• Sonuç bulunamadı

2.3. Modern Toplumda Toplumsal Korkuların Oluşumunu Etkileyen Faktörler

2.3.1. Ekonomik Faktörler

Ekonomik faktörleri irdelemeden önce günümüzde ekonomik eylemlerin en safiyane hali olan ihtiyaçların giderilmesinden ve bir mübadeleden çok daha şey ifade ettiğini söylemek gerekmektedir. Croce ekonomiyi Tanrıya benzetmektedir. Ekonominin sahnenin gerisinden her alana nüfuz ettiğini söyleyerek, söylemden eyleme her alanı kapsayan etkileşimi anlatmaktadır. Buna bağlı olarak bireylerin ve toplumların sahip oldukları düşünce ve davranışlar ekonomi eksenli olarak şekillenmektedir (Gramsci, 2010: 234). Tıpkı Croce gibi Weber de kapitalizm kültür ilişkisini açıklamakta ve ekonomik sistemin bireylerin günlük eylem ve söylemleri üzerinde yönlendirici olduğunu vurgulamaktadır (Ercan, 1998: 255). Kapitalizmin en derin çözümlemesini yapan Marx ise kapitalist sistemin üretimin sadece teknik bir süreçten ibaret olmadığını toplumsal ilişkilerin yeniden üretimi olduğunu söylemektedir. Kapitalist sistemde ücretli emeğin, sermayeyi ve kendi köleliğini yeniden üretmesi ile üretim sürecinde bireylerin kaygılarının kaynağını da emeğin kendisinin olduğunu söylemektedir. Emeğin sisteme bağımlı olması için sistem tarafından üretilen araçsal korkular, emek tarafından yeniden üretilerek kısır döngü halinde sistem ve onun olmasını istediği insan prototipini yeniden üretmektedir. Şöyle ki, kapitalist sistemde ücretli emeğin rolü sistemin işlemesini sağlamasına rağmen birey kendi öz varlığıyla sistem içinde vazgeçilmez olmadığından yani ikame edilecek benzerlerinin olmasından kaynaklı korku içindedir. Bu korku emeğin sadece üretim sürecindeki rolü kaybetme korkusu değil ilaveten işin şeklinden kaynaklı olarak bireyin kendini yararsız hissetme korkusu da bulunmaktadır. Bireyin her gün aynı üretim bandının içerisinde ve işin sadece bir bölümünün parçası olması kendini yararsız hissetme korkusuyla da karşı karşıya gelmesine neden olmaktadır.

Günümüz ekonomik sisteminin kapitalist sistem olması ve ekonomik politikaların liberal eksende gerçekleşmesi korkuların hem üretim hem de tüketim alanında oluşmasına neden olmuştur. Dört üretim faktöründen sermaye ve emek toplumsal korkuların iki

ekseni gibidir. Bu korkular tek yönlü olmayıp iki yönü de karşılıklı etkilemektedir. Sermaye üretimin gerçekleşmesini ve karı maksimize etmeyi hedef almaktadır. Aron, sermayenin içinde bulunduğu durumu şöyle özetlemektedir.

“Sanayi toplumu sermaye birikimini gerektirir. Sanayi medeniyeti sermayenin çoğalması için her işçiyi mühim bir sermaye üzerinde çalışmaya zorlar... işveren yatırımlarını genişletmek amacıyla sermayeye ihtiyaç duyduğu andan itibaren akli hesaplama meselesi doğmuştur. Saymış olduğum büyük işletmelerden birinde sermayeyi yenilemek ve çoğaltmak için devamlı olarak en düşük maliyet fiyatını ortaya çıkarmak lüzumludur.” (Aron, 1978:78).

