• Sonuç bulunamadı

Şiir, Arap toplumunda kelamın en üst seviyesi olarak kabul edilmektedir. Araplar şiiri, Câhiz’in tabiriyle; “en güzel ve en değerli ipekli kumaşlardan yapılmış rengârenk işlemeli elbiseler” (Yalar, 2002: 104) olarak tanımlar. Hatta Câhiz, şiir konusunda daha da ileriye giderek, şiirin sadece Araplara özgü bir meziyet olduğunu bile söylemiştir (Yalar, 2002: 105).

Cahiliye döneminde şiir, şarkı olarak ortaya çıkmıştır. Bu anlamda Arap şiirinin ilk dönemlerinde şiirin güzel okunması gerekliliği, şairin yazdığının değil, ifade ediş biçiminin önemli olduğunu gösterir. Cahiliye şiiri “söz-vezin ve ritim üçgeninde vücuda gelmiştir” (Erkal, 2009: 8). Bu üçgenin bir sonucu olarak şiirde düşünceye değil daha çok şiirsel bir anlatıma gerek duyulmuştur. Cahiliye şairi şiirini oluştururken “yaşamsal, ilkesel ve ahlaki olanı özgün bir tarzda sunması” (Adonis, 2014: 14) gerektiği bilincindeydi. Bu sunumun şiirsel olması şairin değerini artıran bir başka unsur olarak dikkat çeker. Şair, sadece iyi şiir yazan değil, şiirini en güzel şekilde terennüm eden de olmak zorundaydı. Şiir ne kadar güzel okunursa etkisi de o ölçüde büyük olacaktı. Şairin şiir ile amacı, dinleyeni etkilemek ve dinleyenin ruhunda oluşturduğu etki ile şiir gücünü test etmekti (Adonis, 2014: 15).

Cahiliye poetikası sözellik üzerinde duran bir anlayışa sahipti. İbn Haldun Mukaddime adlı eserinde sözellik kuramını “Araplar şiiri, kabiliyet ve fıtratlarıyla okuyup şarkılaştırdılar. Ellerinde şiiri düzenleyen kuralları yoktu. Bu konuda zevk ve duygularına güveniyorlardı” (Adonis, 2014: 20) sözleriyle tanımlar. Bu bağlamda Cahiliye poetikasının “dinletme ve eğlendirme estetiğine” (Adonis, 2014: 26) dayandığını söylemek yanlış olmaz.

Cahiliye şiirinin sözellik dışında en önemli öğesi kafiyedir. Araplar kafiyeyi, şiirde ritmi kurmaya yarayan temel öğe olarak görürler. Arap edebiyatında vezin ve kafiye şiirin özü olarak kabul görmüştür. Vezin ve kafiye şiirde ritmi sağlamaktadır ve şiirin şarkı olarak okunmasında ahengi sağlayan unsur olmasının yanında şiirin dinleyeni etkilemesinde de önemli bir role sahiptir (Adonis, 2014: 15).

İslamiyet’in doğuşu ile birlikte Araplar şarkıdan şiire geçmişlerdir. Özellikle “Kur’an metnini incelemeye yönelik olarak Araplarda ‘nahiv’, ‘tefsir’ ve ‘belagat’ bilimlerinin çok ileri düzeye ulaştığı açıktır ve bu bağlamda şiire ilişkin teorik yapıtlar da önemli bir yer tutar” (Karaca, 2010: 41). Bir anlamda poetik çalışmaların Kur’an ile başladığı söylenebilir. Kur’an üzerine yapılan çalışmalar aynı zamanda şiire ilişkin çalışmaların başlamasına da öncülük etmiştir. “Kur’an araştırmaları metin incelemesinde yeni eleştiri esasları, hatta estetik için yeni bir ilim ortaya koymuştur” (Erkal, 2009: 9). Kur’an bir anlamda Cahiliye dönemindeki “sözellikten yazıya, sezgisel ve doğaçlama kültürden gözlem ve düşünce kültürüne” (Adonis, 2014: 39) geçişin sembolüdür.

Kur’an yorumlama usullerine ağırlık verilmesi, aynı zamanda Cahiliye şiiriyle dilsel ve düşünsel yönü itibariyle karşılaştırılması ilk şiir teori çalışmalarını da beraberinde getirmiştir. “İslam düşüncesinde ortaya çıkan ilk entelektüel alanların dil, edebiyat ve şiir” (Gemuhluoğlu, 2009: 111) olduğu bu açıdan poetik çalışmaların da Arap edebiyatı için bu dönemde başladığını söylemek yanlış olmaz.

