• Sonuç bulunamadı

Erteleyici ironi, postmodern dönemde en sık kullanılan ironi çeşitlerindendir. Burada, eleştirel modernist dönem ile postmodern dönem ironileri arasındaki fark vurgulanabilir. Steven Coner, ayırıcı ironi adını verdiği ironi çeşidinin, eleştirel modernist döneme has olduğunu ve hem tutarsızlığa sadık kalma hem de onu aşma arzusunu temsil ettiğini vurgular. Erteleyici ironinin ise postmodern döneme has olduğunu ve tutarsızlıklarla, kararsızlıklarla, kesinsizliklerle birlikte yaşamayı, saçma görülen dünyayı memnuniyetle karşılamayı öngören bir anlayışı yansıttığını dile

getirir. Bu anlayışta, onarılması gereken bir dünyanın, yerini onarılamayacak bir dünyaya bırakmış olduğunu ekler (Connor, 2005: 165). Bu iki ironi anlayışı, eleştirel modernist dönem ile postmodern dönem arasındaki fikirsel farklılığı da kısmen ortaya koyar.

Eleştirel modernist dönem yazarları, hayatın uyumsuzluklarla, tutarsızlıklarla dolu olduğunu kabul etmekte ama öte yandan bu hoş olmayan durumun aşılmasını istediklerini de ima eden unsurları eserlerine serpiştirirler. Samuel Beckett’ın eserleri, bu durumu en fazla somutlaştıran ürünlerdir. O, birçok eserinde, hayatın absürtlüğünü, tutarsızlığını ve kötümserliğini çarpıcı şekilde dile getirir; ancak tüm bu olumsuz tabloya rağmen onun karakterleri, bir şekilde dünyaya tutunmaya çalışırlar. Postmodern dönemdeki ironi anlayışı ise eleştirel modernist dönemin ironisinden çok daha ileri bir boyuttadır. Postmodern ironik metinlerin karakterleri, hayatın tutarsızlıklarla dolu olduğunun farkındadırlar. Fakat onların, bu tabloyu dönüştürme ve aşma gibi bir çabaya girmedikleri ve hayatı olduğu gibi kabullendikleri bilinir. Dünya mevcut haliyle saçma dahi olsa onu memnuniyetle kabul ederler.

Erteleyici ironinin, metinlere uygulanması sonucunda, onarılması güç, parçalı metinler ortaya çıkar. Kısacası, metne ve diğer edebi bütünselliklere saldırı ve onları parçalama etkisi ironiktir (Ünal, 2008: 294). Bundan dolayı Paz ironiyi, ahenksizlik, düzensizlik olarak niteler (Paz, 2011: 211). Bilge Karasu, ironinin bu çeşidini kullanır. Bu konu, “Merkezsizlik, Parçalılık, Karmaşık Yapı” bölümünde, ayrıntılı olarak anlatıldığı için, burada ayrıntılara girilmeden işlenecek.

“Avından El Alan” öyküsü, iç içe geçmiş, parçalı öykülerden oluşur. Karasu, bu farklı öykü parçacıklarını, düzensiz bir şekilde işler. Öykü, o kadar parçalıdır ki bir paragrafın içinde dahi iki ayrı öykü okura sunulur.

“Geceden Geceye Arabayı Kaçıran Adam” hikâyesi, birbiriyle ilgisiz metin parçacıkları ile doludur. Zaman zaman, öykü karakterlerinin sözleri, belli bir sıra gözetilmeden sayfalara serpiştirilir. Bu farklı durum, bazı sözlerin, sayfanın ortasına yakın bir yerden verilerek daha görünür kılınmak istenir. Bazen de karakterlerin sözlerinin yarıda kesildiğine ve bambaşka konulara geçildiğine tanıklık edilir.

“Usta Beni Öldürsen E!” metninde yazar, bilinçli olarak karakterinin sözlerini yarıda keser. Bu yarıda kesme durumu da metni, parçalı hale getirir. “İncitme Beni” öyküsünde ise ahenksiz durum, birbirleriyle ilgisiz konuların, art arda sıralanması şeklinde kendisini gösterir.