Sermayenin korkuları iki eksende gerçekleşmektedir. Korkularının ilki işletmenin varlığını yitirmesi ve büyüyememesidir. İşletmenin var olması, büyümesi ve karı maksimize edebilmesi için sermaye sahibi üretimi olabilir en minimum sermaye kaybıyla gerçekleştirmeye çalışır. Bu kaybı minimize etmek amacıyla en başta hammaddeyi ucuza getirmektedir. Emeğin ucuzluğu ise kişi başına emekten en yüksek verimliliği elde edebilmesi şeklinde gerçekleşmektedir. Bunun gerçekleşmesi ise emeğin sisteme zorunlu kalması ile mümkündür. Bu zorunluluğu, işsiz kalma ve ihtiyaç giderememe bağlamında kaygı ve korkuların süreç itibariyle insan ömrünün tamamını işgal etmesiyle kurmaktadır. Marx emeğin sermaye ilişkisini ve tek taraflı oluşturulan bağımlılığı şöyle anlatmaktadır.

“Kapitalist ile işçiyi meta piyasasında alıcı ve satıcı olarak birbirinin karşısına çıkaran şey artık sadece bir tesadüf değildir. İşçiyi durmadan kendi emek gücünün satıcısı olarak gerisin geriye meta piyasasına fırlatan ve onun kendi ürününü durmadan başkasının satın alma aracına dönüştüren, bizzat bu süreçtir. Aslına bakılırsa, işçi kendisini kapitaliste satmadan önce de sermayeye aittir. İşçinin kendi kendini satışının dönemsel olarak yenilenmesi, işçinin kendilerine ücret yoluyla bağlandığı efendilerinin değişmesi ve emeğin piyasa fiyatındaki oynamalar, işçinin ekonomik bağımlılığına hem yol açar hem de bunu görünmez hale sokar.”(Marx, 2015:558, 559).

Kapitalist sistemde sermaye sahibinin ikinci korkusu ise tüketim ekseninde gerçekleşmektedir. Bu soruna bağlı iki korkusu bulunmaktadır. İlki rekabet, ikincisi üretilen ürünün tüketilmemesi sorunu. Birincisi pazarın daralması akabinde kârın bölüşülmesi ve dolaylı olarak işletmenin yok olması korkularıyla sonuçlanırken ikincisi ise işletmenin doğrudan yok olmasıyla ilgili bir korkudur. Bu sorunların ilkinin çözümü emperyal stratejilerle çözümlenmektedir. Bu stratejiler; tekelleşmenin dışında kalanları hammaddeden yoksun bırakma, ittifaklar yolu ile emek arzına müdahale, ulaştırma

araçlarından yoksun bırakma, malların mallarla mübadelesinin (mahreçlerin) önünü kapamak, sadece kartellerle ticari ilişkiler yapılması konusunda müşterilerle anlaşmaya varmak, sistemli fiyat indiriminde bulunmak (tekelden bağımsız işletmeleri yıkmak amaçlı kullanılır), kredileri kesmek, boykot gibi araçlarla kârını azami miktarda artırmakta ve yeni rakipleri de ortadan kaldırmakla yapmaktadır ( Lenin, 1979). İkinci sorun olan üretilen ürünün tüketilmemesi sorunu ve buna bağlı oluşan korku Lefargue, şöyle anlatmaktadır.

“Emekçilerin, ya aşırı çalışarak kendini öldürme ya da perhiz içinde sürünme şeklindeki bu ikili çılgınlığının karşısında, kapitalist üretimin büyük sorunu, üretici bulmak ve bunların gücünü misliyle arttırmak değil, tüketiciler keşfetmek, onların iştahlarını kışkırtmak ve onlar için yapay ihtiyaçlar yaratmaktır. Soğuktan ve açlıktan titreyen Avrupalı işçiler kendi dokudukları kumaşları giymeyi, hasat yaptıkları şarapları içmeye reddettiklerinde, zavallı imalatçılar, zırdeliler gibi koşturup, bunları giyecek ve içecek kimse aramak zorundadırlar.” (Lafargue, 2015 :42).

Lafargue’nin vurguladığı bu sorun özellikle üretimin gerçekleşmesi için tüketimin zorunluluğu, sermayenin ikinci sorunu ve bütün sermayedarları kapsayan ortak korkusudur. Üretim sermaye için istenilen biçimde olduktan sonra talebin gerçekleşmesi gerekir. Sermaye en çok üretimdeki fazlalığa rağmen talebin gerçekleşmemesinden korkar. Bu korku, günümüzde küresel ve toplumsal sonuçları olan eylemlerin yaratıcısı, toplumsal korkuların doğduğu yerdir.

