• Sonuç bulunamadı

1.5. Poetikanın Kavramsal Çerçevesi

2.2.2. Şair ve İlham

Şiir söylemenin doğuştan gelen bir yetenek mi yoksa sonradan çalışarak kazanılan bir haslet mi olduğu tartışması günümüze kadar gelen bir meseledir. Şairin yeteneğinin doğuştan geldiği düşüncesi onu toplumda özel bir yere konumlandırır. Platon’un hocası Sokrates meşhur savunmasında “şairlere şiirlerini yazdıran edindikleri bilgi ya da çalışma değildir, şaire Allah tarafından gelen bir ilhamdır ve bu durum onları peygamberlerin yaptıklarına yaklaştırır” diyerek şaire ilahi bir mertebe yükler (Özgül, 2010: 251).

Sanatın ontolojik temelinde din ve maneviyat vardır. Sanatçıya doğuştan verilen yetenek onun dünyadaki objeleri tasvir ve taklit etmesi ile kendisini gösterir. ”Sanat eylemi, bir tür verilenlerin azami buluşmasından ortaya çıkar” (Kılıç, 2004: 20) şeklinde tanımlanabilir. Sanatçıya doğuştan verilen bu kesbî bilgi ancak vehbî bilginin ortaya çıkmasına sebep oluyorsa faydalıdır. Sanatçı eserini meydana getirirken kendisine verilen kesbî bilgi ile yola çıkar. Yani sanatçı “tek başına hareket ediyor değildir. Çünkü ister bunun farkında olsun ister olmasın kendisine meknuz, içinde gizlenmiş bu tanrısal kabiliyetlerle hareket etmektedir. Bu durumda sanatçının kreasyonu da bir bakıma Tanrı’nın âlemi yaratma eyleminin bir taklidi olmaktadır” (Kılıç, 2004: 21). Sanatçıya atfedilen kutsiyet sebebi budur.

İslamiyet’ten önce şairler kâhin ya da sihirbaz olarak da görülüyordu. Şiirin güzelliğine kapılan toplum, şairin bunu yazabilmesi ya da söyleyebilmesi için sihirli güçlere sahip olacağını düşünüyordu. Hz. Muhammed’in peygamberliğini ilan etmesi ile birlikte şairlere toplumun bakışı da değişti. Sihrin ve kerametin yerini Allah’ın

şairlere lütfettiği hikmet aldı. Hz. Muhammed’in “şiirin bazısında hikmet vardır” sözü de bu anlayışa temel oldu (Kılıç, 2004: 26). Şair, İslam’ın kabulü ile birlikte Kur’an ve sünnete uymayan hasletlerinden arındı. Bu yeni sistemin içerisinde şiir, sihir ve kehanetten sıyrıldı fakat kendisine atfedilen kutsiyet sadece şekil değiştirdi.

Kur’an’da şairlerin sözleri ve ayetler arasındaki ayrıma dikkat çekilmiştir. Orada şairler, -İslam düsturu dâhilinde şiir yazmayanlar- kâhin ve büyücü olarak kabul edilir ve söyledikleri de yalandır. M. Erol Kılıç bunun sebebini “zannımca tarihsel manada şiirin vahiy üstü bir konuma çıkarılması ve şairlerin de peygamber seviyesinde görülme ihtimalinin yol açacağı kaosa atıf yapılmaktadır” (Kılıç, 2004: 23) şeklinde açıklar. Vahiy ve ilham birbirinden ayrılır. Vahiy peygamberlere Allah tarafından gönderilirken, ilham da şairlere Allah tarafından verilen vehbî bilgidir. Ancak Allah’ın seçtiği özel insanlar bu vehbî bilgiye sahiptir.