“Alsemender” öyküsünde, okuyucu, dört farklı sonla karşılaşır. Karasu, bütünsel metin yerine, dört farklı son alternatifi olan bir metin yazar. Farklı okuyucular, farklı sonları, metnin en iyi sonu olarak nitelendirebilirler.

“Masalın da Yırtılıverdiği Yer” metni, kendi içinde onlarca parçaya ayrılmıştır ve bunlara sırayla şu adlar verilmiştir: 1 a., 2 a., 1 b., 2 a., 1 a., 1 b., 1 a., 1 b., 2 a., 1 b., 2 a., 1 b., 2 a., 1 a., 2 a., 2 b., 2 c., 2 b., 2 c., 2 b., 3 a., 2 c., 3 a., 1 a., 2 c., 2 b., 2 c., 2 b., 2 c., 1 a., 2 c., 1 a., 2 c., 3 b., 1 a., 2 a., 4, 1 a.. Bu parçalarda anlatılan konuların da birbirleriyle çok az ilgisi vardır.

“Göçmüş Kediler Bahçesi” öyküsü, tüm kitaba yayılacak şekilde anlatılır. O, kitapta bulunan öteki öykülerin sonuna eklenen, ancak onlarla ilgili olmayan birkaç sayfa şeklinde anlatılır.

“İki Kadının Işığı Gitgide Azalan Bir Resmi Üzerine Metin” adlı anlatıda, kısa bir pasajda bile, üç farklı konunun anlatıldığı ve bunun, metni parçalı yaptığı yorumuna rahatlıkla gidilebilir.

“Çeşitlemeli Korku” metninin sunumu parçalıdır. Metindeki küçük ve kopuk harfler, bir anlatıyı dile getirirken onların arasında bulan ancak onların devamı olmayan (fakat dolaylı olarak bağlantılı olan) büyük harfler, başka bir anlatıyı oluşturur.

“Kısmet Büfesi ya da Çeken (Küçülen) Bir Kadın Üzerine Metin”de İki farklı öykü beraber anlatılır. İlk öykü, mağara dönemi insanlarından bahsederken ikinci metin, bir resmin öyküsüdür. Bu iki öykünün bölümleri art arda gelir. Önce Mağara dönemi insanlarını anlatan bir bölüm verilir ardından, fotoğraflı ikinci öyküden bir parça verilir. Zaman zaman, yazar, bilinçli olarak araya doğrudan olmasa da dolaylı bağlar kurar. Bazen, birbirinden tamamen bağımsız bu iki öyküden birinin bir parçasının son cümlesi, öteki öykünün bir parçasının ilk cümlesi olarak seçilir.

“Mesih” isimli öyküde, son derece kesintili ve karmaşık bir anlatım vardır. Öykü boyunca yazar, üst anlatıcı olarak araya girip çeşitli yorumlar yapar ve bunlar metnin bütünselliğine darbe indirir. “Kumsalda Bir Köpek” öyküsünde ise iç içe anlatıların varlığı parçalı bir yapıyı doğurur.

“Yataklar” metninde, neredeyse araya giren her kelime için bir arkaplan yaratılır ve bu, metnin girift hal alması sonucun doğurur.

Narla İncire Gazel kitabını okuma esnasında, büyük harflerle ve öykünün

gidişatıyla hiç ilgisi olmayan çeşitli sözlerle karşılaşan okur, metni, kesintisiz bir okumaya tabi tutamaz.

13 bölümden oluşan Troya’da Ölüm Vardı kitabının bazı bölümleri arasındaki bağ, pamuk ipliği gibidir. Birbirleriyle ya ilgisiz ya da çok az ilgili olan bu bölümler, bütünselliğe alışmış okurları yorar.

Gece romanında, bütüncül yapı bilinçli olarak dağıtılır. Parçalı bir yapı söz

konusudur. Bunun için roman 4 bölüm ve 110 epizoda ayrılır. Okuyucunun, bunların arasındaki bağlantıyı kurması büyük bir çaba ve dikkat gerektirir. Hatta büyük bir dikkate rağmen bazen, düzensizliğin giderilmediği fark edilir.

