• Sonuç bulunamadı

BULGULAR VE YORUM

3.1. OLUMLU DEĞER VE DAVRANIŞLAR

3.1.4. Eşitlik ve Adalet

Eşitlik ve adalet ayrı anlamlara sahip iki kavramdır. Eşitlik, iki şeyin her yönden denk olması demektir Adalet ise, her hak sahibine hakkını vermek ve haksızları cezalandırmak şeklinde tarif edilir

Eşitlik, “İki veya daha çok şeyin eşit olması durumu, denklik, müsavat, muadelet” (TDK, 2005: 657), “İnsanların aynı imkanlardan yararlanmaları, aynı muameleye tabi tutulup aynı ya da benzer sonuçlara erişme durumu”(Cevizci, 2010:

211); adalet ise “Yasalarla sahip olunan hakların herkes tarafından kullanılmasının sağlanması, türe.” (TDK, 2005: 18), “Bir toplumda herkesin aynı muameleye tabi tutulması, hak ettiği ödül ya da cezayla karşılaşması hali” (Cevizci, 2010: 13) şeklinde tanımlanmaktadır.

Adillik duygusu, ahlak gelişimiyle alakalıdır. Bireyin ahlaki gelişimi, neyin adil bir davranış, adil bir sonuç olduğuna karar vermede önemli bir etkendir. Bu konudaki bilimsel çalışmalar, ahlakın farklı seviyeleri olduğunu ortaya koyar 3. Ahlak, bireye doğru ile yanlışı ayırt edebilme yeteneği kazandırır. Bu da adalet kavramının algılanışını kolaylaştırmaktadır.

Bilim adamlarının araştırmalarına göre çocukta ahlak gelişimi ortalama 6 yaş seviyesinde başlamaktadır. İlköğretime başlama yaşıyla denk düşen bu yaş seviyesinde çocuk, eğitim öğretim hayatının yanında kitaplarla da ciddi ilişkilerde bulunur. Bu nedenle özellikle çocuk kitaplarındaki kahramanların, adalet duygusundan nasibini almış kahramanlar olmaları çok önemlidir. Kitaplar yardımıyla adalet ve eşitlikle küçük yaştan itibaren tanışmış olmaları, bu soyut fikirleri özümsemelerinde önem teşkil eder.

Bakanlık tarafından çıkarılan romanlarda adalet ve eşitlik kavramları, evrensel ve bireysel boyutlarda ele alınmıştır. Bazı romanlarda sosyal eşitlik/eşitsizlikten bahsedilirken bazı romanlarda kahramanların kendileri ve yakınları için adalet ve eşitlik arama çabaları söz konusu edilmiştir.

Evrensel boyuttaki eşitliğin ve adaletin maddi olanaklarla bağlantısı kurulmuş, yoksul insanların bu dünyada adil biçimde yaşayamadığı fikri benimsenmiştir. Bu nedenle insanların eşit şartlarda yaşamadıkları vurgusu yapılmıştır. Kadın erkek eşitliğine yapılan vurgu da bu yöndedir.

Bireysel boyuttaki adalet arama ve adil olma çabaları ise insanların hak yememeye özen gösteren, başkalarına kendi haklarını yedirmemeye çalışan, herkesin hakkının gözetilmesini sağlayan, haksızlıklar karşısında sessiz kalmayan, eşit paylaşımlarda bulunan, adil, duyarlı, herkesin eşit olduğunu düşünen kahramanlar ile desteklenmiştir.

Bazı romanlarda kadın erkek eşitliğine ya da eşitsizliğine vurgu yapılmıştır.

Küçük Kuklacılar (1986) romanında bu konudaki toplumsal bir soruna temas edilir.