Kapitalist sistemde sermayenin kâr amacına yönelik rasyonelleşmesi gündelik yaşamı da rasyonel bir etik etrafında rasyonelleştirmiştir (Ercan, 1998: 258). Fakat bu etik ve rasyonalitesi tamamen sistemin kurguladığı ve söylemini oluşturduğu şekilde bulunmaktadır. Bu etik topluma rasyonellik söylemini bencillik ve hedonistliğe eklemleyerek sunmaktadır. Ekonomik korkuların başlangıcı, basit bir var olma ve büyüme sorunu iken sonucu karmaşık ve o kadarda hayatın içine ve rutin eylemlere sinmiştir. Sermayenin korkusu sonucu bireysellik, narsistlik ve hedonistlik araçsal olarak sistemin tüketim ve emeği kullanarak, korkuyu işlevsel olarak yeniden üretilmesini sağlamıştır. Bu araçlarla değerlerin zayıflatılması, korkunun yeniden üretilmesini, çeşitlenmesini sağlamaktadır. Bu konu kültürel faktörlerde yeniden anlatılacaktır.

Emeğin korkuları dilimizde geçen cirmi kadar yeri etkilerken aslolan korku ve toplumsal korkuları şekillendiren ve hatta emeğin korkularını da çeşitlendiren sermayenin korkusudur. Emeğin korkuları ise sermayenin korkuları sonucu araçsal korkulardır. Bu

korkular genel olarak esnek çalışma şartlarına ve teknolojik ilerlemelere bağlı olarak işsizlik, işini kaybetme korkusu, yetenek yitimi ve bunlara bağlı olarak yoksulluk korkusu sayılabilir. Fakat hayatın özüne sinmiş bu korkular, başka korkuların da çıkış nedenidir. Özellikle esnek çalışma koşulları ve taşeronluk ömür boyu eğitim kavramını doğurmakta ve insanları eğitim kurumlarına ve bu kurumların öne sürdükleri şartlara uyma zorunluluğu getirmektedir. Esnek çalışma koşularının ve taşeronluğun insanlara mesleki gelişme ve belgelere bağlılık yaratmasından daha kötü bir durum var ki buda belirsizlik. İşin esnekliği ve belirsizliği bireylerin tek başına hayatta kalmaya itmektedir. İşin esnekliği sonucu oluşan belirsizlik bireyselliği yaymakta, planlı hareket etmeyi engellemektedir (Bauman, 2005: 36, Senemoğlu, 2013:86). Ben ne olacağım? Emekli olana kadar iş bulabilecek miyim? gibi sorular korkunun artmasına neden olmakta ve kişinin daha iyi koşullar yaratabilmek için harekete geçme kabiliyetini törpülemektedir. Bu korku durumu sonuçları itibariyle en başta bireyi edingenleştirerek iş doyumunu ve kalitesini etkilemektedir. Ayrıca bedensel ve psikolojik rahatsızlıklara da yol açmaktadır. Çünkü birey, işini kaybetmenin getirdiği kişisel ve ekonomik sorunlar ve işini kaybetme korkusu ile bedensel rahatsızlıklar ve fizyolojik belirtiler göstermektedir. İşini kaybetme korkusuna sahip bireylerde nefes darlığı, çok terleme, yüksek tansiyon, sindirim sorunları, sinirlilik, panik davranışlar, deri hastalıkları sürekli yorgunluk, görülmektedir (Çiftçi, 2010:161).