Bilge Karasu, sözü edilen tüm eserlerinde, erteleyici ironi çeşidini derinlemesine kullanır. Bu eserlerin hepsi bütünsellikten uzak ve parçalıdırlar. Karasu, ironinin bu çeşidi aracılığıyla onarılması güç dünyalar yaratır.

2.5.3. Romantik İroni

Postmodern eserlerde, ironinin kendisini gösterdiği alanlardan biri de eskiden beri kullanılan ve romantik ironi olarak adlandırılan yöntemdir. Bu yöntemle sanatçılar, sanatın zihinlerde oluşturduğu yanılsamayı bertaraf ederler (Cebeci, 2008: 289). Romantik ironi yönteminde sanatçılar, eserlerinin gerçek olmayıp kurgusal olduğunu okuyucuya sezdirirler. Bunun için araya çeşitli sözler serpiştirip okuyucunun metnin kurgusallığını unutmasına izin vermezler (Allen, 2007: 8). Bunun çeşitli yöntemleri vardır. Bu konu, “Üstkurmaca” bölümünde, ayrıntılı olarak anlatıldığı için, burada ayrıntılara girilmeden işlenecek.

Yazarın, araya girerek eser hakkında bilgi vermesi bu yöntemlerden biridir. Bu bilgiler sayesinde okur, eserin basıl bir sürecin sonunda meydana geldiğini öğrenmiş olur. Karasu’nun “Mesih” adlı öyküsünde, metnin yazılış süreci okuyucuyla paylaşılır. Metnin yazarı, öykünün hangi yöntemle daha iyi olacağı üzerine kafa yorar ve bunu açık açık dile getirir. Bazı seçimlerini beğenmez ve onlardan vazgeçer. Yazar, hangi karakterlerin hangi amaç için esere sokulması gerektiğini dahi doğrudan dile getirir. Tüm bunlar, öykünün kurgusallığını ortaya koyar.

“Kumsalda Bir Köpek” ve “Yataklar” öykülerinde yazarlar, metinlerini nasıl oluşturduklarını açık bir şekilde okurla paylaşırlar. Hatta yazarlar, kendi anlatı biçimlerinden memnun olmadıklarından, sürekli öykülerini farklı şekillere sokma çabalarına girişirler. Bundan dolayı öykülerin, birbirinden farklı birçok versiyonu okura sunulur.

“Avından El Alan”, “Usta Beni Öldürsen E!” öykülerinde, yazar, kendi öyküsünün farklı biçimlerde yazılabileceğini dile getirir. Bununla yetinmeyen yazar, bu biçimleri okura gösterir de.

“Göçmüş Kediler Bahçesi” öyküsünde yazar, okuru, kitabın ismine yönlendirir. Bu sayede okuyucuya bir kurmaca ile karşı karşıya olduğunu hatırlatır.

Yazın kuramı sorunsallaştırılarak da eserlerin kurgusallığı dikkatlere sunulur.

Narla İncire Gazel kitabında yazar, kurgu, okur gibi kavramlar, öykünün kurgusu

içinde ele alınır. Yazarın, elde ettiği bilginin kaynağını açık edebileceği; eser üretmenin çok zor bir iş olduğu; her yazının görünmeyen onlarca versiyonu bulunduğu; okurun kolay bir iş yaptığı gibi konular ele alınır.

Altı Ay Bir Güz kitabında anlatıcı, zaman zaman, yazın kuramının kendisini

sorunsallaştırır ve eserin kurgusal yönüne dikkat çeker. Örneğin anlatıcı, yazarların, geçmişi ele aldıklarına, nasıl bir yöntem izlemeleri gerektiğini ifade eder. Öte yandan “ben anlatıcı” konusu üzerinde durulur. Eserlerde bir değil de birden çok merkezi unsurun olması ise olumlanır.

