• Sonuç bulunamadı

Emevî Halifeleri Hanedan ve Hilafet

Belgede MUHTASAR İSLÂM TARİHİ (sayfa 148-200)

EMEVİ HALİFELERİ DEVRİ (H. 41-132)

A. Emevî Halifeleri Hanedan ve Hilafet

Emevîler soy itibariyle Kureyş kabilesine mensuptur. Abdümenâfoğul-larından Hâşim ile Abdüşems’in Kureyş’in iki şubesini oluşturdukları yuka-rıda zikredilmişti.

Hâşim, Abdüşems ile ikiz olarak doğmuş ve Hâşim büyük görüldüğü için kabilenin Hâşimî kolu daha şerefli kabul edilmişti. Daha sonra Hz. Pey-gamber, Hâşimî ailesi içinden ortaya çıktığında Hâşimoğulları şereflerini bütün bütün artırmışlardı.

Abdüşemsoğulları, Hâşimoğullarının kardeş çocukları olduğu için Ku-reyş arasında hatırları ikinci dereceden gözetilirdi.

Bu tablo 37. sayfadaki tablonun Emevî şubesini gösterir.

Bu tablodan anlaşılacağı üzere Ümeyye’nin Âs, Harb ve Ebu’l-Âs adında üç oğlu olmuştu. Bunlardan Âs’ın Hakem, Harb’in Ebû Süfyân ve Ebu’l-Âs’ın da Affân adında birer oğulları dünyaya geldi. Hakem’den Mervân, Ebû Süfyân’dan Muâviye ve Affân’dan ise Hz. Osman doğdu. Yukarıda zik-rolunduğu üzere bunların tamamı Ümeyye’nin çocuk ve torunları oldukları için hanedanlarına Emevî; halifeliklerine, Emevî hilafeti ve kendilerine de Emevî halifeleri ya da Ümeyye çocukları ismi verildi. Emevî halifeleri on dört kişidir. Bunların başkenti Şam (Dımaşk) şehridir.

1. Muâviye b. Ebû Süfyân 2. Yezîd b. Muâviye

3. II. Muâviye b. Yezîd 4. Mervân b. Hakem 5. Abdülmelik b. Mervân 6. Velîd b. Abdülemlik 7. Süleyman b. Abdülmelik 8. Ömer b. Abdülaziz 9. Yezîd b. Abdülmelik 10. Hişâm b. Abdülmelik 11. Velîd b. Yezîd

12. Yezîd b. Velîd 13. İbrahim b. Velîd 14. Mervân b. Muhammed

Bunların ilk üçü, Muâviye, Yezîd ve II. Muâviye, baba, oğul ve torun olmak üzere bir soyu oluşturmaktadır. Dördüncü halife olan Mervân ise bu soy silsilesi üzerinde olmayıp, Ümeyye’nin öbür oğlu Âs’ın soyundan gel-mesi ve diğer Emevî halifelerinin bu ikinci sülaleden olmaları dolayısıyla Emevî hilafeti hanedan içinde birbirinin amca çocukları olmak üzere iki sü-lale teşkil etmiştir. Bunlardan ilk üçünün oluşturdukları kısma Süfyânî, son-rakilere de Mervânî ismi verilmektedir.

Bu isimlendirmenin sebebi ilk üç halifenin Ebû Süfyân, diğerlerinin ise Mervân’ın soyundan gelmesinden kaynaklanmaktadır.

Süfyânî Halifeleri

Süfyânî hanedanından Muâviye, Yezîd ve II. Mâuviye adında üç hü-kümdar gelmiştir.

1. Muâviye (h. 41-60)

Muâviye, Mekke’nin fethedildiği yılda İslâm’ı kabul etmiş ve daha sonra Hz. Peygamber’in kâtiplik hizmetinde bulunmuştu.

Hz. Peygamber’in vefatından sonra Medine’den ayrılarak kardeşi Yezîd b. Ebî Süfyân ile Suriye taraflarına gitmiş ve orada askeri komutanlıklarda bulunmuştu.