İzzet Bey, ömrünü kuklacılık yaparak geçirmiş bir sanatçıdır. Sanatta ve bizzat

3 “Piaget zihin gelişiminden söz ederken ahlak gelişimiyle de ilgilenmiştir. Ona göre çocuklar somut işlemler dönemine kadar ahlaki gerçekçidirler. Yani olay ve durumları somut sonuçlarına göre değerlendirirler. Niyeti ne olursa olsun büyük leke yapan çocuk küçük leke yapan çocuğa göre daha suçludur. Zihinsel gelişimin bir sonucu olarak hem niyeti hem sonucu birlikte değerlendiremez. İlkokul döneminden itibaren çocuklar yargılarında niyeti de değerlendirebilir hale gelirler. Dolayısıyla, büyük leke de yapsa, niyeti “iyi” olan çocuğun daha az suçlu olduğunu düşünmeye başlarlar. Başka bir ifadeyle “amelleri niyetlere göre”

değerlendirmeye başlarlar. Buna ahlaki görecelik denir.” (Bacanlı, 2005: 74)

toplumun içinde kadın ve erkeğin eşit olmadığı fikrinin hâkim olduğunu söyler. Kendisi bunun tersini düşünmektedir ve ders verdiği iki küçük kızın aracılığıyla okuyucuya kadın ve erkeğin her alanda eşit şartları olduğunu anlatır. Cinsiyetin bir ayrımcılık sebebi olmadığını söyler. Önemli olanın yetenek olduğundan bahseder. Yeteneği olduğu sürece her insanın her türlü işi yapabileceğini, sanatın da bu işlerden biri olduğunu belirtir. Yazar, ülkemizden de sanatta kadın ve erkek arasında bir eşitlik olduğunu anlatmak için ünlü tiyatro oyuncusu ve kukla sanatçısı Tâlat Dumanlı ve eşi Süreyya Dumanlı’yı örnek gösterir. İzzet Bey’in kadının erkekten bir farklı olmadığını, cinsiyetin kuklacılık yeteneği konusunda bir ayrıma neden olmayacağını anlatırken bu sanatı icra eden önemli isimleri örnek göstermesi önemli bir davranıştır.

Romanlarda, maddi olanaklar nedeniyle eşit şartlarda yaşama olanağı bulamayan insanlar vardır. Maddiyat yüzünden dünyada sosyal eşitliğin olmadığını anlatan romanlar, dikkat çekici boyuttadır.

Biz Varız (1998) romanında, gecekondu mahallesinde yaşayan beş arkadaşın maceraları konu edilmiştir. Yoksulluklarının farkında olan bu çocuklar, kendilerinden daha iyi ekonomik şartlarda büyüyen akranlarının durumlarına imrenirler ve bu dünyanın adaletsiz bir dünya olduğuna karar verirler. Adaletsizlik duygusu, onları karamsarlığa sürüklemez. Hatta daha iyi şartlarda büyüyen akranlarına oranla daha şanslı olduklarını düşünürler. Becerilerinin, hayat tecrübelerinin onları daha da olgunlaştıracağının farkına varırlar. Zengin ailelerin çocuklarının hayatı kolay sandıklarını, bu nedenle de onların ileriki yaşamlarında mutlaka tökezleyeceklerini düşünmektedirler. İçlerindeki iyimser duygu, ekonomik şartların yol açtığı eşitsizlik duygusuyla savaşmaktadır ve iyimserlik galip gelmektedir. Fakirliklerinden utanmayan çocuklar, eser boyunca önemli olanın eşitliği sağlamak olduğuna inanmaya çalışırlar.

Maddi bakımdan çevredeki insanlardan kötü durumda olan bu çocuklar, aslında bu duruma içerlemektedirler. Onların yukarıda belirtilen düşünceleri, bulundukları durumdan mutlu olmanın yolunu arama çabasıdır.

Yoksullukları ile ön plana çıkmış bu çocuklar, eğlenmek için bir roman yazmaya karar verirler. Romanlarında uzaylılar tarafından kaçırılır ve eğitilirler. Eğitimlerinin aralarında, bu yeni gezegeni de keşfe çıkarlar. Keşif günlerinden birinde, yeni tanıştıkları uzaylı canlıların müthiş bir eşitlik anlayışı olduğuna şahit olurlar:

“Sorduk, yoksulluk yok mu bu dünyada?