Şairin elde ettiği bilginin hem vehbî hem de kesbî yönü vardır. “Manaya ehemmiyet veren ve şiirin ilham boyutlu olduğunu kabul eden sûfî şairlere göre şiir vehbî olsa da, şekli ön plana çıkaran, ilhamın yanı sıra akıl ve cehdin de şiirde önemli olduğunu söyleyenlere göre şiirin hem vehbî hem kesbî yönü vardır” (Nazik, 2012: 134). Divan şairi ya da mutasavvıf şair, şiir yazabilmek için vehbî bilgiye sahip olmasının yanında kesbî bilgiye ulaşmak için de çaba göstermelidir.

Divan şiirinin tasavvufî boyutundan yola çıkan şair de şiirin vehbî bir olay olduğuna inanır. Şairlik ancak Allah’ın bu yeteneği verdiği insanlara aittir. Şairler kendilerine Allah’ın verdiği ilham ile şiir yazabilirler. Şair bu yeteneğinden ötürü kendisini farklı ve özel bir yere konumlandırır. “Şairliğin Allah vergisi bir yetenek gerektirdiğini söyleyen Divan şairi kendisini gayb âleminden haber alan, sıra dışı kişiler olarak sunmaktan hoşlanır” (Coşkun, 2011: 72). Divan şairi, bu yüzden şiirlerini de kutsal sözler olarak tanımlar. Fakat şairler hiçbir zaman kendilerini yaratıcı olarak görmezler, onlar yaratılan güzelliği keşfedebilen zanaatkâr/sanatçıdırlar. Şair, insanlara hakikati anlatan ve mutlak varlığa dair güzellikleri göstermeye çalışan bir habercidir. Özellikle Divan edebiyatının tasavvufî yapısından kaynaklanan din kökenli altyapı ile birlikte şairliğin peygamberlik gibi değerlendirilemeyeceğini fakat ”şairlerin peygamberlikten bir parça taşıdığı inancı” (Tuğcu, 2013: 41) benimsenmiştir.

Ziya Paşa, Harâbât’ın ön sözünün ‘Meşrût u Ahvâl-i Şâirî’ kısmında özellikle şairlerin vasıflarından bahseder. Burada şairliğin şartlarından birinin doğuştan gelen kabiliyet olduğunu ifade eder.

“Bazı kula Hak eder inâyet Bir ni’met-i hâsdır tabîat”

(Ziya Paşa, 1993: 59)

beyti ile şairliğin Allah tarafından verilen bir meziyet olduğunu belirtir. Şairin doğuştan gelen bu yeteneği, çocukluktan itibaren kendisini gösterir. En önemli göstergesi de şairin huyudur. Şair tarzı ve tavrı ile yaşadığı dönemin insanlarından farklıdır. Ve bu farklılık ona “cünûn-ı dehri” (Ziya Paşa, 1993: 59) göstererek diğerlerinden ayırır. Şairin vehbî hasleti ve bu hasletin bir nişanesi olan irfan doğuştan gelir ve sonradan kazanılamaz. Ziya Paşa’nın ilham konusundaki görüşleri çocukluğundan itibaren lalası tarafından kendisine anlatılmıştır. “Lalası ona tahsil ile şair olunamayacağını, ancak Tanrı lutf ederse insanın şair olacağını söylemiş ve çocuğun hevesini görünce ilk şiir temrinlerini yaptırmış(tır)” (Enginün, 2012: 472).

Zemzeme’nin ön sözünde Ekrem, güzellik kavramı üzerinden şairin mahiyetini anlatmaya çalışır. “Sözde letafet ve ulviyet nasıl tahakkuk eder?” (R. M. Ekrem, 1301: 8) diye soran Ekrem, bu durumu belirlemenin zor olduğunu ifade eder. Ancak sözün güzellik ve yüceliğini sağlayacak olan şairin “zevk-i manevîye ve tabîr-i âharla hüsn-i tabîata” (R. M. Ekrem, 1301: 9) sahip oluşudur. Şaire bu meziyet yaratılıştan verilmiştir. Onu toplumun diğer fertlerinden ayıran da sözü bu şekilde söyleyebilmesidir.