Muaviye, Hz. Ömer zamanında Şam Valisi olan abisi Yezîd b. Ebî Süf-yân’ın vefatından sonra Şam valiliğine atanarak Hz. Ömer zamanında dört, Hz. Osman’ın zamanında on iki sene ve Hz. Ali zamanında da muhalif ve düşman olarak dört sene olmak üzere toplamda yirmi yıl mezkûr vilayetin başkanlığında bulunmuştur. Yukarıda zikredilen olaylardan sonra ise Hz.

Hasan’ın hilafeti terk etmesiyle genel biat alarak tek başına İslâm başkanlı-ğına geçmiştir.

Muâviye h. 41 senesinin şevvalinde tek başına başkanlığa geçti. İslâm başkanlığı bu şekilde eline geçince, yönetiminin temellerini sağlamlaştırmak için vilayetleri kendi adamlarına vererek idareyi düzen altına aldı.

Emevîlerin ortaya çıkış zamanlarında İslâm toprakları Şam, Basra, Kûfe, Ermenistan, Mekke, Medine, Afrika, Mısır, Yemen ve Horasan adıyla on vilayete bölünmüş olup, bunlardan en önemlisi Şam, Basra ve Mısır eyaletle-riydi. Basra şehri, İran ve Arap Yarımadası’nın doğu kısmını kapsayarak Irak eyaleti ismini almaktaydı.

Muâviye, Kûfe’ye Muğîre b. Şu`be ve Basra’ya Abdullah b. Âmir’i vali tayin ederek, hicretin kırk dördüncü senesine kadar bu şekilde yönetim ser-gilemiştir. Daha sonra aynı tarihte bu eyaletleri birleştirerek hepsine birden Ziyâd b. Ebîh’i genel vali tayin etmiştir.

Sürekli karışıklığa meyilli olan Irak bölgesi Ziyâd’ın vâkıf idaresi altında düzgün bir hale geldi.

Ziyâd, Cahiliye zamanında Ebû Süfyân’ın, Sümeyye adındaki bir kadın-dan doğmuş olan gayrimeşru çocuğuydu. Bu durum bazı kişilerce bilinmek-le beraber, halifenin üvey kardeşi olduğunu kimse söybilinmek-leyemezdi.

Ziyâd olgunluk ve zekada tanınan bir kişi olup, Hz. Ali tarafından Fâris eyaletine âmil tayin edilmiş ve karışıklık zamanlarında Hz. Ali tarafında kalarak Muâviye’ye karşı durmuştu.

Bir ara Basra’da valilik makamında bulunan Büsr Ertât adında bir kişi, komşusu olan Fâris Valisi’nin yani Ziyâd’ın denetleyicisi olarak Ziyâd ile Muâviye arasını açmıştı. Fakat Kûfe Valisi Muğîre, Muâviye nezdinde te-şebbüste bulunarak Ziyâd’ın nasıl bir dehaya sahip olduğunu anlatmış ve bunun güzel şekilde yönlendirilmesiyle devlet için çok büyük faydalar sağ-layacağını hatırlatmıştır. Ayrıca Ziyâd’ın Ebû Süfyân’ın çocuklarından oldu-ğunu hatırlattığı için Hz. Muâviye kendisine aralarını bulması için ruhsat vermiş ve Muğîre de Ziyâd ile Muâviye’nin arasını düzeltmiştir. Muâviye Ziyâd ile görüştükten sonra böyle siyasi bir dehanın kalbini tamamen ka-zanmak için Ziyâd’ın soyunu ispat ederek kendi kardeşi olduğunu tasdik etmiştir. Ziyâd ise ömrünün sonuna kadar Muâviye’nin en sadık adamı ola-rak kalmıştır. (h. 44)

En önemli eyaletlerden biri olan Mısır’da Amr b. Âs vali olarak bulunu-yordu. Onun vefatı üzerine oğlu Abdullah b. Amr Mısır’a vali olmuş; fakat daha sonra Muâviye b. el-Hudeyc tayin edilmiştir. Afrika eyaleti16 de olduk-ça önemli olup, oraya da Ukbe b. Nâfi` gönderildi. Medine valiliğine ise Mervân b. el-Hakem tayin edildi. Bu eyaletlerden Mısır kontrol altındaydı.

