• Sonuç bulunamadı

ESKİ DÖNEMLERDE TOPRAKTAN HAZIRLANAN İLAÇLAR

Paracelsus, Eskiçağ’ın altın, gümüş, demir, civa, bakır, kalay ve kurşun şeklindeki “yedi temel metali”ne ilişkin minerallerin ilaç bileşiminde yer alabileceğini belirtmiştir. Mineral droglar kapsamına değişik dönemlerde sirke, alkol, bitüm / asfalt, toprak, alçıtaşı, cam tozu, bakır çalığı (bazik bakır asetat), değerli ve yarı-değerli taşlar, kurşun beyazı (bazik kurşun karbonat), mercan (bir deniz hayvanı olan mercan, bitkiye benzer görünümü nedeniyle kimi zaman bitkisel drog kategorisinde de yer almıştır), ayrıca petrol, tuz, süngertaşı, inci ve şaraptaşı da alınmıştır. 16.

yüzyılda antimon, demir ve civanın kükürtlü bileşikleri mineral drog olarak yaygınlık kazanmıştır.73 Eski dönemlerde şap, arsenik, boraks, sülüğen, zincifre (zinnober) ve kükürt gibi minerallerle (“metallica”) bolus, talk, alabaster (sumermeri, kaymaktaşı) ve kutsal mekânların kurutulmuş toprakları gibi topraklar ve taşlar (“terrae et lapides”), eczanelerde satılıyor ve evlerde kullanılıyordu. Kutsal mekân toprakları ya da şifalı olduğuna inanılan topraklar, daha klasik Eskiçağ’da büyük bir önem kazanmıştı. Onların taklit ve sahtesinden kaçınılması için bu tür topraklar ayrı parçalar halinde ve madalyon şeklinde, üzerinde üretildiği ülkenin mührü basılı olarak pazarlanmakta ve bu nedenle de “terra sigillata” (mühürlenmiş toprak) adını almaktaydı.61 İlaç olarak kullanılmış olan toprak ve mineral malzemeler hakkında şu bilgiler verilebilir:2

“Terra sigillata”: Limni Adası’ndan ya da Sinop-Trabzon yöresinden sağlanan güzel kokulu “ terra Lemnia” (Limni toprağı), ince tanecikli bir balçık olup onunla yara ve çıbanlar sarılıyordu. Kaliteli şekli, mühürlenerek satıldığından “terra sigillata” (mühürlenmiş toprak) diye adlandırılıyordu. Daha sonraları, başkaca şifalı topraklar gündeme gelmiştir. Dioskorides ve Yaşlı Plinius “ terra Eretria”dan, “Creta Cimolia”dan, “Melia terra”dan, “terra Samia”dan söz etmektedirler. Tüm bunlarda, içinde değişen oranlarda şap, kükürt, demir, kimi zaman da güherçile ve volkan külü de bulunduran killi-marnlı topraklar söz konusudur.

Ortaçağda Bethlehem’deki “Süt Mağarası”nın beyaz killi toprağı, “Meryem’in sütü” diye adlandırılan ve emzikli kadının sütünü artırdığına inanılan mucizevî bir drog olarak kullanılmıştır. O dönemlerde veba salgınlarında da toprağın ilaç olarak kullanıldığı bilinmektedir. Tıbbî killer Siena, Malta, Macaristan, Fransa, Silezya gibi yerlerden de sağlanmış, 16. yüzyıl sonlarında Saksonya’da bulunan “terra miraculosa” (“mucizevî toprak”), oldukça popülerlik kazanmıştır. Bu topraklardan imal edilen çömlek kapların da, onlardan içilecek içeceklerdeki zehirlere karşı insanları koruyacağına inanılmıştır.75

Bu toprakların içsel (dâhilî) olarak kullanımı, Paracelsus tarafından hastalıkların temelinde kimyasal olayların yattığı görüşünün ileri sürülmesinden sonra biçimlenen tıpta 17. yüzyıl başında devreye girmiştir. Paracelsus, daha önce “Tartarus”tan tehlikeli bir madde olarak söz etmiştir. Bu madde, bağırsak kanallarının aşırı asitlenmesiyle oluşuyor ve bunun sonucu Tartar (Tatar!) hastalıklarına yol açıyordu. Paracelsus “Tartarus”u bir taş türü olarak tanımlar ve bunun hastalığını da açıkça “morbus lephantheus et lapillosus” diye niteler; burada “lephantheus” daha yumuşak bir taş türü (karaciğer taşı) ve “lapillus” ise daha sert bir taş olarak nitelenir. Latinceleştirilmiş adı Sylvius olan Hollandalı hekim Franz de le Boë (1614-1672), hastalık belirtilerinde bedende oluşan ya da serbest hale geçen asit ve alkalilerin etkili olduğunu görmüştür. Bunlar arasındaki denge bozulduğunda bedende asit ya da alkali egemenliği yoluyla bir acılık-ekşilik durumu ortaya çıkar. Bu da anlık ortaya çıkan ağrılarla kendini belli eder. “Terra sigillata ” alınacak olursa, bu fazlalık onun

üzerine bağlanır ve acılık-ekşilik durumu ortadan kalkar. Bu tür ilaçlar absorplayıcı (“absorbent”) ya da adsorplayıcı (“adsorbent”) diye bilinir. Her şeyden önce Halle’li ünlü hekim ve kimyacı Georg Ernst Stahl (1660-1734), mide ve bağırsaklardaki asitliğin “terra sigillata” ile ortadan kalktığına işaret etmiştir.