- Yok, dediler. Ne demek o?

-Yani herkes her şeyi alabiliyor mu?

-Elbette alıyor, niye almasın?

-Peki zengin, fakir farkı?

Kaç kişiye sordum, sorumu anlamadılar.

-Ne demek istedin sayın konuk?

-Yani bizde kimi insanların kazancı az olur, her istediğini alamaz.

-Aa, ne ayıp, olur mu öyle şey?Alanlar nasıl rahat ediyor peki?

Söyleyemeye utandık, bizim dünyamızda milyonlarca insan açlık çeker. Çok kötü evlerde oturur. Çocuklar bakımsızlıktan ölür. Zenginlerin kılı kıpırdamaz.” (Apaydın, 1998a:

76)

Çocukların kendi dünyalarındaki eşitsizliği anlatmaktan utanmaları, dünyalarındaki adaletsizliği fark etme biçimleridir. Hayallerindeki eşit hakların olduğu dünya ile kendi dünyaları arasında büyük farklar vardır. Bu çocuklar, hayalini kurdukları eşitlik fikrini, yetişkin birer birey olduklarında uygulayacaklarına dair birbirlerine söz verirler. Romanda ideal bir devlet ve dünya düzeni konusunda bu şekilde gizli yönlendirmeler bulunmaktadır. Adil bir dünya düzeni için bencilliğin, çıkarcılığın silinmesi gerektiği, defalarca dile getirilmektedir. Ancak bu şekilde tüm insanların mutlu olacağı bir dünyanın kurulacağı ifade edilmektedir.

Merdiven (1998) romanında, yoksul çocuklarla durumu iyi çocukların arasındaki zıtlık, alım gücü arasındaki adaletsizlik dile getirilir. Kantin önündeki kuyruğa dikkat çeken yazar, kimi çocukların istedikleri her şeyi elde edebildiklerinden; kimilerinin de onlara uzaktan bakmakla yetindiklerinden bahseder. Yazar, yoksullar ile yoksul olmayanlar arasındaki farka vurgu yaparken sosyal adaletsizliğe dikkat çeker ve bu durumun düzeltilmesi için devlete iş düştüğünü belirtir. Devletin tüm çocuklara eşit olanaklar sağlaması gerektiğine, özellikle eğitim konusunda herkese eşit fırsat tanınmasının daha adil olacağına vurgu yapılır. Sosyal düzenin ve adaletin ancak bu şekilde sağlanabileceği, herkesin eşit şartlara ancak bu şekilde ulaşabileceği anlatılır.

Yine aynı romanda, sınıf başkanı yaramazlık yapan öğrencilerin adlarını tahtaya yazar. Derse gelen öğretmen, tahtada adını gördüğü öğrencilerin ellerine cetvelle vurur.

O gün konuşmadığı halde Hasan’ın da adı tahtadadır. Aşağı yukarı her gün cetvelle şiddet gören Hasan, o gün de daha öğretmen cetvelini bile çıkarmadan onun yanına gidip elini uzatır. Öğretmenine, o gün gürültü etmediğini; ama yine de cetvelle kendisine vurulmasını istediğini söyler. Öğretmen şaşırınca sınıftan başka bir öğrenci açıklama yapar. Öğretmen, başkanın sözüne inanıp tahtada yazan isimleri sorgusuz sualsiz cezalandırdığı söylenince, sınıf başkanını değiştirmeye karar verir. Bu sefer adil bir oylama yapılır ve en çok oyu alan başkan olur. Roman, adaletsiz bir yapıya müdahale eden ve kendi hakkını arayan Hasan’ı konu edinir. Düzene isyan eden Hasan, sonunda adil bir düzene erişir. Romanda, adaletin gerekliliği ve adil olmanın önemi gösterilmeye çalışılmıştır.

Mutluluk Mağarası (1986) romanında dünyanın adaletsizliğinden, insanların adil düşüncelere ve davranışlara sahip olmadıklarından bahsedilir. Rüstem ve Ali, tarihî eser kaçakçılarıyla karşılaşırlar. Kaçakçılar, eserleri Ali ve Rüstem’e bırakıp kaçarlar.

