• Sonuç bulunamadı

Foucault düşüncesi, kendi biyografik serüveniyle birlikte bir özgürlük istencidir.

Öyle ki Foucault’nun öznenin etik, felsefi ve siyasi kapatılmaları olarak işaret edilen, mekansallaştırılan ve dönemleştirilen tüm pratikleri ince ayrıntılarına dek irdelenen bu modern öznenin tüm fragmanlarını bize vermeye çalıştığı şekliyle, kapatıldığı kurum ve kuramlardan özgürleştirilmesi arzusu, aslında bu özgürlük istencinin tezahürleridir.

1950’li yıllar Foucault düşüncesi açısından ikili bir öneme sahiptir. Öncelikle sübjektivite düşüncesinin hâkim olduğu, özne temasının felsefenin tam kalbinde olduğu 1950’li yılların ilk dönemi ile özne düşüncesinin felsefeden edebiyata dek her alanda silikleşmeye başladığı, felsefe-edebiyat yakınlaşması olarak imlenen yeni bir yazım tarzının keşfi, yeni dilbilimsel keşifler ve yapısalcılık düşüncesiyle birlikte 1950’li yılların sonuna doğru öznenin, antihümanist girişimlerle birlikte kurucu rolünün sorgulanmaya başladığı dönem aynı dönemdir. Bu dönemin ilk yıllarında Foucault, etkilenme bağlamında değerlendirilebilir ve bu etki eserlerinde de görülebilirken, ikinci dönemde ise özellikle yapısalcı düşüncenin de etkisiyle öznenin-ölümü düşüncesini felsefesinin merkezine alır.

Foucault bu düşünceyle artık daha ziyade antihümanist paradigma içine yerleşen bir görünümdedir. Burada öznenin antihümanist atılımlarla birlikte sabitleştirici düzeneklerinin, bilgi ve iktidarla girdiği ilişki sonucunda oluştuğu düşüncesine giden yolda Foucaultcu uğrağa ne olmuştur da böylesi bir eksen değişikliği yaşamıştır sorusunun sorulması elzemdir. Çünkü Foucault düşüncesinin böylesi bir eksen kayması yaşadığı varsayımından yola çıkılması için bunun argümanlarının da olması gereklidir.

Bu eksen kaymasının ana merkezinde şüphesiz “üniversite dışı düşünce” diye adlandırabileceğimiz düşünce formasyonu vardır.

Üniversite dışındaki düşünsel gelişimleri oldukça yakından takip eden Foucault, Bataille, Blanchot, Klossowski ile tanışarak bir anlamda Hegelci sistem, bütünlük ve tarihsel özne nosyonlarından uzaklaşarak, ihlalci, sınır deneyimci, öznesiz düşünmenin

329 Ferda Keskin, a.g.m., Özne ve İktidar, s. 12.

imkânını arayan ve dışarıyı daha fazla gündemine alan düşünceyi keşfetmiştir. Özellikle bu düşünürlerde Foucault’nun bulduğu şey, belli tür özneye gönderimde bulunmadan düşünce geliştirme, böylesi bir edebi yazın tarzının felsefeye de uyarlanması, sistemsel ve bütünlüklü olmadan bir düşünce geliştirilmesinin olanaklarının tartışmaya açılmasıdır.

Foucault açısından bu düşünürler daha ziyade, doğrudan ve kişisel deneyim elde etmeyi arzulayan düşünürlerdir. Foucault; Blanchot ve Bataille’dan böylesi öznesiz düşünmenin, özneleştirme pratiklerinin dışında kalan bir sınır-deneyim imkânını öğrenmiştir. Özne düşüncesine ve deneyim kavramına farklı bir perspektiften bakmanın isimleri olan Bataille ve Blanchot, Foucault düşüncesinin biçimini oluşturmamakta fakat üniversitede verilen formel eğitimden sıyrılmasına neden olan ve farklı düşünmenin imkânı olarak görülmelidir:

