• Sonuç bulunamadı

Erkeklik çalışmaları kapsamında değerlendirilmesi gereken diğer bir ayrım noktası ise modernleşme eğilimleri dahilinde hegemonik erkeklik halinin tıkandığı varsayımının gündeme gelmesidir. Öne sürülen farklı kuramsal bakış açıları doğrultusunda erkeklik krizi ile ilgili çalışmalar yapmakta olan araştırmacılar, erkeklik krizinin varlığı, krizin hangi göstergeler üzerinden aktarıldığı ve anlamlandırılması sürecinin ne şekilde işleyeceği ile ilgili olarak birbirinden farklı yaklaşımlara sahip olabilmektedir. Bu alanda çalışmalar yapmakta olan isimler arasında yer alan Segal, Hollstein ve MacInnes, erkeklik krizini hegemonik erkekliğin, feminist hareketlerin küreselleşmesi sonucunda ortaya çıkan teknolojik, toplumsal ve ekonomik değişimlerle birlikte belirsizliğin ve güvensizliğin hakim olduğu bir buhran olarak tanımlamıştır (Onur ve Koyuncu, 2004: 155 – 156).

Örneğin MacInnes (1998), erkeklik krizinin temel nedeni olarak modernleşme süreci içerisinde cinsel farklılık kavramını geçersizleştiren bir yapının doğuşunu göstermektedir. Süreç içerisinde özellikle iş yaşamının kadınlara daha açık hale gelişi ile birlikte, kökeninde liberal politik düşüncelerin yer aldığı cinsiyet eşitliği yasaları ve para kazanma ideolojisinin son bulması ile birlikte modernleşen toplumsal yapı

içerisinde erkeklik kavramının değerinin düşürüldüğü ifade edilmektedir. Erkeklik kavramının tanımlanması sürecinde pozitif bileşenlerden ziyade negatif bileşenlerin tercih edildiğinin altını çizmekte olan MacInnes, geçmişe dönük kıyaslamalar neticesinde günümüzü erkek olmak için kötü bir zaman olarak yorumlamıştır (1998: 47 – 53).

Yaşanan gelişmeler neticesinde, erkeklerin mevcut güçlerini ve güçlerine bağlı olarak elde ettikleri üstünlüklerini, teknolojide yaşanan değişimler sonucunda ortaya çıkan araçlara bıraktıkları ve süreç içerisinde kadınlık kavramının değerinin artmasına paralel olarak erkeklik kavramının değerinin düştüğü Hollstein tarafından ifade edilmektedir. Hollstein, buna ek olarak zaman içinde erkeklerin savunmacı bir anlayış doğrultusunda geri çekildiklerini de iddia etmektedir (akt. Onur ve Koyuncu, 2004: 36).

Erkeklik krizinin var olmadığı iddiası ile öne çıkan bir grup tarafından ise mevcut erkeklik krizinin tüm erkeklik tipleri için geçerli olmadığı savlanmaktadır. Yine bu grup içerisinde yer alanlar tarafından, erkeklerin mevcut koşullara uyum sağladıkları takdirde yeniden sürece adapte olabilecekleri ve egemenliklerini kazanabilecekleri öne sürülmektedir. Örneğin var olduğu iddia edilen durumun “kriz” ifadesi yerine değişimin bir sonucu olarak değerlendirilmesinin daha doğru olduğunu düşünmekte olan Connell, kapitalist etkileşim süreçleri içerisinde erkeklerin, kamusal birimler ve çeşitli kuruluşlar üzerinden egemenliklerini yeniden kurgulayabileceklerini ifade etmektedir (2002: 124 – 126).

Buna ek olarak Connell, onarıma muhtaç bir sistemin varlığına işaret ederek, sistemin geneline atfedilmesi doğru olmayan bir erkeklik krizinden söz etmektedir. Bu durumda sadece toplumsal cinsiyet ilişkilerinden meydana gelen sistem içerisinde mevcut pratiklerin yapılanışı üzerinden açıklanabilecek erkekliğin belirli bir dönüşüm ve parçalanma süreci içerisinde olduğundan söz edilebilmektedir. Connell (1993: 84), kriz ifadesinin yalnızca toplumsal cinsiyet düzeni ile ilişkilendirilmek sureti ile tartışılmasının mümkün olabileceğini öne sürerek, erkeklik kavramının kriz