Zaten bu bölgenin halkı sükûnete meyilli ve medenî olduğu için fitne zama-nında herhangi bir hadise olmamıştır. Mekke, Medine ve Yemen bölgesi ise henüz Hz. Peygamber ailesinin sevgisiyle doluydu. Hz. Hasan hayatta bu-lunduğu için herhangi bir olay çıkarmamak üzere titiz bir şekilde idare edilmesi valisine tavsiye olunduğu için bu bölgelerde dikkat ve hoşgörü ile hareket ediliyordu.

16 Kuzey Afrika toprakları beş coğrafî bölgeye ayrılır. Birincisi Mısır, ikincisi Mısır ile Tunus arasında bulunan Trablusgarp ve Bingazi bölgelerini içerisine alan Ifrîkiyye, üçüncüsü Tunus, Cezayir ve Fas ülkelerini içerisine alan Mağrib’dir. Mağrib beldeleri Mağrib-i Aksa (Fas), Mağrib-i Vustâ (Cezayir) ve Mağrib-i Ednâ (Tunus) adıyla üçe ayrılır.

Kuzey ve doğu sınırları savaşa çok müsait bulunduğu için oralarda kuvveti sağlamlaştırmak ve hâkimiyeti pekiştirmek gerekliydi. Kuzey sını-rındaki yerlerin idaresi Hıms Valisi Abdurrahman b. Hâlid’e verilmişti. Ab-durrahman, ahlaklı ve hikmetli bir kişi olup yönetimi altındaki ahaliye güzel davranarak hepsinin kalbini kazanmayı başarmıştı. Fakat şöhretli bir ada-mın bütün kalpleri kazanarak kamuoyunun sevgisine mazhar olması Muâviye’nin siyasetine uymadığı için Abdurrahman’ı zehirletti. Halkın bu olay ile meşgul olmaması için de h.42 senesinden beri açık olan Bizans sefe-rine ehemmiyet verdi.

Bizans seferine Basra Valisi Büsr b. Ertât memur edildi. Büsr Anado-lu’dan geçip, Üsküdar’a kadar ilerledi. Denizde ise Antalya açıklarında bir zafer kazanıldı. (h. 44)

Bu zafer Arapların ikinci deniz savaşının neticesiydi. Muâviye daha vali iken Hz. Osman zamanında Trablusşam’da tesis ettiği donanma ile Kıbrıs’ı fethederek (h. 28) halkına yıllık 7.200 dinar vergi yüklediği gibi Rodos ve Girit’i de baskı altına alıp yağmalamıştı.

Bu defa denize açılan Arap deniz kuvvetleri daha tecrübeli bir şekilde çıkıp zafer kazanmışlardı. Bu zaferlerin verdiği ümitler ile daha kuvvetli bir donanma teşkil edilerek İstanbul üzerine sevk edildi.

Süfyân b. Avf komutasında büyük bir ordu hazırlanarak (h. 48) karadan İstanbul üzerine gönderildiği gibi yukarıda geçtiği üzere önemli bir donan-ma da bu ordu ile gönderildi.

Muâviye’nin oğlu Yezîd, Hz. Peygamber’in mihmandarı Hâlid b. Zeyd, Ebû Eyyûb el-Ensârî ve İbn Abbâs da bu ordu ile birlikteydi. İstanbul altı sene devam eden savaşlarla kuşatılmış; (h. 48) fakat şehrin surlarının sağlam olması ve konumunun o devrin savaş araçlarına göre ele geçirilmesi müm-kün olmaması dolayısıyla Araplar başarılı olamadan geri dönmüştür.

