• Sonuç bulunamadı

1.7. Gözetim Toplumu Kavramı

1.7.1. Distopik Romanlarda Gözetim Toplumu

Gözetimin, gelişkin teknolojik enformasyon altyapısı ile topluma yayılması korkusunun ilk kez distopik romanlarda ele alındığı görülmektedir. Bu anlamda gözetim toplumu kavramının ayrıntılarına inmeden önce, 20. yüzyılın başıyla ortası arasında yazılmış ve 20. yüzyılın sonunda akademik alanda boy gösteren, gözetim çalışmalarına çıkış noktası sağlamış eserler ele alınacaktır.

Gözetimi, tehlikeli bir gidişatın işareti olarak gören yazarlar 20. yüzyılın başından itibaren bir tür ‘uyarı’ niteliği taşıyan eserler vererek, gelecekle ilgili kaygılarını topluma aktarmışlardır. Clarke’ın “alarm edebiyatı” olarak nitelediği ve 1920-1950 yılları arasında Zamyatin, Huxley ve Orwell tarafından üretilen distopik (kara-ütopya) romanlarda demokrasiyi tehdit eden tiranlık tehlikesine dikkat çekilmiştir. Bu yazarlar, yaşadıkları zaman diliminde egemen olan totaliter rejimlerdeki gelişmelerden hareket ederek, insanlığı bekleyen olumsuz bir gelecek

tasviri yapmışlardır. Geleceğin baskıcı dünyasında, otoriter yönetimlerin en önemli bileşenlerinden biri olarak da gözetimi konumlandırmışlardır (1988).

Zamyatin’in ‘Biz’ (2013) adlı eseri6, gözetimle ilgili bu alandaki ilk roman olarak bilinmektedir. Romanda, panoptik mantığın bir yansıması olarak insanlar, duvarları cam olan şeffaf evlerde; bireysel mahremiyetleri, merkezi iktidar tarafından tamamen ihlal edilmiş şekilde yaşamaktadırlar. Gözetim mekanizmasını işleten asli unsurlar, sokaklarda insanların arasına karışan ‘korucular’ ile iyi şekilde kamufle edilmiş ‘sokak dinleyicileri’dir. Bunlar, gününüzdeki istihbarat servisleri ile büyük şirketlere benzetilebilir (Dolgun, 2008: 224-225).

Çok yoğun bir bürokratik hiyerarşi ve uzmanlaşmanın olduğu bir dünyayı ‘Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ (2003) adlı romanında resmeden Orwell, bu dünyanın çok da uzakta olmadığını hissettirmektedir (Dolgun, 2008: 103). Orwell’ın eserinde Weber’in bahsettiği rasyonel bürokrasinin en uç örneğini görmek mümkündür. Ulus- devletlerde enformasyonun merkezi toplanma tarzına dikkat çekilen kitapta elde edilen kayıtların değiştirilebilir ve yok edilebilir oluşu dikkat çekicidir. Günümüzün ulusal veri bankaları, Orwell’ın dünyasıyla benzerlik taşımaktadır (Lyon, 1997: 88- 89).

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te en önemli ve bilinen figür, kuşkusuz ‘Büyük Birader’dir. Barındırdığı özelliklerle güçlü bir metafora dönüşen Büyük Birader’e gücünü veren temel özellikleri algılanamaz ve görülemez oluşudur. Bundan dolayı gözetlenenler için rahat nefes alabilecekleri hiçbir an yoktur. Böylelikle, panoptikona benzer şekilde kitleler, kendini iktidara süreğen şekilde bağımlı hissederler (Lyon, 1997: 89). Gözetim çalışmalarında da bu metafora çok sık atıf yapıldığı görülmektedir. Özellikle teknolojik açıdan gözetim kapasitesinin arttığı yönündeki işaretler, Büyük Birader çağına ve dolayısıyla gözetim toplumuna gidildiği şeklinde yorumlanır (Dolgun, 2008: 222).