Ortaya çıkan kitaplarımın ne denli sıkıcı, nasıl da bilgi dolu oldukları falan değil;

o yazarlardan öğrendiklerim, kitaplarımı, daima, beni kendimden çekip alacak, beni her zaman aynı kalmaktan alıkoyacak doğrudan deneyimler olarak tasavvur etmemi sağladı.330

Aynı kalmama teması Foucault için oldukça önemlidir, çünkü Foucault’nun düşünsel projeksiyonunun ne denli geniş olduğu da hatırlanacak olursa, bu temanın Foucault felsefesinde neden kilit bir rol oynadığı da daha anlaşılır olacaktır. Felsefi bir kibirlenme ya da sadece bir akım, ideoloji ve söylemle bütünleştirilmemek için değil, Blanchotcu düşünce ve yazında var olan ve öznesizliği, kimliksizliği ve merkezsizliği imleyen düşünce olarak adlandırılabilecek şekilde Foucault, kendi varoluşunun ve söyleminin önüne geçmemesi adına merkezsizleşmeyi ve kimliksizleşmeyi istemektedir.

Bu düşüncesini özellikle Collége de France’ın açılış dersinin ilk cümlelerinde dahi görmek mümkündür.331 Belki biraz zorlama bir tabirle ve yanılma payını da hesaba katarak Foucault’nun felsefi düşüncesinin tüm merkezi temasının daima özne düşüncesinin bir eleştirisini imlediği yerde, buna paralel bir şekilde, tüm felsefi güzergâhlarını bile isteye farklılaştırarak, felsefi açıdan takip edilmemek,

330 Duccio Trambadori, Marx’tan Sonra Michel Foucault, İstanbul: Olvido Kitap, 2019, s. 39-41.

331 Foucault bu açılış dersinde şöyle söylemektedir: “Bugün yapmak zorunda olduğum konuşmada ve burada belki de yıllar boyunca yapmak zorunda kalacağım konuşmalarda, hiç kimseye sezdirmeden eriyip gitmeyi dilerdim. Söze başlamaktansa, sözün beni sarıp sarmalamasını ve beni her türlü olası başlangıcın çok ötelerine taşımasını isterdim. Konuşacağım sırada, kimliği bulunmayan bir sesin benden epey önce söze başlamış olduğunu fark edivermek ne hoş olurdu. O zaman sözcükleri bağlamak, cümleyi sürdürmek, kendisini, sanki bir an için, askıda tutarak bana işaret vermişçesine yarattığı boşlukların arasına, hiç kimsenin fazlaca dikkatini çekmeksizin yerleşivermek yeterdi bana.” Michel Foucault, Söylemin Düzeni, s. 21.

dönemselleştirilmemek ya da hangi düşünsel geleneğe oturtulduğunun hesaplanmaması adına böylesi bir dallanıp budaklanma oyununu oynadığını söylemek mümkündür. Onun düşüncesini bir kerede kat etmek, düşüncesine bir anda kuşbakışı bakmak, düşünsel seyrinin ve tasarılarının değişimi yüzünden oldukça zordur.

Yine de Foucault düşüncesi kat edilmesi ve Baudrillard ile olan çatışmaları, kesişimleri, birbirleriyle olan irtibatlılığın ve irtibatsızlığın ortaya çıkarılması için Foucault’nun devri daim eden düşüncesinin böylesi bir hareketlilik içerisinde donuklaştırma ya da sabitleştirme adına değil aksine seyreden düşüncenin başlangıç ve bitiş çizgisindeki slalomların nereleri olduğunun tespit edilmesi önem arz etmektedir.