Ebû Eyyûb Hazretleri kuşatma sırasında vefat ederek bugün bilinen ye-re defnedildi. İslâm ordusunun geri dönmesinden sonra Bizanslılar

tarafın-dan mübarek cesetlerine bir hakaret yapılmaması için mezarı gizlendi. Daha sonra İstanbul’un fethi sırasında Osmanlı padişahı tarafından mezarın yeri keşfedilerek, oraya türbe ve cami inşa edildi.

Bu kuşatma sırasında meydana gelen savaşlarda Kallinikos isminde bir Rum’un icat etmiş olduğu Rum ateşi denilen yanıcı madde, İslâm ordu ve donanmasına çok fazla hasar vermişti. Bizans imparatoru IV. Konstantin Pogonatos ise İstanbul’u kurtarma şöhretini kazandı. Arapların fena bir va-ziyette bulunması imzalanan anlaşma maddelerinin Bizans menfaatine uy-gun olması sonucunu doğurmuştu.

Bu olayı takip eden yıllarda Afrika ve Türkistan fetihleri yapıldı, bazı valilerin azli ve atamaları gerçekleştirildi.

Bu sırada zehirlenerek Hz. Hasan (h. 51) ahirete göç etti ve Medine’de Bakî mezarlığına defnedildi.

Kuzey Afrika halkı savaşçı bir halk olup, Arapların istila yolunu engel-leyici bir set olmaya çalıştıklarından oradaki fetihler zor ve savaşlar kanlı olmuştur.

Hz. Osman’ın hilafetinde kazanılan Sübeytula Savaşı’ndan sonra İslâm askeri yalnız Berka bölgesinde hafif müfrezeler bırakarak ileri bölgelerden çekildikleri için o havaliyi elinde bulunduran Rum kuvveti yavaş yavaş ya-yılarak etrafı yeniden kazanmıştır. Fakat yerli halka eziyet ve baskı yaptıkla-rından bunların yardım istekleri ve Arap memurlarının talebi üzerine Ukbe b. Nâfi` oraya tayin olunarak maiyetine aldığı askeri kuvvet ile Afrika’ya ulaştı.

Ukbe yerli halka saldıran zalimleri tepeleyerek daha önce İslâm gücü-nün ulaştığı yere kadar otoriteyi tekrar sağladı. Oradan bir daha geri dön-memek, sınırı korumak ve halk üzerinde İslâm gücünü teyit ederek daima gözetim yapabilmek üzere şimdiki Tunus’un güneyinde Kayrevân şehrini tesis ve inşa etti. (h. 51)

Karışıklık ve dehşetli vahşetlerin alanı olan bir orman yeri temizlenerek Kayrevân oraya inşa edildi. O zamana kadar eyalet merkezi olan Berka şeh-rinin yerine eyalet merkezi yapıldı. Ukbe bundan sonra Rumlar ile Ber-berîlerin İslâm fetihlerine yol engeli olmak üzere meydana gelen teşebbüsle-rini etkisiz bırakmak üzere savaş ve cihatla Atlas dağlarına kadar sınırları genişletti. (h. 55)

Ukbe’nin bu fetihleri Kuzey Afrika’daki Rum ümitlerini bitirdiği gibi o bölge halkının huzur ve sükûnetlerini de temin etti. Bu sırada Ukbe Muavi-ye tarafından Şam’a davet edilerek Muavi-yerine Ebu’l-Muhâcir Afrika Valisi tayin edildi.

Doğu sınırındaki fetihler de ilerlemekteydi. Horasan valileri Afganistan ve Türkistan üzerine seferler düzenleyerek (h. 51-56) Kâbil ve Buhara’yı ele geçirmekle o bölgede İslâm’ı yaydılar. Hindistan üzerine sevk edilen Mühel-leb ise Sind eyaletine kadar ilerleyerek bol miktarda ganimet ile geri döndü.

Zâbulistan ve Sicistan ele geçirilmişti. Diğer taraftan Erzurum yöresine ka-dar ulaşan İslâm ordusu Kemah’ı zapt etti.