Eserlerin çuvallarda olduğunu bilmeden, tüm çuvalları kendilerinin sanıp taşırlar.

Jandarmalar, Ali ve Rüstem’in çuvallarını aramak isterler. Tarihî eserleri çuvallarda bulduklarında onları kaçakçı zannederler ve hapishaneye gönderirler. Hapishane gardiyanı onların suçsuz olduğuna inanmaz. Hapishaneye gelen herkesin kendisini suçsuz addettiğini söyler. Gardiyan, bazı insanların sokaklarda süslü giysiler içinde dolaştıkları halde suçlu olduklarını; kılığı kıyafeti diğer insanlara oranla daha kötü halde olanların ise suçsuz olsalar bile suçlu muamelesi görebildiklerini dile getirir. Ali ve Rüstem’e kılık kıyafetlerine dikkat etmeleri konusunda öğütte bulunur. Rüstem ise gardiyanın sözlerine alınır. Önemli olanın kılık kıyafet değil insanlık olduğu konusunda kendi kendine söylenir. İnsanları giyimlerine göre tartıp yargılayanların, kendi gözünde en alçak yaratıklar olduğunu söyler. Gardiyanla ters fikirde olmalarına rağmen hapishaneden çıkmaları gardiyanın elinde olduğu için düşüncelerini ona söylemekten vazgeçer. Yine de gardiyana acıdığını dile getirir. Cahil oldukları için kimseyi hor görmemek gerektiğini de ekler.

Romanda kısa bir yer kaplayan bu olaylar, maddi olarak donanımlı insanların, yaptığı hataları örtme olanağı olduğu fikrini akla getirici niteliktedir. Adaletin gerektiği gibi işlemediği, maddiyatın bazı kusurları örtebileceğinin üstü kapalı bir şekilde de olsa anlatılıyor olması, olumlu bir aktarım sayılamaz. Okuyucu, eşitlik duygusundan yoksun bir zihniyetin temellerini atacak şekilde yönlendirilmektedir. Rüstem, gardiyanın sözlerine karşılık vermek yerine daha sonra kendi kendine söylenmeyi tercih eder.

Kişileri giyimlerine göre yargılamanın yanlış olduğunu söylemesi, doğru bir davranıştır.

Fakat gardiyanın adalet duygusunun maddiyat ile zedelenebileceğini ifade eden sözleri, düzeltilmeye muhtaçtır. Gardiyanın sözlerini düzelten; düşüncelerinin yanlış olduğunu, adaletin ve yargılamanın herkesi eşit tuttuğunu anlatan bir tavır içine girilmemiştir.

Rüstem’in bahsettiği şeyler, insanın iç dünyasının daha önemli olduğu ve giyim, kuşamın aldatıcı olduğudur.

Eşitlik kavramından yola çıkarak sözü adil olmaya, adaletin gerekliliğine getiren romanlar vardır. Müjdeci Hüsnü (1986) romanı bunlardan biridir. Roman, adaletin ne olduğu, nasıl gerçekleştiği konularında bir sorgulama içermektedir. Romanda Kama Davut adında bir kahraman vardır. Onun ölümü tüm köy halkını bir sorgulamanın içine sokar. Davut, gençliğinde neredeyse her gün birilerini dövmüş, hatta bundan hoşnut

kalmış, defalarca hapse girip çıkmış biri olarak tasvir edilmektedir. Yaşlandığında da gücü yettiği oranda huysuzluk çıkarmıştır. Uzun süre hasta yatağında ölüme karşı mücadele etmiş, sonunda yenik düşmüştür. Aylarca süren bu ölüm kalım savaşı, köylüyü adaletin nasıl işlediği konusunda derin düşüncelere sevk etmiştir. Davut’un, bu dünyada ettiği tüm kötülüklerin cezasını bu şekilde çektiğini düşünenler vardır.