Yukarıda Foucault düşüncesinin daima özne sorunsalıyla uğraştığı ifade edilmişti, buna ilaveten, özne sorunsalının bugüne gelene dek hangi aşamalardan, pratiklerden, kapatmalardan kısacası bilgi-iktidar-etik üçleminin kurduğu şekliyle bugünkü ontolojisinin yapılabilmesi adına, düşünce serencamının ilk yıllarında özellikle modern öznenin, sonraki yıllarında da Antik Yunan’dan bu yana antikitede oluşan öznenin onun temel problemi olduğu söylenebilir. Fakat Foucault, öznenin bu serüveninde özneye, külli bir biçimde ve tek bir disiplin muvacehesinden yaklaşmak yerine daha çok onu, ortaya çıktığı andan itibaren hangi tür eylemlerle ve karşıtının belirlenmesinde rol oynayan pratiklerle, farklı disiplinler temelinde yani spesifikleştirerek ele almayı denemektedir.

Burada da söz konusu olan öznenin kendi düşünsemesini (refleksiyonunu), bilgi-iktidar pratiklerinin özneyi kurarken ona ne tür telkinlerde bulunduğu ve bu kurulumdan sonra öznenin, kendisine giydirilen kalıplar çerçevesindeki düşünsemeden nasıl kurtulacağıdır.

Foucault, bize giydirilmiş ve hakikat diye sunulan bu gömleklerin aslında hiç de öylesi bir hakikat olmadığının açıklanabilmesi adına deneyimlerden yola çıkar ve bu noktada ilkin, delilik deneyimini, sonrasında da insan bilimlerinin tümüyle özneyi kendini nasıl deneyimlemesi gerektiğini söylediğini ifşa etmek amacıyla Kelimeler ve Şeyler’i kaleme alır. Fakat tam da bu iki eserin ortasında Foucault düşüncesinde bir kırılmanın gerçekleştiği söylenebilir. İlkin, sübjektivitenin devam hali olan ve Foucault’nun da etkilendiği dönemden sonra Foucault, 1966 yılında “insanın ölümü”nden332 bahseder. Tez olan Deliliğin Tarihi, Foucault’nun ilk uğraşı alanının bir devamı ve daha felsefileşmesi olarak görülebilir. Nitekim o Binswanger’in kitabına

332 Michel Foucault, Kelimeler ve Şeyler, s. 539.

yazdığı önsözde de, Kliniğin Doğuşu’nda, psikoloji ve tıp ile ilgilenmekte, tıbbi bakışın bir arkeolojisini yapmak istemektedir.333 Fakat Kliniğin Doğuşu ile aynı yıl (1963) yayımlanan ve Foucault’yu daha çok düşünce/felsefe tarihinin içine sokan bir dönüşüm meydana gelmiştir ki bu da Raymond Roussel’in keşfidir. Deneyim tam da bu anda ve bu dönemde334 Foucault düşüncesine girmiş ve Roussel ile birlikte de bu deneyimin, özne düşüncesine açılabileceği fikri Foucaultcu felsefi projeksiyonda yeşermeye başlamıştır.

Deneyim; özne oluşa giden süreçte öznenin hangi deneyimlerin kendisine kabul ettirilerek, kendini felsefi, etik ve siyasi kapatılmalara uyduran bir hal aldığını açıklama projesinde temel bir yere sahip olduğu kadar bu deneyimlerden başkası ve ötesinin düşünülüp, olduğumuzdan farklı bir biçimde olmamızın imkânı var mı sorusuna yani özgürlük sorununa da açılan bir olgudur. Bu noktada deneyimlerin sabitliği ve tek hakikat oluşunu sorunsallaştıran Foucault’nun sabitlik ve tek hakikat oluş düşüncesinden, akademi dışından gelen sesler ve düşüncelerle kurtulduğu ifade edilebilir. Nitekim Blanchot, Foucault’yu Nietzsche ve Heidegger düşüncesiyle tanıştırarak, Nietzsche’deki soybilime ve Heidegger’deki “dil varlığın evidir”335 düşüncesine yani “dil insanın eline uygun bir alet değil, içinde yaşanacak bir yerdir”336 düşüncesine götürmüştür.