Muâviye bir taraftan fetihlerle ülke sınırlarını genişletirken, bir taraftan da yönetiminin güçlenmesi için oldukça gayret göstermekteydi. Irak toprak-ları sürekli karışıklık ve fesat istidadında bulunduğu için orada Ziyâd b.

Ebîh tarzında bir dâhiyi görevlendirerek güvenliği temin ettiği gibi Medine ve Mekke’de bulunan Hz. Peygamber ashâbının düşüncelerine de vâkıf ol-duğundan oralarda dikkat ve incelikle yönetim sergiletti.

Muâviye, zihnine yerleşmiş olan saltanat fikriyle kendi ihtiraslarını tat-min etmekle birlikte, yönetimi hanedanına hasretmek düşüncesine kapıldığı için bunun hakkında hiçbir teşebbüsten geri durmamıştır.

Hz. Hasan’ın hilafeti terk ettiği sırada ileri sürdüğü şartlardan biri Muâviye’den sonra yönetime geçmek üzere veliaht kabul edilmesiydi.

Muâviye bunu taahhüt etmişti. Muâviye, bu taahhüt ile Hz. Hasan’ın elinde

bulunan hakka nazaran, yönetimi hanedanına hasretmek için beslediği ümitlerden hiçbir netice umamamaktaydı.

Fakat Hz. Hasan’ın şehâdeti bu taahhüdü ortadan kaldırmıştı. Hz. Ha-san’ın ölümünde zehirlenme şüphesinin olması ve Muâviye devrinde bu şekilde vefat edenlerin nadir olmamasına binaen şehâdet vakasının tesadüf olmadığına hükmetmek zaruridir.

Muâviye’ye oğlunu veliaht tayin etme fikrini veren Muğîre b. Şu`be’dir.

Muâviye, Muğîre’nin tavsiyesi üzerine17 oğlunun kendisinden sonra tahta geçirmeyi istediği için bunun icrasını birkaç sene düşünerek, icrasında kesin bir kararlılık gösterdi.

Irak bölgesi ve Suriye çevresi aşamalı tedbirler, nimet ve hediyelerle Yezîd’in veliahtlığını kabul etti; fakat Arabistan bölgesine gelince iş başka-laştı.

Medine Valisi Mervân b. el-Hakem bu fikrin Mekke’de tatbikinin müm-kün olmayıp, Mekkelilerin bu durumu kabul etmekten çekindiklerini haber verdi. Bunun üzerine Muâviye seçkin bin süvari ile aniden Medine’ye giriş yaparak o bölgede bizzat bu fikri kabul ettirmek için uğraştı; fakat muhalif-ler kendisine: “Saltanat şeklinde yönetime devam etmektense, önceki halife-lerin mirasına tabi olarak işin ümmetin icmasına bırakılmasının hayırlı ola-cağını söylediler.”

Muâviye tehdit ve şiddetle Medine halkından biat aldıysa da Hz. Hüse-yin b. Ali, Abdullah b. Ömer, Abdullah b. Zübeyr ve Abdullah b. Abbâs Hazretleri kesin bir şekilde bunu reddetti. Muâviye ise Mekke’de biat al-maktan ümidini kesmedi. Fakat Mekke’nin tek başına hiçbir muhalif hükmü

17 Muğîre, Muâviye ile gizlice görüşüp bu fikri telkin ettikten sonra dışarıda kendi adamların-dan bazılarına: “Muâviye’yi öyle bir derde soktum ki mahşer gününe kadar kurtulması mümkün değil,” demiştir. Ziyâd, Muâviye’den bu fikri duyunca şiddetli şekilde ısrar ederek bunu gizli tutmasını tavsiye etmiş ve bu tehlikeli işte dikkatli davranmasını nasihat etmiştir.

Muâviye ise Ziyâd vefat edinceye kadar bu fikrini meydana koymamıştır.

olamayacağından İslâm başkanlığı toplumsal boyuttan çıkıp, veraset şekline dönüşmüştü. (h. 56) Muâviye b. Ebî Süfyân yetmiş beş yaşındayken Şam’da vefat etti. (h. 60)

Muâviye, dünya tarihinde nadir rastlanan büyük insanlardandır. En bü-yük emeli olan devlet başkanlığına ulaşmak için başvurulacak yol ve vasıta-ların tamamına ayrım yapmaksızın tevessül etmiş ve bizzat sahip olduğu üstün özellikleri ile amacına ulaşmıştır.