Gece romanındaki anlatıcılar, eserin kurmaca olduğuna dair ifadelere

başvururlar. Onlar, yazarların, eserlerini nasıl vücuda getirdiklerini ayrıntısıyla dile getirirler. Anlatıcılar, aynı zamanda, eserlerin yazımında, yazarların gerçek dünyayı aşabileceklerini söyleyerek gerçeklik ve kurgusallık arasındaki ilişkiye de değinmiş olurlar. Gece romanındaki dipnotlar aracılığıyla ise metnin anlatıcıları, eserin nasıl bir sürecin sonunda ortaya çıktığını okura sunarlar. Anlatıcılar, hangi amaçlara sahip olduklarını ve bunlardan hangilerini başarıp hangilerini başaramadıklarını dile getirirler.

Metin içinde metin anlayışı da eserlerin kurgusallıklarına gönderme yapan bir başka yöntemdir. Troya’da Ölüm Vardı kitabında, metin içinde metin gerçeğiyle karşılaşılır. Müşfik isimli karakter, uzun bir olay anlatır. Bu babasının, annesinin ve kendisinin arasında geçen bir olaydır. Okuyucu, bunun o an dile getirildiğini düşünüyorken birden, bunların daha önce öyküleştirildiği, yazıya aktarıldığı gerçeğiyle karşılaşır.

Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı isimli öykü, masal tarzında anlatılmış bir

öyküdür. Karakterlerden birinin, eser içinde başka bir masal anlatmış olması okuyucuya, elinde tuttuğu sayfaların da onun yazarı tarafından anlatılmış bir masal olduğu düşüncesini uyandırır. “Masalın da Yırtılıverdiği Yer” anlatısında ise “Yeşil Gözlü Yontu” isimli bir öykü ile karşılaşılır.

Karasu, anlatıcılarını ve karakterlerini okuyucuyla konuşturarak; yazın kuramının kendisini sorunsallaştırarak; metin içinde metinler yazarak sanatın zihinlerde oluşturduğu yanılsamayı bertaraf etmek ister. Eserlerin kurgusallıkları okura açık edilir. Tüm bunlar da eserlerde, romantik ironinin fazlasıyla kullanıldığını gösterir.

2.5.4. Açık İroni

Açık ironide yazar, kendi niyetini gizlemez. Bunun yerine ironist yazarın niyeti hemen göze çarpar (Cebeci, 2008:302). Okuyucu, bu ironi çeşidinde zorlanmaz. Genelde, mesaj, açık verilmek istendiğinde bu yöntem kullanılır. Niyetlerini açıkça belli eden ironist yazarların özellikleri üzerinden bu konu daha da

açıklanmaya çalışılacak ve ardından Karasu’nun eserleri, ironinin bu çeşidi üzerinden analize tabi tutulacak.

Rorty’nin de ifade ettiği gibi ironist, sürekli bir sorgulama içindedir. Yanlış kabilenin içinde doğup doğmadığı, kendisine yanlış dil oyunları öğretilip öğretilmediği gibi konular üzerine kafa yorar. Çünkü toplumun, onu hatalı türden bir insan yapıp yapmadığı endişesini taşır ve bu endişe de onu bu sorgulamaya götürür (Rorty, 1995: 116). Bu sorgulamayı iyi yapabilmek için de hakkında kuşku duyacakları bir şeylerinin, yabancılaşacakları bir şeylerinin olmasına ihtiyaç duyarlar (Rorty, 1995: 133). Yabancılaşmanın en iyi yollarından biri kendi cemaatinden olmayan insanlarla iletişim kurmak olduğu için ironistler, yabancı insanlarla iletişim kurma yoluna giderler. Çünkü ironistler eğer ilişkilerini, yalnızca kendi cemaatlerinden kişilerle sınırlı tutarlarsa içinde yetiştikleri sözcük dağarcığına saplanıp kalmaktan yani gerçek olana ulaşamamaktan korkarlar (Rorty, 1995: 123). Yabancı insanlarla iletişime geçme yoluyla kendi kabuğunu kırıp yeni dünyalara açılmış olduğu için ironist yazar, bulma metaforlarından ziyade yenilik metaforlarının egemenliği altındadır (Rorty, 1995: 119). Bu yenilik metaforları da ona, yeni dağarcıklar sunacaktır.