Foucault’nun Roussel üzerine eseri, II. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde düşünme ve yazma tarzlarının sorgulandığı, anlatısal gerçekçiliğin, özne merkezli düşünce filozoflarının, Hegelci düşünceyi imleyen ve tarihsel ilerlemede süreklilik olduğu düşüncesinin ve diyalektik rasyonalitenin sorgulandığı bir dönemde ortaya çıkmıştır.337 Bu eser; yapısalcı akımın başlatmış olduğu hümanizmden antihümanizme geçiş temasını devam ettiren bir eser olarak görülmüştür. Nitekim Foucault, Roussel adlı eseri üzerinden olmasa da bu eserin bir eksen kayması şeklinde görülebilecek ve hem Deliliğin Tarihi’nde hem de Kliniğin Doğuşu’nda var olduğu şekliyle pozitif tıp algısının ve bilgisinin, tarihsel açıdan belirli bir anda anormallikleri incelediği ve akıl hastalığı tasavvurunu geliştirdiği sorgulamadan, normal insanla ilgili pozitivitelerin ve norma

333 Michel Foucault, Kliniğin Doğuşu: Tıbbî Algının Arkeolojisi, çev. Şule Ünsaldı, İstanbul: Epos Yayınları, 2016.

334 Foucault, her ne kadar Raymond Roussel’i 1955-60’lı yıllarda keşfetse de onun üzerine hazırlamış olduğu bu kitapla Roussel’in ve düşüncesinin Foucault düşüncesi içerisine nüfuz ettiğini ve belli oranda da onu şekillendirdiğini ifade edebiliriz.

335 Martin Heidegger, Pathmarks, ed. William Mcneill, Cambridge: Cambridge University Press, 1999, s.

254, “On The Way to Language”, çev. Peter D. Hertz, New York: Collins Publishers, 1982, s. 5.

336 Pierre Macherey, “Foucault/Roussel/Foucault”, Ölüm ve Labirent, s. 14.

337 Pierre Macherey, Foucault/Roussel/Foucault, Ölüm ve Labirent, s. 8-9.

uygun (normal) insan bilgisinin imkân koşullarının sorgulanmasına bir geçiş338 yaşamıştır. Foucault bu düşünce tarzı üzerinden insanın ölümü temasıyla yapısalcı, postyapısalcı ve postmodern339 bir düşünür olarak etiketlenir ve bu etiketler adeta ömrünün sonuna dek yapışır kalır.

Roussel adlı eseri bu açıdan bir dönüşümün kavşağında yer alarak insani deneyimin ve norma uygun bir insan modelinin gerçekte kurulu birer hakikat olduğunun koyutlanması ve buna bağlı olarak bu düşüncenin tarihsel ve felsefi bir araştırmasına geçiştir. Öyle ki Foucault düşüncesinde sürekliliğini koruyan bir tarzda özne düşüncesinin oluşturulma deneyimleri, öznenin kendini kurmasına aracılık eden bilgi-iktidar düzleminin de hesaba katılarak vuzuha kavuşturulma çabası olan her türden deneyim, Foucault’yu adeta çarpmakta ve bunun oluşum aşamalarından günümüze gelinceye dek nasıl kurgulandığı felsefi sorunsallaştırmaların merkezinde kalmaktadır.

Peki ama Foucault, Roussel’i neden felsefi projesinin içerisine dahil etmektedir ve niçin bunu aniden yapmaktadır? Bu soru ve sorun, Foucault açısından öznesiz bir düşüncenin mümkün olup olmadığı sorunuyla yakından alakalıdır. Günümüzdeki öznelik deneyimlerinden ve pratiklerinden kaçışın mümkünlüğü noktasında Foucault, birçok düşünceyi incelemiş ve böylesi kaçış çizgilerini farklı bir deneyim üzerinden kurgulamaya çalışmıştır ki Roussel de onlardan biridir.