Müjdeci Hüsnü, onun ölümünün haberini insanlara müjde olarak vermek ister.

Köyde kimsenin sevmediği Davut’un ölümünün herkesi mutlu edeceğini düşünür. Sonra bir ölümün hiçbir şekilde kimseyi mutlu etmeyeceğini, etmemesi gerektiğini fark edip bu düşüncesinden utanır. Ölen kişi Davut bile olsa, bu yapacağı adil ve ahlaklı bir davranış olmayacaktır. Bunları düşünürken yanına yaklaşan komşu Elif, Davut’un kötü bir adam olduğunu, bu nedenle de Allah’ın onu cezalandırıp ona çok dert verdiğini söyler. Bu sözlerde kötülük yapan bir insanın mutlaka ceza çekeceğine duyulan inanç dile getirilmektedir:

“ Kama Davut’un kötülükleri, onu bunu üzüşü, döğüşü4 bir bir anlatılıyordu. Bu adamın öteki dünyada da çekeceğini, Cehennem’e gideceğini anlatıyordu büyükler. Daha çok çocuklara, gençlere anlatıyorlardı. Onların kötülüklere sapmaması, kötülüklerin sonunun işte böyle olacağını söylüyorlardı.” (Cılga, 1986: 163)

Sözlü ve yazılı hukuk kuralları bu toplumsal görevi yerine getirmek için vardır.

Davut, işlediği suçların cezasını hapse girerek çekmiş bir karakterdir. Tüm suçları için cezasını çekip çekmediği bilinmese de hak ettiği şekilde cezalandırıldığı ortadadır.

Ayrıca belirtilmelidir ki burada kanun önünde cezasını çekse de bu kötülüklerinin ayrıca öbür dünyada da cezalandırılacağı vurgulanmaktadır. Bir suç işleyenin hak ettiği cezayı alacağının savunulması uygun bir aktarımdır. Romanda dinin, bir cezalandırma mekanizması olarak gösterildiği görülmektedir. Suç işlemiş bir insanın kesinlikle cehenneme gideceği inancının dayatılması söz konusudur. Suça bulaşmış birinin, adalete uygun bir şekilde cezalandırılması doğrudur; fakat bu durum, dinî bir kavram ile bütünleştirildiğinde, suç ve onun cezası, insanoğlunun karar veremeyeceği kesin bir hükme bağlanmış olur.

Romanda, bu tür bir cezalandırmanın özellikle çocuklara ve gençlere anlatıldığının vurgulanması, yaşı küçük insanları suç işlemekten alıkoymaya çalışıldığı düşüncesini akla getirmelidir. İyimser bir tavırla varılan bu sonuçta, adaletin eninde sonunda sağlanacağı söylenmektedir.

4 Sözcüğün doğru yazımı ‘dövüşü’ şeklindedir.

Lades (1997) adlı roman, Metin adındaki Almanya’da yaşayan bir çocuğun yazarlık denemelerini anlatmaktadır.Onun yazdığı öykülerden birinde, dinî bir inanış gereği Osterhase5 adındaki bir tavşanın çocuklara hediyeler getirmesi anlatılır.

Almanya’da yaşayan Şirin adlı küçük bir kız, Osterhase’in Alman çocuklarına getirdiği gibi kendisine de bir sepet dolusu çikolata getireceğine inanır. Bütün sene boyunca kendisinin de uslu ve çalışkan olduğunu, ondan gelecek hediyeleri diğer tüm Alman arkadaşları gibi hak ettiğini düşünmektedir. Gerçekte böyle bir canlının olduğuna inandığı için anne ve babasına bu hediyeleri ne zaman alacağı konusunda sorular sorar.