İbn Sîrîn şiiri kavramsal açıdan ilk tanımlayan kişidir. İbn Sîrîn bu tanımında kafiyeyi ön plana çıkarır ve sözde güzel olanın şiirde de güzel kabul edilmesi gerektiğini, sözde kötü olanın ise şiir olamayacağını belirtir (Yılmaz, 2005: 39). Halil b. Ahmed ise “Cahiliye şiirinin müziğini incelemiş ve şiirin vezin kurallarından söz eden ve adına aruz ilmi denilen bilimi geliştirmiştir” (Erkal, 2009: 10).

Kur’an metni ile Cahiliye şiirinin karşılaştırıldığı ilk eserlerden birisi de Ebû Ubeyde’nin Mecâzu’l-Kur’an adlı kitabıdır. Bu çalışma ile Ebû Ubeyde’nin sanatsal formlar ve anlatım tarzlarını ele alan eleştiriye zemin hazırladığı söylenebilir (Adonis, 2014: 39). Ebû Ubeyde eserinde belagat konularına da değinmiştir. Bu eser, “edebî sanatlara ilişkin kavram ve terimlerin ilk örnekleri” (Gemuhluoğlu, 2009: 114) olarak kabul edilir.

El-Ferrâ’nın Meâni’l-Kur’an adlı eseri de Kur’an’ı dil ve edebiyat bakımında inceler. Bu incelemeyi yaparken Cahiliye şiirinden örneklere de yer verir ve açıklamalarını şiirlerle desteklemeye çalışır.

Câhiz, Kur’an’ı mecazî dil açısından inceler. Ayrıca Kur’an’ın vezin meselesine de değinir ve “bu vezinlerle şiir vezinleri arasında en ufak bir ilişki olabileceği görüşünü reddeder” (Adonis, 2014: 40).

Kur’an ve Cahiliye şiirini karşılaştıran, bunun yanında Kur’an’ı dil ve edebiyat yönünden inceleyen birçok eserin ismi burada zikredilebilir. Ancak yapılan bu çalışmaların özünün Arap edebiyatında iki farklı ekole zemin hazırladığı görülmektedir. Bu ekollerden ilki Kudema ekolüdür. Kudema b. Ca’fer’in Aristo ve Yunan felsefesinden etkilenerek oluşturduğu anlayışa göre şiir; “bir maksadı ifade eden vezinli ve kafiyeli söz” (Yılmaz, 2005: 41) anlamına gelir. Bu tanımdan hareketle Kudema şiiri konularına göre gazel, medih, hiciv, mersiye ve tasvir olarak tasnif etmiştir. Kudema b. Ca’fer’in şiir anlayışına göre vezin ve kafiye tek başına şiiri güzelleştirmez. Bu iki unsurun yanında şiirin fesahat, belagat ve bedii sanatlarını açısından da zengin olması gerekir. Bu sanatlarla birleşen şiir güzel olmakla kalmaz mükemmele de ulaşır.

Kudema ekolünün en önemli temsilcisi olan İbn Haldun ise şiiri şu şekilde tarif eder; “şiir, istiare ve tasvir sanatı üzerine kurulmuş, aynı zamanda vezin ve kafiyeli, beliğ bir sözdür” (Yılmaz, 2005: 42). İbn Haldun şiirde vezin ve kafiyenin özel kalıplara sahip olduğunu ve bu kalıplar sayesinde sözün şiir olduğunu savunur. Bu kalıplardan yoksun bir şiir sadece manzum sözdür.

Arap şiirinde ikinci ekol Farabi ekolüdür. Cahiliye şiirinden yola çıkan Farabi muhâkât (taklit) ve tahyil (hayal) unsurlarına önem vermiştir. “Şiirin özünde teşbih sanatının yattığını söyleyen Farabi, lügat anlamı itibariyle mühâkâtı teşbih ile eşdeğer tutarak, sonuçta şiirin vezinli teşbih olduğu fikrini ortaya atmıştır” (Yılmaz, 2005: 43).

Farabi şiiri değerlendirirken çağdaşlarının aksine meseleye sadece Arap edebiyatı penceresinden bakmamıştır. Bunun en önemli göstergesi Arapların şiirin temel unsuru olarak gördüğü kafiyeyi bu şekilde değerlendirmemesidir.

Farabi ekolünün önemli temsilcisi İbn Sinâ, şiiri tanımlarken hayali ön plana çıkarır. Şiirde kafiyenin zorunlu olmadığını vurgulayarak Farabi’nin görüşünü destekleyen İbn Sinâ, vezinsiz ve kafiyesiz şiirin de olabileceği görüşündedir. Fakat Arap şair ve yazarlar bu görüşe karşı çıkarlar. Kafiye ve veznin şiirin esas unsurlarından olduğunu belirtir ve kafiyesiz ve vezinsiz şiirin eksik olduğu görüşünü savunurlar.