Çakır’a göre işini kaybetme korkusu, işin özellikleri ve birey açısından öneminin niceliği ile belirlenmektedir. Rekabet kısa vadede performans artışına, uzun vadede çalışanlar arasında olumsuz psikolojik iklimin doğmasına yol açarken iş yükünün ağırlığıyla birlikte güvencesizlikten kaynaklı yıpranma, sağlıksız bir örgütsel ortam oluşturmaktadır (Çakır,2007:133). İş güvencesizliği kaygı süresi ve belirsizlik arttıkça fiziksel ve ruhsal şikâyet ler de artmaktadır. İş güvencesizliği strese, tükenmeye yol açmakla birlikte sigara ve alkol tüketiminde artışa, örgüt bazında ise örgüte duyulan sadakatin, gönüllü ve ekstra çaba gösterme davranışının azalmasına neden olmaktadır (Çakır,2007:132). Bireysel ve örgütsel sonuçları yanı sıra en büyük zararı aile kurumuna vermektedir. İşini kaybetme korkusu, aile içi huzursuzluğa neden olmakta ve boşanma oranlarını artırmaktadır. Bir zincirin halkası gibi sorunlar devam etmektedir. Boşanmalarla bağlantılı olarak çocuklar, dünyayı pesimist bir şekilde algılamakta ve akabinde boşanmış ebeveynlerin çocuklarının akademik başarıları düşmektedir (Çakır,2007:135).

Kapitalist sistemde işini kaybetme korkusu, sistemin dayattığı birçok sorunu işgörenlerin göğüslemesine neden olmaktadır. Üretim şekline bağlı bazı sorunlar yaşanmakta fakat çalışan bu sorunların farkında bile değildir. Seri imalat teknolojisinin kullanıldığı işletmeler, işbölümüyle üretimi artırmakta ve işi basitleştirmektedir. Seri üretimde yer alan işçiler işin içeriğinde yeteneklerini kullanamadıklarından iş doyumu düşük olmaktadır. Ayrıca aynı üretim bandının etrafında yerleşen işçilerin sosyal bütünleşme sorunları da bulunmaktadır. Seri imalat teknolojisinde işin içeriğinin dar ve monotonluğu ve kişisel yeteneklerin sergilenme olanaksızlığı yani hüner düzeyinin düşüklüğü, ekip çalışmasının azlığı bu sistemde sağlıklı bir psikoloji için dostluk ve sosyal bütünleşmeyi elzem kılmaktadır. Fakat makinaların kişinin çalışma hızı ve temposunu belirlemesi iş başından bir kaç dakika daha ayrılmanın olanaksızlığı ve gürültü, aynı çatı altında ve yan yana iş yapan işçilerin arkadaşlık kurmalarını engellemektedir. Bunun sonucunda ise sosyal yalnızlık ve yabancılaşma seri imalat teknolojisinin kullanıldığı işletmelerde üst düzeydedir. Seri imalat işçisi, sadece bu sorunlarla baş etmek için uğraşmamakta yanı sıra meslekte kıdem kazanma olanağı da yoktur. 20-25 yaşlarını geçirdikten sonra seri imalat işçisine yılların akışı tecrübe getirmemekle birlikte yaşlanma ve eskime getirerek iş bulma olanaklarını bitirmektedir (Öncü, 1976:70-73).

Lafargue, kapitalist sistemde çalışma aşkının kaynağını işçilerin kendisi olduğunu ve bunu iktisatçıların, din adamlarının ve ahlakçılarında desteklediğini söylemektedir. Çalışma aşkını bir delilik olarak gören Lafargue, sadece çalışan kişiyi değil ebeveynden evlada geçen yaşam enerjisini emen bir kötülük olarak tanımlamaktadır. Öyle ki bu çalışma aşkı her türlü bireysel ve toplumsal sefaletin kökenidir. (Lafargue, 2015:9-12). Zorunlu çalışma, işçiler tarafından kendi başlarına açtıkları bir bela olmasına rağmen büyük bir aşkla çalışmaya bağlıdırlar. Özellikle çalışma aşkının erkeklerden kadınlara ve çocuklara doğru yayılan bir olgu olduğunu söyleyen Lafargue, kadınlarda ve çocuklarda bıraktığı izi şöyle betimlemektedir.

