• Sonuç bulunamadı

EBU ZERR GİFARİ’NİN MÜSLÜMAN OLUŞU

Ebu Zerr, putperstlikten nefret eden, Hak Din’i arayanlardan birisi idi... Bir gün kulağına bir haber geldi, Mekke’de bir şahsın çıktığına ve kendisini Nebi ilan ettiğine dair... Hemen kardeşi Üneys’e durumu anlattı ve:

− Acele Mekke’ye gidip vaziyeti tahkik et bakalım... Böyle bir şey var mı? Aslı nedir bu haberin?

Bunun üzerine kardeşi Üneys derhâl Mekke’ye doğru yola çıkıp haberin hakikatini araştırmaya başladı... Ve bu arada Efendimiz AleyhisSelâm ile de buluşarak kendisinden bilgi aldı...

Daha sonra tekrar kabilesine döndü... Ebu Zerr merakla kardeşini suale çekti:

− Anlat bakalım öğrendin mi meseleyi? Hakikat mi? Var mıymış böyle biri?

Üneys anlatmaya başladı:

− O şahsı öğrendim... Adı Muhammed, lakabı da Emin!

Herkesi Ahad olan Allâh’a ibadete çağırıyor, hiçbir işe yaramadığını söylediği putların terk edilmesini istiyor... İnsanları iyiliğe, güzelliğe, kötülüklerden sakınmaya davet ediyor...

− Peki halk O’nun için neler konuşuyor?

− Halkın O’nun için demediği kalmıyor! Büyücü, sihirbaz, şair, mecnun ve daha birçok acayip laflar söylüyorlar... Fakat ben kendisi ile görüştüğümde bu sözlerin hiçbirinin doğru olmadığını anladım... O çok SAMİMİ bir insan!

Bu bilgiler de yeterli değildi... Ancak Ebu Zerr için birtakım ana veri niteliğinde bulunuyordu... Ve Ebu Zerr eline bir değnek ile yemek torbası alıp Mekke yoluna koyuldu... Yola çıkarken de kardeşi bir ikazda bulundu:

− Sakın kimseye O’nun yerini sormayasın! Zira herkes O’na düşman, seni perişan ederler...

Ebu Zerr Mekke’ye geldiği zaman hiç tanıdığı olmadığı için doğruca Haremi Şerif’e indi... Burada oturarak gelip gidenleri seyretmeye başlardı... Ufak, büyük; genç yaşlı; fakir, zengin birçok gelip giden oluyordu Haremi Şerif’e!..

Nihayet bir sabah fakir birisi Haremi Şerif’e geldi... Ne demişti Üneys, fakirleri daha çok tutan bir din dememiş miydi? Düşündü, herhâlde bu fakir bilir O mübarek kişiyi... Dedi... Ve sordu!

Sormasıyla birlikte o fakir kişi haykırmaya başladı:

− Ey ahali işte o sapıklardan birisi daha... Tutun bunu çabuk!

Öldürün!

Ve halk bir anda sararak etrafını dövmeye başladılar...

Bu arda birisi çıkarak onu tanıdı ve bağırmaya başladı...

− Hey! Bu Gifar kabilesindendir! Eğer ölürse, kabilesi Mekke’yi yağma eder! Bunun üzerine çevresindekiler onu iyice dövülmüş bir hâlde bırakarak dağıldılar... Ebu Zerr kendinden geçmişti...

Bir zaman geçtikten sonra kendine geldiğinde baktı ki gece

Ebu Zerr Gifari’nin Müslüman Oluşu

olmuştu. Kumların üzerinde uzanıp kalmıştı... Her tarafı ağrıyordu...

Kafası yarılmış, kanamış ve pıhtılaşmıştı... Kalktı, Zemzem kuyusuna gidip biraz su içti, başını yıkadı... Sonra ayıldı iyice... Tekrar Kâbe’nin önüne geldi... Kendi kendine dua etmeye başladı:

− Hey yaradanım, ben sana erişmek için yol ararım; Rasûlünle buluşmak isterim, buna karşılık sen de puta tapanlara dövdürürsün... Gayrı artık bir yolunu göster ve Rasûlünü tanıt bana... Boş yere gelmiş olmayayım buralara kadar...

Allâhû Teâlâ, Ebu Zerr’in duasını kabul etmişti... O gün akşam saatleri geliyordu ki, Hazreti Âli Haremi Şerif’e girdi kapıdan... Ağır ağır yürüyordu... Birden Ebu Zerr’in önüne gelince durakladı... Şöyle bir baktı:

− Uzaklardan geldin herhâlde?

− Evet...

− Yorgunsun, bize gelir misin?..

− Gelirim...

Ve ikisi beraberce Hazreti Âli’nin evine geldi... Hazreti Âli ona yiyecek çıkardı, karnını doyurdu... Sonra başka bir şey konuşmadan yatıp uyudular... Ertesi sabah Güneş doğmuştu ki, Ebu Zerr teşekkür ederek evden ayrıldı ve tekrar Haremi Şerif’e gitti... Gene akşama kadar bekledi... Fakat beklediği insanı göremedi... Akşam saatlerinde tekrar Hazreti Âli geldi ve onu evine çağırdı... Yemek yedirdi...

Yemekten sonra Hazreti Âli sordu:

− Nereden geldin?

− Gifar kabilesindenim! Ebu Zerr’dir adım...

− Peki buraya niye geldin? Nedir derdin... Kimdir aradığın?