Arap şiir poetikasında Ebu Nuvâs’ın şiiri önemli bir yere sahiptir. Adonis Nuvas’ın şiirini; “çöle karşı bütün değer ve simgesiyle şehir-medeniyet boyutu” (Adonis, 2014: 84) olarak tanımlar. Nuvas’ta yazılı poetikanın zengin ve kapsamlı bir örneği görülür.

Arap edebiyatında poetikanın ortaya çıkışı Aristo’nun eserinin tanınması ile başlar. Araplar Poetika’nın tercümelerinden yola çıkarak Arap şiirinin teorik yönden gelişmesini sağlamışlardır. İslam âlimleri, Aristo’nun Poetika adlı eserini ya olduğu gibi çevirmişler ya da ondan etkilenip yeni poetikalar yazmışlardır. Bu eserlerden biri, el- Kindî’nin buyitkya biçiminde yazdığı Eş-Şi’r’ (Şiirle ilgili) adlı eseridir. İbn Rüşd’ün Kitabu’ş-Şi’r adlı çevirisi, Aristo’nun eserinde çizdiği çerçeveyi Arap şiiri için uygulamaya çalışır. Farabi, Risale fi Kavânini Sınâ’ati’ş-Şi’r adlı eserini Aristo’nun eserinin daha iyi anlaşılmasını sağlamak için kaleme almıştır. Yine Farabi ekolünden olan İbn Sinâ da Aristo’nun eseri hakkında yazdığı kitabına Fennu’ş-Şi’r (Şiir Sanatı) adını vermiştir (Karaca, 2010: 39).

Suriyeli Nusayri bir şair olan Adonis’in (Ali Ahmed Said) 1984 yılında Fransa’da vermiş olduğu konferanslarından derlenen notların yer aldığı ve Arap Poetikası adını taşıyan kitap, Arap poetikasının Cahiliye döneminden itibaren kendi zamanına kadar gelen sürede yaşadığı değişimleri anlatması bakımından önemlidir. Adonis, Arap şiirinin vezin ve kafiyeye dayalı, içerik ve amaç bakımından kutsal bir gayeye hizmet etmesi gerektiğine inanılan bir şiir olduğu görüşündedir.

1.3.2. Fars Şiir Poetikası

İslamiyet’in kabulü ile başlayan süreçte şiire bazı sınırlar çizilmiştir. Özellikle Kuran’ın ilk nazil olmaya başladığı dönemde şairlerin sözleri ile Kur’an ayetlerinin karıştırılmaması hususuna vurgu yapılmıştır. Bu noktada helal şiir ve haram şiir ayrımına gidildiği görülmektedir. “Kaynağı İlham-i Rabbâni olan şiir hikmet taşırken kaynağı nefsânî olan şiirde sihir özelliği vardır” (Kılıç, 2004: 24) anlayışı hâkimdir.

Kuran’ın incelenmesi ile başlayan bu poetik süreç yeni bir anlam havuzu oluşturur. Bu havuz tasavvuftur. Tasavvufî din anlayışını benimseyen milletlerin edebiyatlarındaki müştereklik bunun en önemli kanıtıdır. Özellikle İran ve Divan şiir geleneği arasındaki münasebet bu birlikteliği ortaya çıkarması açısından önemlidir.

Tasavvufî anlayışın “poetik alt yapısını oluşturan en önemli isim İbn Arabî’dir” (Gür, Koçakoğlu, 2009: 91). İbn Arabî’nin eserlerinde şiire dair görüşleri tasavvufî anlayışın temelini oluşturmaktadır.

Tasavvufî şiir anlayışının temelinde zahirî ve batınî âlem vardır. Bunlar duyularla bilinen, yani herkesin algılayabileceği âlem ve; insanların kalp gözleriyle görebilecekleri âlemdir. Bu kalp gözünü açacak olan da kutsal kitaplardır. Tasavvufî anlayışta sûfî, diğer insanlardan farklı olarak bambaşka bir âlemin görüntüsüne ulaşmıştır. Sûfî’nin amacı; “duyuların ve insan aklının yetersizliğiyle örülmüş hayal perdesini kaldırmak, fiziksel dünyanın ötesini algılamak, böylece hakikate, varoluşun özüne erişmektir; bu da Allah’ın tecrübî veçhidir.” (Andrews, 2008: 87).