“Kendi aile yuvalarını kendi elleriyle yıktılar; karılarının sütünü kendi elleriyle kuruttular; hamile ve bebek emziren bahtsız kadınlar, bellerinin bükülmesi ve sinirlerinin tükenmesi pahasına maden ocaklarına ve fabrikalara gitmek zorunda kaldılar”(Lafargue,2015:17)... . “Çocuklar için bazı eğlence imkânları getirdik. Çalışma sırasında şarkı söylemeyi, çalışırken sayı saymayı öğretiyoruz onlara. Bu onları oyalar ve geçim imkânlarını sağlamak için gereken on iki saatlik çalışmayı onlara

cesaretle kabul ettirilebilir.” (Lafargue,2015:31). Çalışma “çocukların zekâlarını sersemletecek, içgüdülerini çürütecek, organizmalarını yıkacak” ”(Lafargue,2015:18).

Lafargue’nin anlatımında ücretli emek piyasasının köleleri, gönüllülük esasına bağlı olarak oluşmaktadır. Bu gönüllülük geleceğin flu görüntüsü, atılacak adımların güvensizliği ve işsizlik korkusuyla oluşmaktadır.

Üretimin olabilmesi için emek, sistemin arzu ettiği maksimum kâr için ise emeğin ucuz olması gerekir. Sistemin araçsal olarak korkuyu kullandığı alan emeğin ucuz bir o kadarda istekli bir ücretli emek piyasasının olması gerekir. Bu piyasa ne kadar kalabalık olursa o kadar emek ucuzlar. Yani piyasadaki birey sayısı işin ucuzluğunu belirlemektedir. Emeğe ihtiyaç miktarı ile piyasadaki ücretli işçi sayısı denk değildir. Ücretli işçi sayısı Marx’a göre sermaye sahibinin ücretleri düşürmek için kullandığı bir kozdur. Sen çalışmazsan başkasını daha ucuza alırımın gibi söylemler kullanılır. Bu yedek işçiler nereden gelmektedir? Sorusunun cevabı, yedek ücretli emek piyasası kentleşmeyle birlikte genişlemiştir. Sanayileşmeyle birlikte köyden kente göçün yarattığı en büyük sorun, istihdam ve vasıfsız işçi sorunudur. İnsanlar en basitinden birincil ihtiyaçlarını (yeme, içme ve barınma) karşılamak için kent kültürüne ve çalışma yaşamına entegre olmak zorundadırlar. Artık onlar, tabiatın kendilerine sunduklarından çok uzaklaşmışlardır. Yani kent yaşamında çalışmak bir zorunluluk haline gelir. Burada sermaye sahipleri devreye girer ve kendi işinde çalışacak insanın eğitimini üstlenir. Ama piyasada bu iş için birçok eğitilmiş ve sertifikalı kişiler bulunmaktadır. Hepsinin en ilkel korkusu aç kalmaktır. İşte bu korku emeği sermayeye köle yapar. Bunun işlevsel hale gelmesi, bir diğer ücretli emeğin olmasıdır. İşsizlik olgusunun ilk nüveleri böyle ortaya çıkmıştır. Teknolojik gelişmelerle birlikte yedek işçi ordusuyla birlikte makinalardaki yenilenmeler, işçilerin korkulu rüyası haline gelmiştir. Bu makinalar sadece işsizlik değil yanı sıra vasıfsız işçi olmanın da korkusunu doğurmuştur. Bir çalışma alanında kendini geliştiren yani uzmanlaşan birey, işini kaybettiğinde bu işten başka işten anlamam ve ben ne yaparım korkusuyla baş başa kalır. Bu korku sonucunda ise birey eğitim dünyasında bu diploma sertifika senin bu diploma ve sertifika benim diye koşuşturur durur. Bu koşuşturma arasında Lafargue’nin vurguladığı erdem ve yaratıcılık kaybolup gider.

Sanayi toplumunda işsizlik korkusuyla birlikte gelişen diğer bir korku ise yalnızlık korkusudur. Emeğin yalnızlık korkusu iki alanda gelişmektedir. İlki çalışma hızı ve temposundan kaynaklı sosyal bağların zayıflamasına bağlı yalnızlık korkusuyken diğeri kültürel yapının getirmiş olduğu statü yitimine bağlı yalnızlık korkusudur.