Takdîr-i Elhân’da Ekrem, şairin her ne kadar doğuştan gelen bir haslete sahip olsa da bu yeteneğini her zaman kullanamayacağını belirtir. Şairin şiir yazabilmesi için şartların müsait olması gerekmektedir. Ona göre; “Yani zihnî veya hayalî, hissî veya şuhudî bazı ahval ve şeyanın tesiratıyla müteessir ve müteheyyic olmadıkça bir şair ne kadar çalışsa şiir söyleyemez. Size göre değil ama me’al-şinâs olan tenkitçilerimizce daima vaki olan sû’-i tefehhümü kabil ise men için daha açık söyleyeyim: Şairin öyle âdem-i te’essür ü teheyyüc halinde şiir namıyla yazacağı şeyler mevzun ve mukaffa ve hatta ekseriya ‘pür-tumturak ve hoş-edâ’ olursa da ruhsuz olacağı için şiir ıtlakına seza olmaz. Onlara cemâdât-ı fikriyye demek yakışır” (R. M. Ekrem, 2014: 36). Şairin şiir yazabilmesi için ilhamın ortaya çıkacağı ortamın ve durumun da uygunluğu gerekir. Ekrem, şairin her yazdığı şiirin güzel olmamasını ve her şairin belli başlı şiirlerinin sevilmesini de buna bağlar. Şair, uygun ortamın olduğu şartlarda -ki bu uygun ortam şair için, heyecan ve teessür ortamıdır- Allah’ın kendisine verdiği yetiyi hakkıyla

kullanıp, güzel eserler ortaya çıkarır. “İlhamın şuurlu bir biçimde dışa vurumu şiirle gerçekleşir” (Nazik, 2012: 126). İlham kişiye özgü ve şiirden hemen önceki vehb halidir.

Recâîzâde’ye göre şair için bütün şartlar hazırlandıktan sonra bile ona şiir yazdıran yine ilhamdır. “Şairin gönlünü şevk ve garam ile meşhun ve müteheyyic etmekle teemmülsüz tekellüfsüz şiir yazmağa istidad bahş eden ve nefâyis-i şi’riyye içinde ne müstesnalarına vasf ittihaz eden (ilham)ın zişti olmayacağını mülâhazadan baid tutmak (gerekir)” (R. M. Ekrem, 2014: 41) sözleri ile bu durumu açıklayan Ekrem, şairin ilham yolu ile yazdığı şiirin emeksiz olarak değerlendirilemeyeceğini belirtir. Şiiri çok çalışmadan ve üzerinde düşünmeden yazdıran haslet ilhamdır ve bu durum bir kusur olarak görülemez. Ekrem’in burada anlatmaya çalıştığı durum, Divan şairinin ilham yolu ile şiir yazdığına inanmış olmasına rağmen Ziya Paşa’nın Şiir ve İnşa makalesinde bahsettiği üzere beş beyitlik bir gazel yazmak için dokuz ay verdiği uğraşın şiir için bir gereklilik olmadığını anlatmaktır (Ziya Paşa, 1993: 49). Divan şairi, şiiri yazdıran hasletin ilham olduğuna inanmasına rağmen şiir üzerinde çalışmaktan da geri durmaz. Ziya Paşa ise bu durumu hoş karşılamaz ve şairin irticalen şiirler söyleyebilmesi gerektiğine inanır. Bu anlamda halk şiirinin bizim asıl şiirimiz olduğu düşüncesine sahiptir. Ekrem ve Ziya Paşa’nın şiir üzerine çalışmak ile ilgili herhangi bir olumsuz görüşe sahip olmamasına rağmen burada anlatmak istedikleri nokta, ilham yolu ile yazdırılan ve şairin kaleminden dökülen şiirin üzerinde çalışılmadan ortaya konulmasında herhangi bir sakınca olmadığıdır. Divan şairi, şiiri bir mimar titizliği ile işlemekten zevk alırken, Tanzimat şairi, şiirin üzerinde çalışılmadan da güzel örnekler verebileceğini savunur.