sürecinin kapsamında yer almasına karşılık mevcut bir parçalanma evresinin var olmadığını iddia etmektedir. Bu görüşlere paralel bir şekilde bütünsel bir erkeklik krizine karşıt bir tutum sergilememesine karşılık ortaya çıkan kriz söylemlerinin yeterli bir yapıya sahip olmadığını ileri süren John Beynon, erkeklik krizinin küresel bir anlam ifade ettiği ve tüm erkekler tarafından benzer bir şekilde deneyimlendiği görüşüne karşı çıkmaktadır. Tekil bir erkeklik ifadesinin varlığına işaret edilmesinin mümkün olmayacağını düşünen John Beynon, kavramın genelinde farklı erkeklik tiplerinin ve bu tiplerin karşılaşmakta oldukları farklı kriz söylemlerinin ortaya çıkarılması gerektiğini ifade etmektedir (2002: 96).

Konunun günümüzdeki durumunu, verilerin somut halini ve öne sürülen kuramsal tartışmaları inceleyen Tim Edwards’ın konuya dair yaklaşımının, krize ilişkin saptamaların gerçekleştirilmesi noktasında faydalı bakış açıları geliştirdiğini ifade etmek mümkündür. Edwards bu alanda gerçekleştirilen tespitler doğrultusunda sürecin içteki ve dıştaki kriz olarak iki alt unsur üzerinden şekillendiğini savunur. Erkeklerin kişisel yaşamlarındaki kriz ile ilgili olarak, zihinlerinde oluşan algılara ve anlamlandıramama, belirsiz bulma ve yabancılaşma gibi hislerine göndermelerin içteki krizle bağlantılı olduğu, toplumsal yaşam içerisinde ayrıcalıklı konumlarını kaybetmeleri ya da kaybetmeleri ile ilgili endişelerinin ise dıştaki krizle ilişkilendirildiğini ifade etmektedir (Edwards, 2006: 11).

Bu doğrultuda Edwards iş hayatı, aile, sağlık ve eğitim gibi birçok alan üzerinden sağlanmakta olan verileri birleştirerek, kimi erkeklik tiplerinde ortaya çıkması muhtemel erkeklik krizlerinden söz edilmesi mümkün olsa da geniş bir çerçevede erkeklik krizinin varlığının iddia edilemeyeceği noktasında Beynon tarafından öne sürülen görüşlere destek vermektedir (2006: 8, 14). Fakat söz konusu durumda Edwards’ın erkeklik krizini tamamı ile görmezden geldiği söylenemez. Erkeklik krizi ile ilgili farklı kuramsal yaklaşımlardan beslenen Edwards, yukarıda da ifade edilen alanlardan ziyade kapsamlı erkeklik krizinin varlığına rastlanılan üç farklı düzey olduğunu öne sürmektedir. Bunlar; MacInnes tarafından da öne sürüldüğü üzere değerler, eğilimler ve pratiklerden meydana gelen bir set üzerinden

erkeklik kavramının değerinin aşağıya çekilmesi ve kavramın negatif özellikler ile ilişkilendirilmesi; toplumsal cinsiyet kavramında belirginliğini kaybeden sınırların ortaya çıkması ve netice itibari ile krizin odak noktasında bulunduğunun iddia edilmesidir (Edwards, 2006: 14).

Tarihsel gelişimi özetlenen erkeklik ve toplumsal cinsiyet çalışmaları, günlük yaşamdan yapılan gözlemlerin yazınsal alana uyarlanması ve tartışılması şeklinde seyretmiştir. Psikolojinin, sosyolojinin ve hatta psikanalizin çalışma alanlarında kendine yer bulmuş olan toplumsal cinsiyet çalışmaları doğal olarak kültürel üretimle de ilişkilendirilmiştir. Kitle iletişiminin, yazılı medyanın ve son olarak görsel medyanın toplumsal içerikleri üretme ve yayma noktasında nasıl büyük bir potansiyel taşıdığı fark edildiğinde sinema ve televizyonun da söylem üretebileceği görüşü doğmuştur. Kitlesel bir iletişim aracı olan ve icat edildiği günden beri ulaştığı kitlesi giderek büyüyen sinema, bir yandan sanat dalı olarak kabul edilirken diğer yandan da ideolojik bir aygıt olduğu konusunda eleştirilere maruz kalmıştır. Bu ikilemli yapı içerisinde kendi teknolojisini, dilini ve endüstrisini oluşturmayı başaran sinema, toplumsal cinsiyete dair söylemler ürettiği noktasında da çalışmalara konu edilmiştir.