Yeni öznelik pratik ve deneyimlerine açılan ve bu tür özneliğin biçimlenişini Foucault açısından, Gutting’e göre Foucault’nun kuramsal olmayan Raymond Roussel eserinde görebiliriz. Belki de -biraz zorlama bir tabirle- kişisel biyografisi dahi olarak okunabilecek Roussel eserinin bu denli Foucault’ya yakınlaştırılmasının nedeni Roussel’in marjinal ve hasta olması ve Foucault’nun Roussel ile kişisel bir irtibat kurmasıdır.340 Sınır ihlallerine, deneyimsel ihlallere ve böylece de farklı öznelik deneyimlerine, deli olmayan ve sağlıklı özne düşüncesinin tahribine yönelik kendisini bu şekilde Roussel’e yaklaştıran Foucault, Rousselci düşünce ve eserlerin beni dil içinde eriterek, Nietzsche düşüncesinin eşsüremli biçimi gibi olduğunu düşünür. Raymond

338 Pierre Macherey, Foucault/Roussel/Foucault, Ölüm ve Labirent, s. 10-11.

339 Steven Best, Douglas Kellner, Postmodern Teori, s. 61.

340 Gary Gutting, Foucault, çev. Hakan Gür, Ankara: Dost Kitabevi, 2010, s. 20-21.

Roussel eserine “o benim gizli ilişkim”341 diyen Foucault, bu gizli ajandayı kendi hayat serencamını sunduğu eserlerinde açar.

1966 yılı ise Foucault’nun yoğun felsefi tartışmaların içine girdiği, insanın ölümünden bahsettiği eseriyle (Kelimeler ve Şeyler) de kendisine filozofluk payesinin verildiği bir yıldır.342 Foucault, Kelimeler ve Şeyler ile birlikte felsefe sahnesine çıktığı bu andan itibaren her zaman Fransız felsefesinin önemli filozoflarından biri olmayı sürdürmüştür. Foucault, Kelimeler ve Şeyler ile birlikte, felsefi projeksiyonuna akıl-akıldışı çatışkısında karşılığını bulan ve Boyne’nun deyimiyle aklın öteki yüzünü343 oluşturan ve marjinalleşen, ötekileştirilen ve rasyonalitenin dışına itilip irrasyonel olarak görülen anormallikleri, delileri, psikolojik açıdan hastaları değil, bundan ziyade normatif bir biçimde işletilmeye başlayan ve kendisini hem her şeyin öznesi ve kendi bilgisinin nesnesi haline getiren normal olanı, yani insanı dahil eder. Ona göre daha liselerde öğretilmeye başlanan ve safdil bir biçimde inanılan, insanın 16. yüzyıl içerisinde oluşarak, 18. yüzyılda da onu pozitif, bilimsel ve rasyonel bir biçimde tanımamıza imkân veren hümanizmanın hem bir ilke hem bir amaç oluşunu ve aynı zamanda hümanizma kültürünün temel kaygısının insan olabilmesini sorunsallaştırmak gerekmektedir. Çünkü ona göre bu türden bir düşünce bir yanılsamadır. Foucault’ya göre insan, inanılanın aksine 16. yüzyıldan 18. yüzyıla oluşan bir varlık değil, 19. yüzyılda ortaya çıkan bir varlıktır.

Dahası, bu dönemin temel kaygısı, Tanrı, dünya, şeylerin benzerliği, uzay yasaları, beden, tutkular ve imgelemdir.344 Bu noktada Foucault’nun projesinin uzanmak istediği yer bellidir: “insan varlığı mümkün bir bilginin nesnesi olarak inşa edildiğinden, çağdaş hümanizmanın tüm ahlâki temalarını”345 çözümlemek.

Bu düşünce şüphesiz düşünce tarihi açısından oldukça yeni bir düşüncedir.