Recâîzâde Mahmut Ekrem, Talîm-i Edebiyat’ın deha bahsinde şiir ve ilham meselesine değinir. O, şairin şiir yazmak için doğuştan sahip olduğu melekeye deha adını verir. “Deha sahibi kimse icat etme ve meçhulü keşfetme melekesini hâizdir. Tamamıyla fıtrî olmak dolayısıyla deha herkese verilmiş değildir; herkes ona sahip olamaz” (Yetiş, 1996: 185). Divan şairinin şairlik yeteneğinden dolayı kendisine biçtiği özel rol, Recâîzâde’nin yapmış olduğu bu tanımda da kendisini hissettirir. “Dehâ hazîne-i fıtrattan pek az zevâta ihsân olunur bir kuvvet-i mübtedi’adır ki eshâbı onunla meçhûlü keşf ve gayr-i mevcûdu îcâd ederler” (R. M. Ekrem, 2011: 65). Tanzimat şairi de bu anlamda şiirin herkes tarafından yazılabileceği düşüncesinde değildir. Deha sahibi

ancak şiirin o sırlı dünyasına girebilir ve onu bu dünyadaki diğer insanlara sihirli kelimelerle anlatabilir.

Ekrem, şair olabilmek için önemli bir unsur olarak gördüğü zarafet kavramının da doğuştan gelen bir yetenek olduğu görüşündedir. “Müellif zarafetin sonradan elde edilme bir şey olmayıp insanda doğuştan mevcut bir hassa (kuvvet) olduğunu kabul eder. (…) zarafet denilen hassa kesbî değildir, sonradan kazanılmaz” (Yetiş, 1996: 188). Recâîzâde şair için zarafeti olmazsa olmaz bir özellik kabul etmemesine rağmen bu özelliğinde sonradan kazanılamayacağını savunur. “Şiirin güzelliği şairin yaratılışındaki güzelliğe bağlıdır” (Bayram, 2005: 33). Bu haslete sahip olan şairin şiiri diğerlerinden üstündür görüşünü benimseyen Ekrem, bu hasleti barındırmayan şair için de olumsuz bir görüş beyan etmez.

Recâîzâde Mahmut Ekrem, şairin vasıfları arasında olması gerektiğini söylediği zevk-i selim tabirini, “hem akıl, hem de his olmak üzere iki melekeden kaynaklanan ve sanatın şuuru olarak bir fonksiyon gören, güzeli çirkinden, özü zahirden, hakikati batıldan ayıran farkları temyiz hassası” (Yetiş, 1996: 190) olarak tanımlar. Bu tabir için hem zevk-i selim hem de hüsn-i tabiat kelimelerini kullanır. Recâîzâde, hüsn-i tabiatın eserin gizli yönlerini keşfetmeyi sağladığına da değinir. Ayrıca Recâîzâde, hüsn-i tabiatın “sistemli ve devamlı bir surette bir çalışma yolu ile bir ölçüde” (Yetiş, 1996: 191) kazanılabileceğini söyler. Hüsn-i tabiat doğuştan gelen bir özellik değil şairin çalışması ile elde edebileceği bir özelliktir.

Takdîr-i Elhân’da bir beyti değerlendiren Ekrem, şairin vasıfları arasına ulviyeti de katan Menemenlizâde Tahir ile aynı fikirde değildir.

“Olmayınca gönülde ulviyet! Olamaz şi’r nazmına kudret”

(R. M. Ekrem, 1301b: 49)

mısralarından hareketle Tahir’in şairin gönlünde ulviyet olmadan şiir yazamayacağı görüşüne destek vermez. Ekrem, “şiir hadd-i zâtında âlî olduğundan tabîatı süflî olan müteşâirlerden sâdır olamaz” (R. M. Ekrem, 1301b: 50) görüşünü dile getirmesine rağmen, ona göre şairin “teessür ve teheyyüc” (R. M. Ekrem, 1301b: 50) ile yazacağı şiirin içerisinde ulviyet olmasa da yazdığı şiirdir. Bununla birlikte Tahir’in şiirde ulviyeti doğuştan gelen bir haslet olarak görmesine karşı çıkar.