− Burada bir şahsın çıktığını ve Allâh’ın Rasûlü olduğunu söylediğini duydum... O’nunla görüşmek için buraya geldim...

− Çok iyi etmişsin... Ve de bana rastlamışsın... Ben de şimdi O

zâtın yanına gidecektim... Mâdemki öyle, seni de oraya götüreyim...

İster misin?

− Tabii... Çok memnun olurum!

− Öyle ise beni iyi dinle... Şimdi ben çıkıp yürüyeceğim... Sen de beni takip et... Eğer yolda bir tehlike görürsem, durup ayakkabımı bağlar gibi yapacağım... O zaman sen de yoluna devam edersin... Aksi hâlde beni takip eder, girdiğim eve benim arkamdan sen de girersin...

Oldu mu?

− Peki aynen dediğin gibi yaparız...

Ve yola çıktılar... Hazreti Âli önde, 30 adım kadar gerisinde de Ebu Zerr, Efendimiz’in kalmakta olduğu eve doğru yürüyorlardı...

Eve gelince Hz. Âli içeri girdi... Arkasından da Ebu Zerr...

Efendimiz AleyhisSelâm hoş bir şekilde onu karşıladı ve kim olduğunu sordu:

− Gifar kabilesindenim... İsmim de Ebu Zerr... Birkaç günden beri buradayım...

− Peki seni kim yedirip içiriyor?

− Zemzemden başka bir şey yeyip içmedim! Açlık duymak bir yana, şişmanladım bile... Yetti o bana!

− O mübarek bir gıdadır! Peki dilediğin nedir?

− İslâm Dini’ni bilmek ve aklım yatarsa girmek istiyorum…

Bundan sonra Efendimiz AleyhisSelâm Ebu Zerr’e İslâm Dini’ne giriş mahiyetindeki düşünce temelini açıkladı. Ebu Zerr de Kelime-i Şehâdeti kabul etti...

31

SA’D’IN İSLÂM’A GİRİŞİ

Sa’d (r.a.) da Hazreti Ebu Bekir’in teşviki dairesinde İslâm’a girenlerdendir. Kendisi kolaylıkla müslüman olmuştu... Olmuştu ama esas mesele de bundan sonra çıkmıştı... Bakın neler olmuştu...

Hazreti Sa’d’ın İslâm’a girişinden sonra evinde ibadete başlaması annesi Hamme’yi müthiş üzmüştü...

Hamme putperstlerdendi! Hem de koyularından! Buna karşılık oğlunun müslüman olması, hele de evde namaz kılmaya başlaması büsbütün onu üzmüş, âdeta deli etmişti...

Bu durum karşısında kendisine karşı son derece bağlı olan oğlunu İslâm Dini’nden geri çevirmek için şu çareye başvurdu:

− Ey oğlum, İslâm Dini’nin ana babaya karşı saygı gösterilmesini emrettiğini sen söylemiyor musun?

− Evet anne...?

− Mâdemki öyledir, bu takdirde sen de İslâm Dini’ni inkâr etmedikçe ve putlara tapmadıkça ben de ağzıma bir lokma ne yemek koyacağım, ne de su...

− Canın ne istiyorsa onu yap! Cevabını verdi...

Bunun üzerine annesi Hamme doğruca Kâbe’nin yanına gidip oradaki Saf ve Naile putlarına el sürüp yemin etti ve sonra putların arkasına oturdu... Yemek getirdiler, su verdiler; ne yemekten bir lokma aldı, ne de sudan bir yudum içti... İki gün ve iki gece bir lokma yemedi... Aç-bilaç putların arkasında yatakaldı...

Annesinin bu inadı karşısında dayanamayan Sa’d (r.a.) doğruca yanına gitti ve yüzüne karşı yemini bastı:

− Vallâhi anne, iyi bil ki, senin yüz tane canın olsa ve onlar

“Biz insana ana-babasına güzel davranmasını vasiyet ettik...

Eğer ilmine ters düşen bir şeyi bana ortak koşman için seninle tartışıp seni zorlarlarsa, o ikisine itaat etme! Dönüşünüz banadır... Yaptıklarınızın (anlamının) haberini vereceğim.”

(29.Ankebût: 8)

Hazreti Sa’d (r.a.)’ın Efendimiz’in nesline ve Hazreti Âli (r.a.)’a bağlılığını göstermek için burada şu hâdiseyi nakletmek isteriz:

Hazreti Osman’ın şehîd edilmesinden sonra, Muaviye’nin çıkarttığı fitne üzerine, müslümanlar ikiye ayrılmıştı... Bu ikilikten sonra Muaviye Rasûlullâh AleyhisSelâm’ın ashabına mektuplar göndererek, onları kendi safında toplanmaya çağırıyordu...

Bu mektuplardan bir tanesi de Sa’d (r.a.)’a gelmişti... Sa’d (r.a.) mektubu alınca çok üzülmüştü... Derhâl Muaviye’ye şu cevabı vermişti:

“Ey Muaviye;

Sen devası olmayan bir derdin içine düşmüşsün!

Sa’d’ın İslâm’a Girişi

Beni bu yolda harekete geçirmeye değil sen, Ebül Hasan Âli dahi davet etse kabul etmem...

Sen nasıl olur da Âli’nin bile erişemeyeceği bir şeyi istersin...

O Âli ki, bir günlük sohbeti, senin bütün hayat ve mematından daha hayırlıdır...

Sen ancak, Âli’ye feda olabilirsin, yoksa ona hasım değil!”

32