Bireyler, belli bir toplumun içinde doğar ve onun normlarıyla ilk düşüncelerini şekillendirirler. Düşüncelerinin ilk tohumları, toplumlarının sözleridir. Bu sözler, onlara, bir dünya düzeni, yaşam amacı sunar. Eğer kişi, kendisi olmak istiyorsa içinde doğduğu toplumun düşüncelerine eleştirel bakıp kendisine, toplumu tarafından verilmemiş öteki fikirleri de önyargısız bir şekilde öğrenmelidir. Bu sürecin sonunda kişi, kendi toplumunun değerlerine daha büyük bir bağlılık duyabileceği gibi onları, tümden de ret edebilir. Sonuç hangisi olursa olsun, bu sonuca, kendi iradesiyle ulaşmış olduğu için artık kendi benliğini bulmuş demektir. Bu sürecin en önemli ayaklarından biri, ifade edildiği gibi, kendi topluluğunun dışındaki yabancılara ulaşmış olmaktır. Onlara ulaşmak ve onları, önyargısız bir şekilde değerlendirip kendi topluluğuyla karşılaştırmak bireyi, kendi bağımsız kimliğine ulaştırır. İronist yazarların en büyük özelliklerinden biri, bu süreci gerçek manada yaşamış olmaktır. Kendileri, bunu yaşadıkları gibi, eser kahramanlarına da bu süreçleri yaşatırlar.

İronist yazarın bir özelliği de kendi benini sistemin unsurlarından arındırma isteğidir. O, yaşamını, sistemin ona verdiği değil, kendisinin ürettiği ve onu yansıtan terimlerle dillendirmeye çalışır. Mükemmel yaşama ancak bu yolla erişebileceğine inanır (Rorty, 1995: 146). Bu yüzden, ne pahasına olursa olsun kendi dünyasını kurma ve yönetme hakkını elinde tutmak ister. Ancak bu yeni bir otorite kurma arzusu değildir. Var olan şey, otorite iddiasında bulunmaksızın otoriteyi alaşağı etme mücadelesidir (Rorty, 1995: 156). İronist, ironi yoluyla bir iktidarı istese de kuramaz. Çünkü ironi, yaşlı bir cadı gibi, önce karşısına çıkanı ardından da kendisini yiyip yok etmek için çaba gösteren bir yöntemdir (Kierkegaard, 2009: 65). Kısacası, tehlikeyi atlatan ironi, bu sefer de kendisini yok etme yolunu seçecektir. Kendi benliğini kurtarmış ironist, öteki insanlarda da otoriteye karşı bir şüphe dahi uyandırmış olursa kendi amacına büyük oranda erişmiş demektir.

Gülün Adı romanı, ironinin bu yönü için iyi bir örnektir. Roman,

Aristoteles’in Komedi isimli, henüz ulaşılamamış eseri üzerine kurulmuştur. Manastırda yaşanan cinayetlerin sebebi de yöneticilerin ve onlarla aynı fikirde olan keşişlerin, bu kitaba yönelik tutumlarıdır. Yöneticiler, bu kitabın varlığını ret ederler; çünkü kitabı okuyacak birçok genç rahibin, çeşitli konuların mizahi yönünü görerek gülmeye başlayacakları korkusuna sahipler. Bu düşünce, yöneticileri ürkütür. Çünkü genç rahiplerin gülmeye başlamaları ve konuların mizahi yönlerini görmeye başlamaları, onların, kurulu düzene olan inaçlarını sarsabilir. Kendisini kurulu düzenin bekçisi sayan yaşlı bir rahip, kitabı bulup okuyan genç rahipleri öldürür. Yaşanan seri cinayetlerin sebebi de budur (Şaylan, 2009: 205). Roman düzen, ironi, ironist yazar ilişkisini başarılı bir şekilde ortaya koyar.