Recâîzâde Mahmut Ekrem’e göre şairin vasıflarından biri olan zarafet, şaire yaratılıştan verilen bir yetidir. “Hâfıza, hayâl, hiss, hüsn-i tabî’at ve hattâ fikir bile, sa’y ile büyük müelliflerin mütâla’a-ı âsârıyla, kâbil-i tahsîl ve tevsî’dir. Hâlbuki zarâfetten mahrûm olarak yaratılmış olanların o hâssaya mâlik olmalarına imkân yoktur” (R. M. Ekrem, 2011: 62). Fakat O, zarafeti bir zorunluluk olarak dile getirmez. Kalem erbabının zarafet olmadan da kendisini halka beğendirebileceğini ve kendisine bu anlamda bir yer edinebileceğini savunur.

Recâîzâde Mahmut Ekrem, şairin önemli vasıflarından birinin de hüner olduğunu ifade eder. “İnsânın başkalarından ahz ve ta’allüm ettiği şeyleri ıslâh ve tanzîm ve ikmâl ile bir tarz-ı cedîd ve ceyyide olarak meydâna koyması hünerverlik sâyesindedir” (R. M. Ekrem, 2011: 65). Şair, şiire dair edindiği bütün bilgileri kullanıp iyi şiir yazabilmek için hüner sahibi olmalıdır. Divan şairi için de şiir, “hüner ve marifet gösterme alanıdır” (Coşkun, 2011: 59).

Ekrem, Perviz’de şairlerin dereceleri olduğunu söyler. Şairlerin; “her birinin kuvve-i fikr ü nazardan nasîbi, hâssa-i hüsn-i tabî’attan kısmeti diğerlerininki ile mütefâvittir. Bundan dolayı her birinin işi başkadır. Her sanat-perver kendi mâhiyetini görüp kendi işini bilmeli. Sa’y ve verzîş istidâdın bulunduğu cihete masrûf olursa semere-bahş olur ve illâ çekilen emekler beyhûdedir” (R. M. Ekrem, 2014: 116). Şairler, yukarıda saymış olduğumuz zevk-i selim, deha ve zarafet yetenekleri ölçüsünde derecelere sahiptirler. İyi şair yeteneklerinin farkında olan ve geliştirmek adına çaba harcayandır. Ancak kişinin şairliğe yatkınlığı yoksa çalışmasının bir ehemmiyeti de yoktur. Ekrem’e göre bu vasıflar tek başına şairlik için bir şey ifade etmez. Bu vasıflar ancak Allah’ın şaire bahşettiği yetenek ile beraber anlam kazanır.

Takdîr-i Elhân adlı eserinde Ekrem, şairi diğer insanlardan ayıran vasıflarının şairi diğer insanlardan farklı kıldığını ifade eder. Bu farkın bir sonucu olarak şair için ”her halin bir başka hükmü, her manzaranın bir başka tesiri vardır. Onların dimağlarına göre hande-i neşât başka, girye-i hüzn yine başka bir tesîr icrâ ettiği gibi şükûfe-i rebiî ile bir berk-i hazânın tesîrâtı bütün bütün başkadır. Öyle olmasaydı zaten hiçbir millette samimî şiir olamaz” (R. M. Ekrem, 1301b: 7). Şair, kendisine verilen vehbî yetinin bir sonucu olarak etrafındaki olaylara farklı bakan ve herkesten farklı ve etkili sözlerle olayları yansıtandır.