Günümüzde kamusal alana dâhil olabilmenin yolu çalışmak ve statü sahibi olmaktan geçer (Senemoğlu, 2013:79). Teknolojik ilerlemelerle birlikte belirli bir işte çalışan birey, işini ve işinin getirdiği avantajları kaybetmemek adına yaşam boyu öğrenme kurslarında kendine yabancılaşır. Çalışamayan veya bir işte dikiş tutturamayan kişiler toplumda damgalanma ve ötekileşme ile karşı karşıya kaldığından yalnız kalma korkusu yaşamaktadırlar. Yani işsizlik, iş ve işin getirdiği avantajların kaybolması kadar bunlara bağlı aidiyet ihtiyacının doyurulmaması ile oluşacak gerilimli durumdan da korkulmaktadır. Yalnızlık korkusu sadece çalışma yaşamı boyunca devam etmez. Çalışma sürecinin bitiminde emeklilikle birlikte toplumsallaşmanın olmamasından dolayı da oluşur (Senemoğlu, 2013: 76).

Günümüzde maddi nesneler ve maddi olmayan ihtiyaçlar arasındaki değiş tokuş bilinçli ve bilinçsiz tüm davranışları kontrol etmekte ve birey elindeki maddi ve maddi olmayan tüm unsurları pazara çıkararak alışverişe dönüştürmektedir (Duhm,2002:62). Birey ekonomik sistemin manipülasyonu sonucu maddi olan ve olmayan tüm unsurlarını meta olarak pazara çıkardığından artık her unsur maddi nesne haline gelerek yani mal olarak ve mal sahipleri olarak bireyler karşılaşmaktadırlar. Kazancın gerçekleşmeyip ve kayıp ihtimalinin oluşabilmesi yani risk temelli korkmaya karşı bir mesafe, bireyler arasında oluşmaktadır. Korku kaynaklı mesafeden kaynaklı olarak yabancılık ve yalnızlık bireylerde gelişmiştir (Duhm,2002:63).

Modern dönem yabancılaşması birkaç alanda uygulanan sistem stratejilerinin sonucunda oluşmuştur. Bunlardan birincisi ekonomik alan diğeri ise ekonomik alanın işlerliğine katkısı olan iletişim sistemleridir. İletişim araçlarıyla sistem kullanacağı insanı yaratırken insandaki yaşama duygusunu ve yaratma arzusunu yok ederek yabancılaşmayı yaratır. Bunu da bireyin düşünsel eylemlerini ipotek altına alarak gerçekleştirir (Hardt, Negri 2003: 47,48). Ekonomi alanındaki yabancılaşma ve üretimdeki yabancılaşmayla birlikte insanın gerçek yaratıcı çalışma yapısı bozulur ve iş yerinde işgörenlerin birbirleriyle olan ilişkileri iş yerindeki ilişki kalıplarıyla sınırlandırılır. İş bölümü, özel mülkiyet, ticari ilişkilerin nakit para bağlantıları insanları ürettiklerine, üretim işine, kendi özlerine ve birbirlerine karşı yabancılaştırdığından dolayı boş zaman yaratmaya yönelik eylemler sistemin yapısına ve dikte ettirdiklerine bağımlıdır (Wallace, Wolf, 2012: 134). Toplam olarak ise yabancılaşma modern dönemde insanın kendi yarattığı toplumsal ilişkilerin egemenliğini yitirip bu ilişkiler tarafından yönlendirilmesidir. Bu sistemle toplumsal yapı içerisindeki birey özerkliğini yitirip, sistemin emrine girmekte ve insanın

sistemle uyumunu sağlamakta fakat sonuç olarak birey topluma ve kendine yabancılaşmaktadır (Duhm, 2002:68). Bu yabancılaşmanın neticesinde birey sisteme kendini teslim edilmiş olarak bulur ve bir başkasının elinde oyuncak olmak ise yabancılaşma sonucu oluşan sistemin yarattığı korkunun kendisidir (Duhm, 2002:73).