Foucault, bu düşünceyi diyalektik-olmayan düşünce şeklinde betimleyerek hem özne felsefelerine hem de Sartrecı düşünceye karşı çıktığını ima etmektedir. Klasik hümanist nosyonun zorunlu bir şekilde insan düşüncesine gönderimde bulunan yapısına karşıt biçimde diyalektik-olmayan düşüncenin örneklerini Nietzsche düşüncesinde bulan

341 Gary Gutting, a.g.e., s. 23.

342 Pierre Macherey, Foucault/Roussel/Foucault, Ölüm ve Labirent, s. 9.

343 Roy Boyne, Foucault ve Derrida: Aklın Öteki Yüzü, çev. İsmail Yılmaz, Ankara: BilgeSu Yayıncılık, 2009.

344 Michel Foucault, “İnsan Öldü Mü?”, Felsefe Sahnesi, s. 32.

345 Foucault, “İnsan Öldü Mü?”, Felsefe Sahnesi, s. 32.

Foucault, Nietzsche’yi bu vecihten okuyarak onun anti-hümanizmine yaslanan bir düşünce geliştirme istencindedir.346 Diyalektik olmayan düşünceyi; Heidegger’in Varlık ile temel ilişkiyi Antik Yunan düşüncesine dönerek yeniden kavrama istencinde, felsefenin mantıksal bir eleştirisini yaptığı anda Russell düşüncesinde, mantıkla dil arasındaki ilişkiyi ortaya attığında Wittgensteincı düşüncede, genel olarak dilbilimcilerde ama özellikle Saussüre’ün dilbilimci yapısalcılık düşüncesinde ve Levi Strauss’un antropolojik yapısalcı düşüncesinde görmek mümkündür.347 Fakat o yıllarda bütünsel biçimde oluşmayan bu diyalektik-olmayan düşünce, farklı analiz biçimleriyle, farklı formasyonlarla, farklı yapılarda ve disiplinlerde oluştuğundan dolayı, henüz erginleşmemiş ve yeni yeni oluşan bir düşünceyi ifade etmektedir. Ancak oluşmaya başladığı ilk andan itibaren diyalektik olmayan-düşünce, özneye gönderimde bulunan ve öznenin merkeze alındığı her türden felsefenin karşısında olan bir düşüncedir. Nitekim Foucault, diyalektik ve hümanizmanın ortak bir paydada buluşarak özneyi temele alarak işlediğini, çünkü diyalektiğin bir “tarih felsefesi ve insan pratiğinin bir felsefesi olmasından ötürü, insana, insan varlığına kendisine inandığı yahut kendisi üzerinden bir düşünüm gerçekleştirdiği takdirde kendisinin hakiki bir insan olacağının vaadini348 verdiğini ifade eder.

Foucault’nun bir filozof olarak görülmesindeki temel etkenlerden biri de Sartre’ın doğrudan kendisiyle ve düşüncesiyle giriştiği -deyim yerindeyse- savaştır. Çağdaş hümanist atılımların sorumluları olarak görülen Hegel ve Marx’ın ardından bu düşünürleri sentezleme çabasındaki Sartre, hümanizmi daha da radikal bir boyuta taşır. O çağdaş kültürün tüm varyantlarını kapsayacak genişlikte bir düşünce biçimi geliştirmeye çalışarak diyalektiğin bu kazanımlarını kendinde toplayabilmesi adına tüm çabayı göstermiş ve hümanist nosyonun son filozofu olmuştur. Sartre, Foucault’ya göre “bir 19.

yüzyıl insanının 20. yüzyılı düşünmek için gösterdiği olağanüstü ve etkileyici”349 çabayı temsil eder. Foucault ise Sartre’ın karşısında ve özne merkezli felsefelerin karşısına çıkarak diyalektik-olmayan düşüncenin önemli figürü haline gelir ve Sartre’ın hicivlerinden payını alır. Sartre-Foucault tartışması, bu noktada bir düşünürler savaşı

346 Bu konu hakkında bkz. Kasım Küçükalp, Nietzsche ve Postmodernizm, İstanbul: Kibele Yayınları, 2017.

347 Michel Foucault, “İnsan Öldü Mü?”, Felsefe Sahnesi, s. 34.

348 Foucault, “İnsan Öldü Mü?”, Felsefe Sahnesi, 33.

349 Foucault, “İnsan Öldü Mü?”, Felsefe Sahnesi, s. 33.

şeklinde değil, daha çok bir düşünceler savaşıdır. Çağdaş Fransız düşüncesinde kültür ögelerinin hangi tarzda ele alınacağı sorunsalı henüz oluşmakta olan düşüncenin temel problematiğidir ve bu sorunsal toplumsal, kültürel ve bilimsel açıdan her yere dağılmıştır.

