi ve zihin tarafından hiçbir zaman seçik olarak kavranamazdı. 313

Olgu sorunları alanına pozitif bilimlerin, fizik, kimya, biyolojinin, vs.

önermelerinin girdiği göz önünde bulundurulduğunda, Cevizci’nin de ifade ettiği üzere, Hume’un ampirik ve pozitif anlayışı, Aydınlanma düşüncesinin mantığına aykırı bir noktaya varacak şekilde, bilimlerin temeline dinamit koymuştur. Ancak her ne kadar Hume’un bu yaklaşımı, Aydınlanmanın bilimci mantığına ağır bir darbe indirmiş olsa dahi, yine de bir yandan metafiziğin ve dinin iddialarını geçersizleştirmek, diğer yandan da pragmatik bir bilgi anlayışının ya da araçsal rasyonalizmin doğuşuna yol açması bakımından büyük önem taşır.314