Düzeni kuranlar, onun devamı için ne gerekiyorsa yaparlar. Onu, alaşağı edecek her şeyin önüne set çekerler. İronist yazar, düzenin kendisine dayattığı kimliğe bürünmemek için ısrarla direnir. Bunun için çeşitli yöntemlere başvurur. Bunlardan biri, ironik metinler yazmaktır. İronik metinlerde, mizahi unsuru ön plan çıkaran yazarın işi, daha kolaydır. Düzen, ciddiyet demektir bir yönüyle. Mizaha başvuran yazar, onu, temel ayaklarından birinden sarsmaya başlar. Eleştirilerini, mizahın postuna bürüyen yazar, amacına çok daha kolay ulaşır.

Karasu, ironinin bu çeşidine de başvurur. “Dutlar” öyküsünde, Mussolini dönemi İtalya’sı ile askeri darbenin yaşandığı 1960 Türkiye’sini ele alarak ironist bir tavır sergiler. Karasu, toplumsal isyanı aktarır (Evis, 2011: 66) çünkü her iki baskıcı yönetim de kendi ülkelerinde büyük bir baskı kurmuş ve tüm insan haklarını ihlal etmişlerdir.

Öyküde, dini sorgulanan insanlara yer verilmiştir. Öykü karakterlerinden biri, katoliktir ve resmi görevlilerle yaşadığı bir diyalogda, annesinin Yahudi olup olmadığı sorgulanır. Görevli, sizleri kilisede çok gördüm ve Katolik olduğunuzu biliyorum ancak anneniz hakkında da çeşitli bilgiler öğrenmek istiyoruz, der. Annesinin isminin Rachele olup olmadığını sorar. Bu söz üzerine, Katolik olan öykü karakteri, dönemin yöneticisi olan Mussolini’nin ailesinde de Rachele isimli birisinin olduğunu hatırlatır. Bu isim üzerinden birinin Yahudi olup olmadığına karar verilemeyeceğini vurgular (Karasu, 2014: 132). Yahudi olmanın neredeyse tüm Avrupa’da, büyük bir suç olduğu yıllarda, bu sıkıntılı olaylar yaşanmıştır. İnsanlar takip edilmekte, Yahudi oldukları öğrenildiğinde ya yakalanmakta ya da sokak ortasında öldürülmekte, sonraki yıllarda da toplama kamplarına gönderilmektedirler. Türkiye’de ise askeri darbe olayı ele alınır ve sokağa inip demokrasi talebinde bulunan insanların varlığına dikkat çekilir. İnsanlara sert müdahalelerde bulunulur. İstanbul ve Ankara’da, toplanan kalabalığın üzerine ateş açılır. Ancak bu müdahaleler, kitlelerin öfkesini daha da kabartır ve kalabalık tarafından söylenen şarkıların tonunu arttırır. Öykü anlatıcısının, şu sözleri ise ironist tavrı tam olarak ortaya koyar:

Yoksa bu adamları, anaları, dövülsün diye mi doğurmuştu, bu çocuklar, ölmek için, kurşunlanmak için mi gelmişlerdi dünyaya? Alanda yürüyenler, şarkı söyleyenler, günün bütün haberlerini ağız gazetesiyle yayanlar, polisin kovaladığı, dövdüğü, yakalayıp götürdüğü insanlar çoğaldıkça, bugün bütün gazeteleri, dergileri sütun sütun dolduran öyküler oluştukça, birtakım adamlar gitgide köstebekleşiyor, dut yapraklarını yeyip bitiren kurtlar, tırtıllar, kupkuru kalmış dalların ilkyaz sonlarında büsbütün göze batan güdüklüğünden tel tel sarkıyor, yere yaklaşıyordu (Karasu, 2014: 137).

Bu sözlerle anlatıcı, daha üst perdeden de Bilge Karasu, darbe şartlarına itirazını dile getirmektedir. Sokak ortasında dövülen, öldürülen, işkence gören gençlerin acısını dile getirerek onlardan yana taraf olduğunu açıkça belli etmiş olur.