6

1920 yılında Sovyetler Birliği’nde yazılan eser, Batı Edebiyatı’nda çok ses getirmiştir ve ilk baskısı 1924’de İngiltere’de basılmıştır. Eserin Rusça baskısı ancak 1988’de, Sovyetler Birliği’nin dağılma

sürecinde yapılabilmiştir

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’te gizlilik ve mahremiyet kavramları, insan onurunun unsurları olarak ele alınmaktadır. Şeffaflığı arzulayan egemen sistem, gizli kalan her tür bilgiden rahatsızlık duyar (Lyon, 1997: 89) ve bireylerin mahremiyetini olabildiğince ihlal ederek, hiçbir şeyin gizli kalmadığı bir dünya yaratmayı amaçlar. Eserin 1948’de yazıldığı düşünülürse yazarın, döneminin propaganda yüklü medyasından da etkilendiği söylenebilir. Lyon, Orwell’ın otoriter bir devlet yapısının nelere yol açacağını doğru şekilde betimlemiş olduğunu belirtir. Ancak günümüzde asıl sorun, demokratik toplumların otoriter eğilimler göstermeye başlamasıdır (1997: 87, 91).

Bin Dokuz Yüz Seksen Dört ile Biz romanlarının ortak noktaları vardır. Ancak Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, daha karamsar ve daha gerçekçi bir dünya sunar. Burada sokak dinleyicilerinin yerine tele-ekran geçer. Bu, hem yayın yapabilme, hem de görüntü ve ses kaydedilme özelliklerine sahip, her hanede bulunan bir cihazdır. Bunun dışında sokaklarda da ses ve görüntüler kaydedilmekte; kapsama alanı dışında kalan yerlerde ise düşünce polisi ya da muhbirler devreye girmektedir (Dolgun, 2008: 225). İki romanda da ortak düşünce, panoptik gözetim stratejisinin toplumsal yaşama tamamen egemen olmasıdır (Köse, 2011: 203).

Huxley’in yarattığı dünyada, Zamyatin ve Orwell’ınkinden farklı olarak dış baskılara ihtiyaç kalmamıştır. Hatta süreç içinde insanlar, mevcut durumlarından hoşlanmaya başlamışlardır. ‘Cesur Yeni Dünya’ (2012), hükümet tarafından yazgıları, biyolojik işlemlerle belirlenmiş, bir nevi “üretilmiş” insanların dünyasını anlatır. Bu dünya artık gözetim tekniklerine ihtiyacın kalmadığı ve bugün tartışılan genetik mühendisliğinin bir nevi uygulanmış halini yansıtır (Dolgun, 2008: 226, 231). Huxley, ‘Cesur Yeni Dünya’da dayatma olmaksızın kabul edilen çeşitli iletişim teknolojilerinin, insanları zaman içinde kendi denetimlerini yapar hale getireceği öngörüsünü ortaya koyar (Kar ve Güven, 2009: 315).

Kar ve Güven’e göre küreselleşme süreci, Orwell’ın eserindeki hapishane hissiyatını yoğun biçimde deneyimlemeyi getirirken; Huxley’nin hazza dayalı

gözetim olarak kavramsallaştırdığı durum da7 günümüz medyasının eğlenceyi tek geçer akçe olarak benimsemesi açısından belli oranda gerçeklik kazanmıştır (2009: 318). Huxley’in sözünü ettiği öz-denetim mekanizmalarının aşırı gelişmesiyle, baskıdan haz alabilir hale gelen insan tipiyse, günümüzde güvenlik korkusunun yarattığı paranoya ile beraber özgürlüğünden feragat edebilen ve kimi takip sistemlerine gönüllü olarak katkı sağlayan insanlara karşılık gelebilir.

Bu üç distopyanın temel mantığı, özgür bireylerden oluşan toplumlar yerine, iktidarlar güdülenen homojen kalabalıklar yaratılmasıdır. Panoptik işleyiş mantığı doğrultusunda asimetrik gözetim hakimdir ve “görülmeden gören” iktidarlar hüküm sürer. Bireyselleşme her yönden engellenir ki mahremiyetin mümkün olmaması bunun işaretidir. Bir diğer unsur, hükümetlerin merkezi/totaliter yapıda olmasıdır (Dolgun, 2008: 224-226).