Demir: Yunan tıbbında dövme demir kırıntıları ve demir pası, dışsal (hâricî) olarak kan dindirme ve yara tedavisinde, manyetik demirtaşı (Fe3O4) ise içsel (dâhilî) olarak müshil amacıyla ve kanlı basur ve şiddetli rahim kanamalarında kullanılmıştır. Demirin kanama durdurucu olarak kullanımı 20.

yüzyıla girene dek uygulamada kalmıştır.

Bir dönem ağrı ve kasınç giderici muska olarak yastık altında kullanılan nal çivisi, folklorik tıbbın önemli araçlarından biridir. İçinde belirli bir süre nal çivisi (mıh) bekletilmiş beyaz şarap, eskiden kansızlığa karşı ilaç olarak kullanılmış, bu sıvının pas kırmızısı rengi, Paracelsus’un işaretler öğretisine göre kan üretici etkisinin bir göstergesi sayılmıştır. Günümüzde demirli preparatlar öncelikle kansızlığın belirli türlerinde kullanılmaktadır. İngiliz hekim Thomas Sydenham, o zamanlar kloroz diye nitelenen kansızlıkta demir kullanımını ayrıntılı olarak betimlemiştir. Henüz kan hücresinin mikroskopik resminin ve kandaki ve dokulardaki demir tayininin bilinmediği o dönemde

“kanın güçlendirilmesi” için doğal demir kullanımını önermiştir. İlk olarak yüz yıl kadar sonra 1746’da Vincenzo Menghini (1704-1759) tarafından kanda demir keşfedilmiş ve ondan da yüz yıl kadar sonra 1832’de Pierre Blaud tarafından demir eksikliğindeki kansızlığın tedavisinde demirli tedavi kesin olarak uygulamaya konmuştur.

“Nitrum” (güherçile): Eskilerde sözü edilen “nitrum”un ne olduğu tam belirgin değildir. Acaba

“nitrum” adı verilen madde natron (doğal soda, sodyum karbonat) muydu? Amasyalı coğrafyacı Strabon (İÖ 64- İS 21), Mısır’ın natron göllerini “Nitriai” diye adlandırmıştı. Genç Friedrich Hoffmann (1660-1742), “Nil kıyılarında kuraklık zamanlarında katı halde ayrılan maddelerin toplandığı” “Nitria” adlı bir bölgeden söz eder. Ama bu tuzu o, “ Sal petrae” (güherçile) saymıştır.

En Geç Ortaçağ’ın sonlarında “natron” ve “nitrum” kavramları birbirinden farklılaşmış ve “nitrum”

sözcüğü güherçileyi betimler olmuştur. Nitrat tuzlarından NaNO3 Şili güherçilesi; KNO3 ise Hint güherçilesi olarak adlandırılır. Nitrum’un (güherçile) tıbbî kullanımı, iyi bilinen soğutucu etkisi nedeniyle onun mukozada dikkate değer serinlik oluşturmasına dayanır.

17. yüzyılda Yaşlı Friedrich Hoffmann (1626-1675), Hermann Boerhaave (1668-1738) ve Georg Ernst Stahl (1660-1734) gibi büyük klinikçiler, iltihapların ve iltihabî ateşlenmenin tedavisinde en önemli araç olarak güherçileyi kullanmışlardır. Hoffmann, barut ve patlayıcı madde bileşimlerinde yer alan güherçilenin “savunma noktalarını parçalayıp yerle bir etmedeki ve düşman birliklerini yenmedeki şaşılası yeteneğini”, onun “insan makinesinin amansız düşmanlarına karşı” hekimlerin silahı olarak kullanımıyla karşılaştırmıştır. Hoffmann, cam kaptaki bir tepkime denemesini şöyle aktarmıştır: “Koyu renkli kan pıhtısı üzerine toz ya da çözelti halinde güherçile konacak olursa, pıhtı sıvılaşır ve taze parlak bir renk alır”. Bu sonuç, onun beklentilerine uygun düşmektedir. Bu nedenle Hoffmann, “asitli özsuların rol oynadığı yerlerde, susuzluğu dindirmede, aşırı harareti söndürmede, ‘kan köpürmesinde’ (öfkelenmede), baş ağrılarında, akut ve iltihabî ateşlenmelerde ” güherçileyi önermiştir. Burada sıralananlar, o zamanların hastalıklarının büyük bölümünü oluşturuyordu.2

1694 yılında, güherçilenin nasıl etkide bulunduğuna ilişkin bir görüş oluşturulmuştu. Buna göre güherçile molekülleri ufacık parçacıklardan ibaretti. Varsayılan uzun, sivri ve keskin molekül

şekliyle bu parçacıklar, tıpkı cam kaptaki deneyde pıhtılaşmış kanı çözmesi gibi, kan damarlarındaki ve bedenin diğer kanalcıklarındaki tembel kitleleri, “yağları” parçalayıp dağıtıyordu. Ancak güherçile, her şeyden önce zehirliliği nedeniyle, 19. yüzyıl ortalarının ecza dolabında yapılan ayıklama ve temizlik girişimi sırasında çöp tenekesine kurban gitmiş ve tıbbî kullanımdaki yerini yitirmiştir.2