• Sonuç bulunamadı

1.3. Klasik Sosyologların Hukuka Dair Yaklaşımları

1.3.2. Emile Durkheim

Sosyolojinin kurucu babalarından olan Emile Durkheim, toplumsal yaşamı toplumsal bir olgu olarak görmüştür. Ona göre hukuk, sosyal ilişki ağlarıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Doğa karşısında tek başına olan insanlar birbiriyle yardımlaşmaya, tehlikelere karşı birbirlerini koruyup kollamaya gereksinim duymaktadır. Durkheim da bu gereksinimi ‘toplumsal dayanışma’ kavramıyla açıklar.

Durkheim’a göre toplumsal dayanışma, yapısı gereği ne kesin gözleme ne de ölçüye gelen tamamen manevi türde bir hadisedir. Dolayısıyla gerek bu tasnifi gerekse de bu karşılaştırmayı yapabilmek için erişemeyeceğimiz içsel olguyu onu simgeleyen bir dışsal olguyla ikame etmek ve içsel olanı dışsal olan aracılığıyla incelemek gerekir. Son kertede bu gözle görünür simge hukuktur (Durkheim, 2006, s.18). Durkheim bireylerin emeklerini, haklarını ve gerektiğinde özgürlüklerini

21

karmaşıklaşan kitle toplumlarında muhafaza eden temel unsurun iş bölümünün giderek gelişmesine bağlı olarak toplumsal dayanışmanın mevcut koşullara göre değişmesi ile sağlandığını düşünmektedir. Toplumsal dayanışmanın kendini sosyal olan aracılığıyla göstermesi sonucunda da din, ahlak, örf ve hukuk kuralları oluşmaktadır. Bireylerin ortak değerlerini içinde barındıran etik bir değer olan toplumsal dayanışmayı hukukun en belirgin şekli olarak görmüştür. Hukukun, etik bir olgu olarak toplumsal dayanışmanın en önemli simgesi ve işareti olduğunu vurgulamıştır.

Son kertede toplumsal yaşamda ki tüm değişimler hukuku etkiler ve birlikte bir dönüşüm gösterir. Bu nokta da Durkheim iki dayanışma biçiminin olduğunu belirterek hukuk sosyolojisine yeni bir açıklama sunar. Tek bir gerçekliğin iki farklı görünümü olarak ortaya koyduğu mekanik dayanışma ve organik dayanışma türlerini ortaya atar. Bu doğrultuda hukuk türünün dayanışma biçimlerine göre farklılık arz ettiğini mekanik ve organik dayanışma türlerinde farklı hukuk biçimleriyle karşılanabileceğinin altını çizer (Bal, 2014, ss.100-105).

Bu farklılık mekanik ve organik dayanışmanın içerdiği anlam ile anlaşılacaktır. İlk olarak mekanik dayanışmaya dayalı toplumlarda, bireyselliğin daha az gelişimi, daha küçük ölçekli gruplar ve dışsal şartların türdeşliği gibi bütün unsurlar, çeşitliliği, farklılıkları asgari düzeye indirme konusunda katkıda bulunurlar. Bu tür toplumlar, çok gelişmiş toplumlarda nadiren rastlayacağımız entelektüel ve ahlaki tek biçimliliği düzenli olarak üretir. Burada her şey, herkes için ortaktır. Hareketler tek tip, kalıplaşmıştır. Bu nedenle de herkes aynı durumda aynı şeyleri yapmayı tercih eder, aslında bu durum düşüncede ki tek tipçiliğin de bir yansımasıdır (Durkheim, 2005, s.22). Ne var ki bu tür dayanışmanın hâkim olduğu toplumda bireyler tek başına değil kolektivite içinde anlam bulur. Kendi içinde ortak inanç, ahlak ve grubun kendine özel değer sistemine sahip olan toplum her unsuruyla bir bütünün parçalarını ifade eder. Benzerliklerin ve sözlü sözleşmenin hâkim bulunduğu mekanik dayanışma da bireyler bütün dışında kendi başına var olamadığı içinde ‘biz’ düşüncesi hâkimdir. Dolayısıyla mekanik dayanışmanın olduğu toplumlarda baskıcı ve ortak bilincin merkezinde olan cezalandırıcı hukuk sistemi vardır. Çünkü bu toplumlar olumsuz bir davranış ya da suça maruz kaldığında bu sadece bireyi etkilemez, bireyin de ötesinde onun içinde bulunduğu toplumsal gruba, topluma karşı yapılmış sayıldığı için bütün çevre etkilenir.

22

Durkheim’ a göre (2005) organik dayanışmada ise ‘biz’ düşüncesi hâkimiyetini kaybetmiş yerel anlamda ‘biz’ düşüncesi ortaya çıkmıştır. Farklılıkların hâkim olduğu toplumsal yapıda inanç, ahlak ve özelliklede değerlerde bir genelleşme ve çoğulluk sürecine girilmiştir. Gün geçtikçe değişen, dönüşen, karmaşıklaşan toplum yapısı ve toplumsal dayanışmanın yaşanılan zamana göre farklılaşma sürecine girmesi ceza sistemi ve türünü de etkilemiştir. Uzmanlaşmanın artığı toplum yapısında iş bölümünün de artmasıyla ön plana çıkan bireysellik, bencillik ve çıkarın ön plana çıkması daha sonra da sözlü sözleşmenin yerini yazılı sözleşmenin almasını sağlamıştır.

Yine Durkheim’a göre bir zamanlar tüm hukuk kendiliğinden bilinçsiz olarak işliyordu; âdet böyleydi. Din, eğitim sağlık, ekonomik yaşam konusunda da en azından büyük ölçüde bu durum geçerli sayılırdı. Yerel ve bölgesel çıkarlar kendi hallerine terk edilmiş ve unutulmuşlardı. Bugün bizimki gibi bir devlette ve belli derece farklılıklarıyla büyük Avrupa devletlerinde, adaletin idaresiyle, halkın eğitim hayatıyla, ekonomik hayatıyla ilgili her şey bilinçli bir hale girerek her gün yeni bir kararın alındığına şahit olunmaktadır (Durkheim, 2006, s.141). Toplumsal olandan kaynağını almayan bilinçli bir el ile değişime maruz kalan yapı da normların belli bir kitlenin elinden çıkması, ahlaki değerlerin göz ardı edilmesine de neden olmaktadır.

Bilinçli olarak değişen yapıyla birlikte de değerlerin daha özel olduğu, kutsal sayıldığı yapıdan genelleşen değerler sistemine geçilerek değerler etkisizleşmiş ve yeni bir hukuk tipi de oluşmuştur. Daha önce cezalandırıcı hukuk hâkimken yeni oluşan hukuk ile birlikte onarıcı/ iade edici hukuk anlayışı ortaya çıkmıştır. Yeni ortaya çıkan durum öncesinde cezalandırıcı hukuki sistemde genel olarak kısas ön plandayken onarıcı/iade edici hukuki anlayışla birlikte diyet ön plana çıkmıştır. Böylelikle ceza ortak bilincin merkezinden çevreye geçiş yapmıştır. Fakat şöyle bir istisna vardır ki ulus devletlerin yükselişe geçtiği dönemde devlete karşı işlenen suçlar toplumun her bireyine karşı yapılmış olarak görülmektedir.