Hz. Ali ile açtığı ihtilaf faslında düşmanının manevi faziletine, hak ve hakikatte üstün gelmek için hile ve tuzak yolunda gitmeyi bile tercih etmiş-tir. Düşmanındaki yüce faziletlere üstün gelmeyi temin edecek maddi vası-taların hazırlanmasında kendisine yardımı olacak önde gelenleri ve manevi-yattan ziyade maddiyatı öne çıkaran dönemin adamlarını seçmiş ve onları güzel bir idare etmeye muvaffak olan Muâviye saltanat ve yönetimini güç-lendirmeyi bu şekilde başarmıştı.

Muâviye için maksada ulaşma uğrunda reddedilecek bir vasıta yoktu.

Nüfuzuna rakip çıkma ihtimalini gördüğü Abdurrahman b. Hâlid’e İbn Esâl eliyle içirdiği ve Mâlik Eşter Neha`î’ye verdiği bal şerbetleri bunların yaşam-larına son vermiş; aynı zamanda bunları Emevî saltanat yolunun üzerinden kaldırmıştı.

Hz. Hasan’ın şehâdeti veliahtlık sözleşmesini feshediyordu.

Muâviye’nin bu tarz siyasi cüreti ile sürekli gösterdiği yumuşak ve akıl-lıca hareketlerin bir araya getirilmesi güçtür.

Emevî saltanatının, İslâm başkanlığını icma yolundan çıkararak istibdat yoluna getirdiğini ve bunun bir gasp olduğunu yüzüne karşı söyleyenlere bile yumuşak ve sükûnet ile muamele ederdi. İşte ortaya koyduğu bu akıllı ve yumuşaklıkla en çetin düşmanları bile Muâviye’ye dost olurdu.

Şam saltanatının daha temelinin hazırlandığı zamanlardan beri Muâvi-ye’nin verdiği hediyeler, gösterdiği lütuflar bütün muarızları susmaya

mec-bur ettiği için o, heykelleşmiş devlet kamuoyunun karşısına çıkınca bilinen birkaç muhalifin dışında ortada hiçbir muhalif kalmamıştır.

Meşhurdur: Bir gün Ahnef b. Kays Muâviye’nin huzuruna gelir. Ko-nuşma esnasında: “Sıffîn Vakası benim içimi parçalamıştır; fakat siyasetin gereğindendi,” demiş. Ahnef ise zaten Hz. Ali’nin ateşli taraftarından biri olduğundan Sıffîn’in anılmasıyla taşan hislerini gizlemeyerek: “Senden nef-ret eden yüreklerimiz göğsümüzde, o zaman seninle vuruşan kılıçlarımız ise kınındadır,” demiş. Muâviye ise bu tepkiye karşılık daha önce geçtiği gibi yumuşak ve sakince mukabelede bulunmuştur. Ahnef’in hareketinden sonra bu konuşmayı işiten Muâviye’nin yakınlarından biri, bu kadar tehditkâr bir adama nasıl tahammül ettiğini itiraz şeklinde sormuş, Muâviye de: “Bu öyle bir adamdır ki öfkelenirse Temîm kabilesinden yüz bin silahşör bunun ne için öfkelendiğini sormadan öfkelenir,” demiştir.

Muâviye, evinin yakıldığından şikâyet eden nüfuz sahibi bir zata evinin bedelini sormuş, yüz bin dirhem cevabını alınca derhal verilmesini emret-miştir. Etrafında bulunan bazıları yanan evin kamıştan yapılmış bir kulübe olduğunu ve değerinin o kadar olmayıp, o adamın kendisini kandırmak istediğini söylemişler. Muâviye ise buna karşılık: “Onlar söyler biz dinleriz, onlar aldatır biz aldanırız,” sözüyle karşılık vermiştir.