Aldığı cevaplar kendisini tatmin etmediğinde kendi hediye sepetini aramaya dışarı çıkar. Okul arkadaşı Bernd ile karşılaşır ve ikisi beraber arayış içine girerler. Şirin, en az Bernd kadar hediyeyi hak ettiğini düşünmektedir; çünkü okulda okumayı yazmayı en önce o öğrenmiştir. Aramaları gittikçe yarışa dönüşür. Şirin ağacın dalına asılı sepeti bulduğunda çok sevinir. Sepeti ağaca Bernd’in babası koymuştur. İki çocuğun da ağlaması üzerine Bernd’in babası duruma müdahale eder. Sepetin kendi oğlunun hakkı olduğunu iddia eder ve Şirin’in elinden sepeti zorla almaya çalışır. Küçük bir tartışma çıkar ve o sırada Bernd’in babası Şirin’in saçını çeker ve bir tutam saçını koparır. Şirin’i hırsızlıkla suçlar. Olayı polise anlatacağını söyler. Şirin daha çok korkar ve sepetten vazgeçer. Sepeti geri alan baba mutludur; fakat Şirin, canı yandığı için mutsuz olur.

Metin’in yazdığı bu öykü, annesinin tepkisini çeker. Annesi, öykünün sonunun bu şekilde mutsuz ve eşitlikten uzak olmasına itiraz eder. Alman insanlarının, oğlunun aktardığı kadar kötü insanlar olamayacağını, öykünün sonunun değişmesi gerektiğini belirtir. Metin sinirlenir, Almanya’da yaşamalarına, bu gelenekten haberdar olmalarına rağmen, anne ve babasının da kendilerine böyle hediyeler vermediklerini, aslında bu durumdan şikâyetçi olduğu için böyle bir son hazırladığını anlatır. Kendi arkadaşlarının da aslında Bernd gibi davrandığını, çikolatalarını kendisiyle paylaşmadığını; bu durumun onu üzdüğünü söyler. Yine de annesinin sözünü dinleyerek öykünün sonunu değiştirir. Aynı şekilde başlayan öyküde, Bernd’in babası bu sefer sakin bir insandır.

Sepeti geri almaya çalışmak ve Şirin’in canını yakmak yerine, onun da bir çocuk olduğunu fark eder. Şirin’in babası da olaya katılır. Anneler de gelince dört yetişkin konuşup çocuklar için bir sepet daha hazırlarlar ve iki çocuğun da kendine ait birer sepeti olur. Herkes mutlu olur. Osterhase’in uslu ve çalışkan olan her çocuğu

5 Osterhase sözcüğü romanda geçtiği şekilde aktarılmıştır. Sözcük, ‘Paskalya tavşanı’

olarak bilinmektedir.

ödüllendirdiğini, Alman - Türk gibi bir ayrıma gitmediği dile getirilir. Yaklaşan Ramazan Bayramı’nda da bol bol çikolata yiyeceklerini öğrenen iki çocuk, günün sonunda mutludurlar. Bütün sene boyunca uslu ve çalışkan olmalarının ödülünü almışlardır. Öykünün bu şekilde değiştirilmiş olması, Metin’in anne ve babasını çok mutlu eder. Metin ailesine bu öyküde anlattıklarının gerçek hayatta da var olmasını istediğini söyler. İnsanların öyküdeki gibi eşit ve adaletli olmayı başararak yaşadığında, tüm toplumların mutlu olacağını söylemesiyle öykü sona erer. Metin’in yazdığı on öyküden biri olan bu öyküde, son kısım değiştirilerek anlatılmak istenen şey, eşitlik olduğu sürece insanların mutlu bir şekilde yaşayacakladır.

Güzeldi O Günler (2000) romanında da adalet için uğraşan çocuklar vardır.

Oyun oynayan çocuklar oyunun sonunda bir ödül kazanmak için uğraşırlar. Bu ödülü elde edebilmek için yarışan çocuklar adil olmaya gayret ederler; ancak onların adillikten anladıkları başkasının hakkını yememek değil, kendi hakkını başkasına yedirtmemektir.

Romanda, kendi hakkını korumanın, başkasının hakkını korumak kadar önemli olduğu belirtilir.