Dahası, diyalektik-olmayan bu düşünce, kültürel ögeleri özne düşüncesine gönderimde bulunmadan açıklamak suretiyle antihümanist atılımı en ileri boyuta taşır. Özne bu dönemle birlikte artık düşüncenin merkezinde değildir ya da öznenin merkezsizliğinin gösterilmesi adına merkezdedir: “İnsan felsefe alanında bir bilgi nesnesi olarak değil, bir özgürlük ve varlık nesnesi olarak kaybolmaktadır.”350

Foucault’nun sonluluk analitiği adını vermiş olduğu bağlam da burada neşet etmektedir çünkü, bilginin sonlu yahut olumsal bir öznede temellendirilmesi, erişilmez hakikatin kurgusallığını ve bilginin koşullarının tümel ya da zaman dışı olarak kabul edilmesini ifşa eder. Bu durum ise bilgiyi, bilginin öznesi olarak insanda temellendirmek ve insanı, kendi bilgisinin nesnesi konumuna indirgemek anlamına geldiği için insan, ikili bir anlamda ve özellikle Kant düşüncesiyle birlikte kendi bilgisinin hem öznesi hem de nesnesi olarak ortaya çıkmaktadır.351 Hümanist düşüncenin ıskaladığı yahut görmezden gelerek işlerliğe koymuş olduğu düşünce, insanın böylesi bir temel, merkez ve özne olarak görüldüğü noktada, aynı zamanda kendisinin nesne konumuna indirgenerek araştırılması anlamını taşımaktadır. Mutlak hakikat iddialarını inşai bir faaliyet alanı şeklinde gören Foucault düşüncesi bu noktada “mutlak hakikatin” nasıl inşa edildiğini açıklamaya koyularak; söylemleri, söylemsel olmayan oluşumları, hapishaneleri, delileri, disiplin, iktidar ve bilgiyi külli bir biçimde incelemek kaydıyla bu hakikatin inşasında yer alan süreci/süreçleri tarihsel açıdan deşifre etmeye yönelir.

Sartre ve Foucault’nun düşünsel çatışması tam da bu noktada başlar. Çünkü Sartre, hala öz belirlenimini yapacak bir insan düşüncesinin varlığının olabilirliğini savunurken Foucault böylesi bir düşüncenin mümkün olmadığını düşünmektedir.

Sartre’ın Foucault’yu “burjuvazinin Marx’ın karşısına dikebileceği son barikat”352 olarak nitelemesi de bu yüzdendir. Peki ama niçin Sartre, özel olarak Foucault düşüncesiyle bir savaşa girişmiştir? Bunun nedeni Foucault’nun Kelimeler ve Şeyler’deki projesinin külli

350 Michel Foucault, “Foucault Sartre’a Cevap Veriyor”, Felsefe Sahnesi, s. 107.

351 David West, Kıta Avrupası Felsefesine Giriş, s. 283-284., Hubert Dreyfus, Paul Rabinow, Michel Foucault: Beyond Structuralism and Hermeneutics, Chicago, The University of Chicago Press, 1983, s. 28.

352 Eric Paras, Foucault: Öznenin Yitiminden Yeniden Doğuşuna, s. 36-37.

bir biçimde insana, insan varlığının tarihsel ve düşünsel olarak silinmesine yaptığı vurguda aranmalıdır.

Batı kültür ve düşüncesinin sınırlandırma ve sınıflandırma mantığının arkeolojisi şeklinde de okunabilecek bu kitap, kültürün ya da toplumun sınıflandırma ve

Batı kültür ve düşüncesinin sınırlandırma ve sınıflandırma mantığının arkeolojisi şeklinde de okunabilecek bu kitap, kültürün ya da toplumun sınıflandırma ve