O ihtilaf asrının gerektirdiği şu düzeltici siyaset ile Muâviye güçlendir-diği saltanat binasının gerçek sahibi olarak kalmış ve tarihte büyük krallar yanında yüksek ve ihtişamlı bir yer edinmiştir. Muâviye zekasıyla beraber insanların seçimi ve kullanımında da büyük isabet göstermişti.

Amr b. Âs, Muğîre b. Şu`be ve Ziyâd b. Ebîh ile bizzat Muâviye Arapla-rın dâhilerinden olup; bu dördü dört dahi (ةعبرا ةاهد) ismiyle meşhur olmuştur.

Muâviye yumuşaklık, sakinlik ve ihtiyat ile Ziyâd siyaset ve idare, Muğîre bedahet ve görüş bolluğu, Amr b. Âs ise zorlukların giderilmesi ve işlerin düzene konulmasıyla meşhur olmuşlardı.

Böyle olmakla beraber diğer üçü Muâviye’nin kendilerine karşı olan üs-tünlük ve faziletini pek çok olay ile tasdik ederdi. Bu üçü Muâviye’nin takip ettiği bağımsızlık maksadını yerine getirmek için oldukça yardımcı oldular.

Bunlardan Amr b. Âs başlangıçta Muâviye’ye rakip gibiyse de Muâviye’nin iktidarından sonra ona tabi olarak sadık bir şekilde hizmet etmiştir.

Muâviye’nin, farklı şekillerde göstermiş olduğu zekâ ve dirayet, harca-dığı nimet ve hediyeler ve ahali hakkında ortaya koyduğu güzel muameleler sayesinde tam bir nüfuza mazhar olmuştur. Bunun yansıması olarak başlan-gıçta Şam bölgesinde, daha sonra ise İslâm memleketlerinin her tarafında kendisine itaat edilmiştir. Tam bir şan ve debdebe ile yirmi senesi valilik ve yaklaşık on dokuz senesi de saltanat olmak üzere kırk sene kadar iktidar mevkiinde kalmıştır.

Taa başkanlığının ilk zamanlarından beri haşmet ve gösterişe meyilli ol-duğu için Hz. Ömer tarafından bu ihtişam hali hatalı görüldüğü halde: “Ey Müminlerin Emiri, Şam İslâm sınırıdır, düşmana İslâm gücünü şaşalı gös-termek için gösterişli bir yönetime gerek vardır,” diye düşüncesini mantıklı göstermiştir. Hz. Ömer ise o zaman kendisine Muâviye Arabın kisrâsıdır diye imada bulunmuştur.

Şam’da bağımsızlık kazanınca saltanat divanı kurularak saraylar, hiz-metliler, teşrifatçılar, köleler tesis ve istihdam etmiş ve Şam’da büyük bir saltanat mevkii meydana getirmişti. İslâm devletlerinde ilk önce saltanat tahtına oturan, protokol töreni oluşturan, sokakta alay teşkil eden, camide mahfil yapan, muhafızlarla korunma sağlayan ve oturarak hutbe okuyan kişi Muâviye’dir. Posta teşkilatı kuran ve sarayında mühür divanı tesis eden de Muâviye’dir. Birinci mühürdarı Ubeyde b. Evs’tir. Muâviye, Mes`ûdî’ye göre uzun boylu, beyaz tenli, yuvarlak yüzlü güzel bir kişiydi. Oldukça obur olup, günde birkaç defa yemek yerdi. Fikrinde bağımsız olup kimseyi işine karıştırmaz ve herkesle konuşup onlardan bilgi almak isterdi. Giyiminde ve yaşantısında ihtişam gözetirdi. Rumlardan aldığı pek çok âdeti dairesinde tatbik etmiş ve çölün sıkı bedevî yaşantısına Bizans’ın sefahatini sokmuştur.

Belgede MUHTASAR İSLÂM TARİHİ (sayfa 148-200)