İran şiirinin ilk zamanlarında şairler daha basit mazmunlar ve anlaşılması kolay ifadeler kullanırken ilerleyen dönemlerde, özellikle tasavvuf felsefesinin hâkim olmasıyla birlikte anlaşılması daha zor bir şiir anlayışı ön plana çıkmıştır. Divan şiiri, Arap şiirinden ziyade İran şiirinden etkilenmiş ve bu şiirde hâkim olan tasavvuf anlayışı Divan şiirinin temelini oluşturmuştur. İran şiirinin en önemli özelliği tasavvufî ve felsefi olmasıdır. Bu tasavvufî anlayışın gelişimini Nasrullah Pürcevâdî şu şekilde tanımlamaktadır: “İran şiirinin şekillenişinin ilk aşamalarında, h.5/m.11. yüzyıla değin, İran şiiri genel olarak sûfiyâne yönden yoksundu, fakat h.4/m.10. yüzyılın ortalarından ve 5. yüzyıldan başlayarak sufi şeyhleri, şairlerin şiirlerinden ve bu şiirlerdeki teşbih ve istiarelerden kendi maksatları için yararlanmışlar ve bu şekilde bu kelimelerin anlamlarında bir evrilme yaşanmasına neden olmuşlardır. Bu evrilme, hem İran edebiyatı tarihinde, hem de İran tasavvuf tarihinde önemli bir olaydı. İran şiiri, elbette büyük bir bölümü, 5. yüzyıldan başlayarak sufiyane anlam ve sırları dile getirmek için bir araç durumuna geldi ve giderek sûfiye şair ve şeyhleri, dili şiir dili olan bir felsefe inşa ettiler” (Pürcevâdî, 1998: 132). Nasrullah Pürcevâdî ayrıca İran şiirine âşıkane şiir yakıştırmasını yapar. Tasavvuf ile beraber konusunu aşktan alan şiir, İran edebiyatında önemli şairlerin doğmasına vesile olmuştur. Bu şairler aynı zamanda Divan edebiyatı şairlerini de fazlasıyla etkilemiştir. Firdevsî, Ferîdüddîn-i Attâr, Nizâmî, Hâfız, Senaî, Molla Camî, Sâdi ve Ömer Hayyâm İran şiirinin en önemli şairlerindendir.

İran şiirinde poetik yaklaşıma sahip eserlerin tezkireler ve mesnevilerin bazı bölümlerinde yer alan şiire dair görüşlerden ibaret olduğu görülür. İran edebiyatında ilk tezkire örneği, Nizâm-i Arûzî’nin Çehar Makale isimli eseridir. Arûzî, bu eserinde şairlik yanında birçok meslek grubu hakkında bilgi verir. Eserin özellikle ikinci

bölümünde şairlik mesleğine dair görüşlerin yer alması poetika açısından önemlidir. Arûzî bu bölüme “Der-mâhiyyet-i ‘ilm-i şi‘r ve salâhiyyet-i şâ‘ir” (Çetindağ, 2005: 146) adını vermiştir. Arûzî tezkirede şiiri bir ilim olarak gördüğünü ve şairin bu ilme sahip olabilmesi için çeşitli özelliklere ve bazı bilgilere vakıf olması gerektiğini söyler. Ayrıca iyi bir şair olmanın vasıfları arasında “şairin gençliğinde eski şairlerden yirmi bin beyit ezberlemesi, sonraki şairlerden ise on bin beyitlik şiiri kendine örnek olarak alması” (Çetindağ, 2005: 149) zikredilir.

İranlı şair, Emir Devletşah, Farsça kaleme aldığı şairler tezkiresinde, hünerli şairlerin şiirdeki fikir ve manayı ortaya çıkarabileceğini söyler. İyi şiirin temelinde biçim ya da şekil güzelliğinden ziyade mana derinliği vardır. (Kılıç, 2004: 30). Hz. Muhammed’e belagat ve fesahat mucizesinin Allah tarafından verildiğini söyleyen Devletşah ayet, hadis ve din büyüklerinin söylediklerine dayandırdığı cümlelerle şiirin caiz olduğunu ispatlamaya çalışır (Erkal, 2009: 17).

Bahsi geçen şairlerin dışında İran edebiyatının önde gelen şairleri arasında yer alan Ferîdüddîn-i Attâr, Abdurrahman-ı Câmî, Hâfız-ı Şîrâzî de poetikalarında şiirde mananın ehemmiyetine değinmişlerdir. Tasavvuf anlayışı ile yoğrulmuş İran şiiri bu yönüyle Klasik Türk şiirine de tesir etmiştir.

Arap ve Fars edebiyatı özellikle İslamiyet ile tanıştıktan sonra şiire tasavvufî bir pencereden bakmaya başlamış ve bu sûfizm birçok şairi etkileyerek şiirin temel felsefesi haline gelmiştir. Dönemin poetika anlayışı, şairlerin poetika niteliği taşıyan beyitlerinden ya da tezkirelerde yer alan şiir ve şair ile ilgili görüşlerinden elde edilmektedir.

Benzer Belgeler