Altın İkizler (1999) romanında Erdal ve Serdal, yaşlı bir adamın verdiği elmanın kerameti sonucu dünyaya gelmiş iki kardeştir. Elmayı veren yaşlı adam, Erdal’ı kendisine yardımcı olması için aileden alır. Aile bu durumdan memnun olmasa da çocuklarının bu adamla gitmesine itiraz etmez. Yaşlı adam her gün Erdal’ı ağır işlerde çalıştırır, ona eziyet eder. Adamın kötü biri olduğuna kanaat getiren Erdal, ondan kurtulmak için türlü yollar arar. Erdal’ın yardımına Kurukafa yardım eder. Kurukafa, Erdal’a yaşlı adamı yakarak öldürmesini ve ortaya çıkacak anahtarla da kaçmasını öğütler:

“Bütün gücümle ihtiyarı tandıra ittim. Bağırmaya başladı. Çıkmaya çabaladı.

Kurukafa’nın dediğini yaptım. Ağır ve koca sacı tandıra kapadım. Sesi çıkamaz oldu. Tuhaf bir et kokusu mağarayı doldurdu. Mumdan bir insan maketi gibi gözlerimin önünde eriyip yandı.

Acıma hissetmedim. Öylesine rahatladım ki. Üzerimdeki yük inmişti artık. Özgürdüm.

Sevinçliydim. Tandırın yanına uzandım. Uyudum. Günlerdir süren uykusuzluğum gitmişti.

Uyandım. Zindeydim. Mutluydum. Rahattım. Tandırın üzerindeki sacı kaldırdım. Geriye bir yığın kül vardı.” (Çiçek, 1999: 21).

Halk hikâyelerinden esinlenerek yazılmış bu romanda, Erdal’ın yaşlı adamı öldürmesi ve rahatlaması, kötü insanların yaptığı zulümlerin cezasını mutlaka çekeceklerini gösterir. Adaleti sağlamanın ve kendisine zulüm yapanı cezalandırmanın verdiği rahatlama duygusu dile getirilmiştir.

Erdal’ın bu duyguları, insan öldüren bir çocuğun dehşete kapılmasından tamamen uzaktır. Bu açıdan değerlendirildiğinde olumsuz bir örnek sayılacak bu paragraf, adaletin sağlandığının gösterilmesi bakımından önemlidir.

Altın Ekin (1979) romanının ana karakteri Erdeli, ister kendi hakkı için olsun ister toplumun yararı için olsun tüm adaletsizliklere karşıdır. Herkesin birbirine eşit olduğunu, kimsenin ayrıcalık taşımadığını savunur.

Erdeli ve ailesi, Erdeli ortaokula gidebilsin diye köylerinden Cihanbeyli’ye göç ederler. Okula yazılma günü gelip çattığında Erdeli, babası ile birlikte erkenden sıraya girer. İlk gelen onlardır. Okulun müdürü, okula geldiğinde kayıt işlemleri başlayacaktır.

Müdür ile birlikte kaymakam ve subay da çocuklarını kaydettirmek için gelirler. Sırada bekleyenleri umursamadan müdür ile birlikte içeri girerler. Erdeli bu eşitsizliğe ve ayrımcılığa son derece sinirlenir. Odaya girer ve okula kayıt olmak istediğini söyler.

Müdür, kaymakam ve subayın çocuklarını kaydetmesinin ardından Erdeli ile ilgileneceğini söylediğinde Erdeli itiraz eder. En önce kendisinin geldiğini, önce kendisinin kaydolmasının en adil davranış olduğunu söyler. Kaymakam ve subay şaşkındır. Önce Erdeli’nin kaydolması konusunda ses çıkarmayacaklarını belirtirler.

Erdeli buna da itiraz eder. Onların en son geldiğini; dolayısıyla dışarıda bekleyen insanlardan sonra kayıt olabileceklerini söyler. Erdeli adalet peşindedir. Ayrımcılığa

Erdeli buna da itiraz eder. Onların en son geldiğini; dolayısıyla dışarıda bekleyen insanlardan sonra kayıt olabileceklerini söyler. Erdeli adalet peşindedir. Ayrımcılığa