Kapitalizmin doğası gereği sistemin yaşadığı ekonomik dalgalanmalar ve krizlerde bireylerde korku yaratmaktadır. Lafargue, kapitalizmin krizlerinin aşırı üretim ve çalışma zamanlarına denk geldiğini söylemektedir. İşte bu krizler ve dalgalanmalar tüm sistemde daralma meydana getiriyorsa küresel krizlere neden olmaktadır. Asıl krizin ise devletin sosyal politika alanında ve daha küçük ölçekli iktisadi aktörler sathında yaşandığı görülmektedir. Kriz dönemlerinde işten çıkarılma ve talep-arz dengesinde ki değişiklik kondratieff dalgalanmasının B aşamasında kalınmasına neden olmaktadır. Bu krizlerde işten çıkarılma bireylerin alım gücünü etkilediğinden arz olsa bile talep olmayacaktır ki zaten işten çıkarılmalarla birlikte işletmeler tam kapasite çalışmayacak ve buna bağlı üretimde azalacaktır. (Çakır, 2007:127). Bu durum sonucunda ise “İnsan, kapitalist sistemde işçi olarak var olur. İşi yoksa “ücreti de yoktur ve artık gidip bir çukura kendini gömebilir, acından ölebilir” (Senemoğlu, 2013:74).

Sistemin yarattığı korkular bireyleri başarı veya başarısızlık korkusuyla denetlemektedir. Bu ise dikey hareketlilik ekseninde gerçekleşmektedir. İşletmelerde örgütsel yapı çeşitli kademelerden oluşmaktadır . Bu kademeler egemenlik olgusuyla ast- üst ilişkisi içinde gerçekleşmektedir. Müdürler, şefler çalışanları denetlemek amaçlı gözetlemektedirler. Siz işinizi yaparken kendi tasarruf yetkiniz bulunmamakla birlikte örgüt yapısı çalışan bireylerin benliğini ve bedenini şekillendirmektedir. Bu yapıda başarı ön planda ve güvencesiz bir ortamda bireyler bulunmaktadır. Her an iş arkadaşınız üstünüz olabileceği gibi aynı kademede bulunan veya çalışmayan bireylere yerinizi kaptırma korkusuyla da baş başa kalırsınız. Sürekli üstlerin ve rakiplerin baskısı altında çalışma zorluğu, bireyleri başarı ve kazanma ilkelerinin kölesi haline getirmiştir (Sennet,2011:38) .

Sennet, sosyalizmden kapitalizme sistem değişiminin topluma etkisini anlatırken kapitalizmin bulunduğu ülkelerde bireylerde yarattığı üç güçlükten bahsetmektedir ki aslında bu güçlükleri kominizmden kapitalizme geçiş olarak sınırlandırılmaması gerekir. Çünkü gelenekselden kapitalizme geçişte de aynı güçlüklerden bahsedilebilir . Bireyleri alt üst eden istikrarsız ortam, en başta zamanla alakalı sıkıntıyı getirmektedir. Bireyler kurumların geçiciliği karşısında doğaçlamayı öğrenmek zorundadır. Bu geçicilik

bireylerin benlik duygusunu etkilemekte, bireyler benlikte geçicilikten nasiplenerek süregiden benlikten yoksun bir yaşam temposunun içindedirler. İkinci zorluk yetenekle ilgilidir. Gerçekliğin talepleri değişken olduğundan bu değişkenliğe beceri yetişememekte ve potansiyel kabiliyet bu ortamda çıkamama durumuyla karşı karşıyadır. Çünkü modern ekonomide pek çok becerinin raf ömrü kısadır. Bireyler her sekiz on yılda bir yeteneklerini yeni eğitimlerle geliştirmeleri gerekmektedir. Bu ortamda geçmişle yoğrulan zanaat ise yerini potansiyel kabiliyeti öven meritokrasiye bırakmaktadır . Üçüncü sıkıntı ise geçmişi geçmişte bırakmakla ilgilidir. Sahip olunan şeyleri korumak