“Dutlar” öyküsünün içinde bulunduğu Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı, yayımlandığı tarihten itibaren, toplumsal bir bakış açısıyla ele alınmış, tarihsel arka planının, bugüne ilişkin birtakım mesajlar iletmek amacıyla özellikle seçildiği yorumuna gidilmiş ve baskı, inanç gibi izlekleri de bu bağlam çerçevesinde geliştirdiği vurgulanmıştır (İleri, 2007: 101). Kitabın içindeki öyküler, bu perspektif üzerinden ele alınınca, Karasu’nun amaçladığı anlama, daha fazla yaklaşılmış olunacağı düşünülür.

Hamdi Bravo, Gece romanı için, metin bir baskı dönemini anlatır gibidir derken çok haklıdır (Bravo, 1997: 233). Romanda, bir baskı döneminin varlığı açıkça görülür. Ömer Türkeş bu dönemin, 12 Mart ve 12 Eylül de olabileceğini söyler. Nitekim romanın yazılışı 12 Mart, basımı ise 12 Eylül sonrasına denk gelir ve her ikisini de simgeleştirdiği söylenebilir (Aktaran Şahin 2009: 2097). Ancak Engin Kılıç ise bu baskı dönemine kolay kolay bir tarih verilemeyeceğini çünkü onun jenerik bir baskı romanı olduğunu ve genel olarak baskı olgusunun kendisinden bahsedildiğini ifade eder (Kılıç, 2013: 1067). Spesifik ya da jenerik olsun, romanda, baskı dönemlerinde yaşananlara yer verir.

Roman boyunca, onun bir darbe romanı olduğunu destekleyen emareler mevcuttur: “Onu izlemekle görevli olanlar, biribirilerinden habersiz, ama hepsi

doğrudan doğruya bana bağlı” (Karasu, 2007: 90). Bu ifadelerin de gösterdiği gibi,

romanda, ciddi muhbirlik ve ajanlık faaliyetleri vardır. Bir başka yerde, muhbirlerin, ajanların nöbet değişimlerinden bahsedilir. Takip edilen kişi, kapalı bir mekâna girer ve uzun süre çıkmaz. Geçen süreyle ilk kişinin nöbeti dolar ve sırasını öteki arkadaşına bırakır (Karasu, 2007: 105). Bunlar, organize, iyi düzenlenmiş ajanlık faaliyetleridir.

Darbe ve baskı dönemlerinde sistem, kendi adamları aracılığıyla tüm toplumu kontrol altına almaya çalışır. Ajanlık faaliyetleri de bunun için başvurulan ilk

nöbet değişiminin gerçekleştiğini, bir fişleme raporundan öğrenir. Raporlarda, yaşananlar ayrıntısıyla anlatılır.

Birbaşka yerde, hergün, yaklaşık on kişinin öldürüldüğü dile getirilir. Bu ölüm olayları bazen çok trajik şekilde gerçekleşir. Örneğin bazı ölüm olaylarında bombalama yöntemi kullanılır. Yazar, bu günler için, insan kanının asal değiş tokuş değerini yitirdiği günler tanımlamasını yapar (Karasu, 2007: 196). Darbe gerçekleştirilmeden önce, darbeye zemin hazırlamak için toplumsal kaos ortam oluşturulur. Dile getirilen olaylar, bu düşünceyi imaya yöneliktir.

Romanda, darbe dönemlerinde uygulanan sıkıyönetime de gönderme vardır. İnsanlar, ciddi gereksinimleri olmadıkça evlerinden çıkmamaktalar. Özellikle de akşam karanlık çöktükten sonra, dışarı çıkmak kimsenin aklına gelmez. Bu saatlerde dışarı çıkıp bir daha eve dönmeyen insanların hikâyeleri halk arasında anlatılır (Karasu, 2007: 201). Bu durum ayrıca, sokağa çıkma yasağını zihinlere getirir.

Darbe dönemlerinde, ya günlerce aralıksız sokağa çıkma yasakları uygulanır ya da günün sadece birkaç saatinde dışarı çıkılması serbettir. Yasağın hangi türü uygulansa da bu durum, bireyler için dışarının tehlikeli olduğu gerçeğini değiştirmez. Bireyler, yasak saatleri olmasa da çok zaruri durumlar dışında, dışarı çıkmamayı

Benzer Belgeler