Muallim Nâci vehbî-kesbî meselesine de şiir ve ilim üzerinden bir değerlendirme yapar. “Bir adam ulûm ve fünûna vakıf olmakla iyi bir şair olmak lazım

gelmez. Seciye-i şiiriye ayrıca bir mevhibe-i ilâhiyedir. Bu mevhibeye mazhar olan insan ulum ve fünûndan ne kadar behre-dâr olur ise o kadar sencîde-güftâr olur” (Muallim Nâci-Beşir Fuad, 2012: 72). Muallim Nâci’ye göre, şair olmanın koşulu çalışarak kazanılacak bilginin varlığından çok Allah’ın şaire doğuştan vereceği yetenektir. Bu yetenek ile beraber şairin çalışması onun daha iyi şiir yazmasına sebep olacaktır. Diğer Tanzimat şairleri gibi Muallim Nâci de şiirin çalışarak kazanılacak bir haslet olduğuna inanmaz.

Nâci’ye göre şiir, güzel konuşmaya benzer. “Bir adam ne kadar âlim olsa kudret- i nutkiyesi olmayınca ilmini layıkıyla gûş-ı kabul-i sâmiîne edemez. Bir âlim, şair dahi olursa onun yazdığı şeylerde revnak-ı diğer görülür. Şair olmayan bir âlimin şakirdi olan bir şair yine ondan öğrenmiş olduğu bir meseleyi muallimini dahi hayrette bırakacak bir suret-i latifede ifade edebilir. İşte burası yalnız âlim olmaya değil, şair dahi olmaya tevakkuf eder” (Muallim Nâci-Beşir Fuad, 2012: 72). Şair, yeteneği ile şiiri ortaya çıkarabilir. Sonradan edinilecek bilgi kabiliyet olmadan dizelere etkileyici bir şiir olarak dökülemez. Ebubekir Eroğlu’nun tabiri ile “şiirin özü ne biçimindedir, ne de içeriğinde, ikisinin bir arada bulunduğu şairin hissindedir. Şairini hissederek varırsınız şiirin özüne” (Eroğlu, 2013: 10). Şairin insanı etkileyen hissini ortaya çıkaran da ilhamdır.

Muallim Nâci, şair olabilmek için “insanın beliğ olmak için, beliğ olmak üzere doğması ilk şarttır” diyerek kabiliyetin doğuştan geldiğini belirtmiştir. “Her melekenin kazanılmasındaki güzellik, kabiliyete bağlı değil midir? Kabiliyeti müsait olmayan bir adam belâgat fenni denilen usulü bütün olarak öğrense bile, nasıl beliğ olabilsin? Belâgat fenni ona sayılması mümkün olmayan durumların gerektirdiklerini birer birer tasvir ve tarif mi edecek? Bir iki örnek gösterir, kalanını kabiliyete bırakır” (Muallim Nâci, 1996: 76). Ona göre, kabiliyeti olmayan şair, belagat ilmini ne kadar iyi bilirse bilsin, şiirinde hep eksik kalan bir nokta olacaktır.

Divan şairi gibi Tanzimat şairi de kişinin şiire yatkınlığını, Allah’ın insana lütfettiği ve onu diğer insanlardan farklı kılan özel bir haslet olduğunu düşünmektedir. “İcadın hammaddesi ilham ve hayaldir ve gelenekte ilhamın kaynağı ilahi, hayalin kaynağı da insanidir. Dolayısıyla, ilham vehbî şairlere; hayal kesbi şairlere hastır” (Özgül, 2006: 152). Özellikle mutasavvıf şairlerin vehbî bilgiye sahip olduktan sonra onu şiire dönüştürmenin yolunun kesbî bilgiyi bulmak olduğuna inanan görüşleri, Tanzimat şairlerince de benimsenmiştir. Tanzimat şairleri, ilhamın şair için vazgeçilmez

unsur ve şairi özel kılan bir haslet olduğuna inanır ama bu hasleti ortaya çıkarmanın yolu kişinin sonradan elde edeceği kesbî bilgilerdir. Hem Divan şairleri hem de Tanzimat şairleri vehbî bilgiyi olmazsa olmaz görür ve kesbî bilgiye ulaşmanın yolunu da kişinin gayretine bırakır.

Benzer Belgeler