• Sonuç bulunamadı

Dini Tasavvufi Halk Edebiyatı 1.Menkıbe 1.Menkıbe

2. BÖLÜM: HALK EDEBİYATI UNSURLARI

2.2. Dini Tasavvufi Halk Edebiyatı 1.Menkıbe 1.Menkıbe

“Hâmit Bey, Ebcet hesabıyla tarihler yazmaya ve bilmece halletmeye çok meraklı idi.” (DĞR/91)

2.1.7.Halk Hikâyesi

Destanlarla modern roman arasındaki geçiş döneminde ortaya çıkan halk hikâyeleri mutlaka tarihi bir olaya dayanmamaları, nazım-nesir karışık olmakla beraber zamanla nesir kısmının ağırlık kazanması, kişilerin ve olayların gerçeğe daha uygun olması, kahramanlıktan çok aşk maceralarına yer verilmesi gibi özellikleriyle destandan ayrılmaktadır. Konularına göre 1. Kahramanlık hikâyeleri, 2. Dini-hamasi hikâyeler,3. Dini, içtimai, ahlaki hikâyeler, 4. Aşk hikâyeleri şeklinde tasnif edilebilecek olan halk hikâyeleri destanla roman arasında geçişi sağlayan bir tür olmuştur (Türkmen,1998: 488-489).

Kızılcık Dalları romanında meşhur aşk hikâyeleri Ferhat ile Şirin, Şah İsmail ile Gülizar hikâyelerine atıf yapılmıştır:

“Kız, bu sahneleri kâh Ferhat ile Şirin’in mülakatına, kâh Şah İsmail’in gül bahçesinde Gülizar’ın dizinde yatmasına benzetir. ‘Yarabbim, Ya Resulallah! Sen onları ayırma. Büyük hanım ve akrabaları aralarına girmezler inşallah…’ diye gözleri yaşararak dualar ederdi.” (K D/148)

2.2.Dini Tasavvufi Halk Edebiyatı 2.2.1.Menkıbe

Kelime anlamı olarak “övülecek iş, hareket ve meziyet” anlamlarına gelen menkıbeler; tarikat kurucuları, dinî ve millî şahsiyetlerin yaşamları ve olağanüstü halleri üzerine kurulu yarı kutsal metinlerdir (Güzel, 2006: 121). Tasavvufun IX. yüzyıldan sonra İslam dünyasında yaygınlık kazanmasıyla birlikte menkıbe kelimesi sufilerin hikmetli sözlerini ve örnek alınacak faziletli davranışlarını ifade etmek için kullanılmaya başlanmıştır. XI. yüzyıldan itibaren Kadiriye ve Rifaiyye gibi ilk büyük tarikatların teşekkül etmesiyle birlikte menkıbenin muhtevasına “keramet” kavramı da eklenmiş, Abdülkadir-i Geylani, Ahmed er-Rıfai gibi tarikat pirleri veliler için vefatlarının ardından yazılan eserlerde gösterdikleri kerametlerin anlatılmaya başlanmasıyla menkıbe kelimesi giderek kerametle aynı anlamda kullanılır olmuş, böylece bir tasavvufi tür olarak menakıb metinleri (menakıbname) ve menakıb yazma geleneği ortaya çıkmıştır (Şahin,2004:112).

25

Dinî Tasavvufî Türk halk edebiyatı ürünlerinden olan menkıbe “gerçek olayın, inanç ve gerçek dışı öğelerle örüldüğü kısa anlatı türü” şeklinde de tanımlanabilir. Her halk anlatısı gibi, menkıbeler de halkın kolektif duygu ve düşüncelerini ihtiva ettiğinden, menkıbenin içeriği ile onu oluşturanlar arasında yakın ilişki vardır. Menkıbeleri anlatan da dinleyen de anlatıda yer alan olağanüstü unsurların gerçek olduğuna inanır. İslâm tarihinde çok önemli yeri olan ve etkisi günümüze kadar süren Kerbela Olayı zengin menkıbelerin oluşmasına zemin hazırlamış bir vakadır (Güngör, t.y.). Türk edebiyatında bu konuda müstakil eserler, çeşitli manzumeler ve bilhassa mersiyeler yazılmıştır. Olayı anlatan eserlerin çoğu manzumdur; manzum-mensur ya da sadece mensur olanlar da vardır. Türk edebiyatında Kerbela Vakası’nı anlatan "Maktel"ler yazılmış ve edebiyatımızda maktel türü oluşmuştur (Yıldız,2010:96).

İncelenen romanlardan Yeşil Gece’de Kerbela Olayı’na dair bir anlatı tespit edilmiştir. Bu anlatı bir maktel şeklinde değil, bir menkıbe şeklindedir. Yeşil Gece romanında “peygamberler ve İslam tarihinden kalma masal döküntüleri (YG/20)” şeklinde tarif edilen ve medresedeki hocalardan Hacı Fettah Efendi’nin talebelerine anlattığı bu menkıbede yüzyıllardır yazılı ve sözlü edebiyat ürünleriyle hafızalarda canlılığını koruyan “Kerbela’da Hz. Hüseyin’in şehit edilmesi” Hz. Hacer, Hz. İsmail ile bütünleştirilerek anlatılmaktadır. Menkıbe şu şekildedir:

“Mesela Kerbela’da sürüklenip gidenlerin başında, gözyaşından sırılsıklam saçları, çıplak ayaklarına kadar inen siyah burgulu, uzun ve zayıf bir kadın-Fatma Ana-belirir; çocuğunu kucağına alarak gece vakti köye döner; kâh gökte, kâh toprakların altında ne dünyalar dolaşır; sonra önlerinde yalnız meşalesinin beyaz ışığı görünen bir meleğin kılavuzluğuyla bir kuyu başına varırlar. Burada bir başka kadın İsmail Peygamber’in anası Hacer, onları beklemektedir; vaktiyle İsmail’e su içiren avuçlarıyla Hüseyin’in dudaklarına da su dökmeye, onu canlandırmaya başlar…” (YG/20)

Kerbela Olayı’na Eski Hastalık romanında da şöyle telmih yapılmıştır:

“Cazbandın gürültüleri içinde bazı kimselerin: Kerbela’da mıyız yahu?.. Su bu. Verin içelim Allah aşkınıza, diye bağırdıkları işitiliyordu.” (EH/60)

Menkıbe kelimesinin kerametle aynı anlamda kullanıldığını belirtmiştik. Reşat Nuri, romanlarda detayına girmeden keramet hikâyesi ifadesini kullanmıştır:

26

“Sonra, yavaş yavaş tarihe geçilerek takımı ile yerin dibine batmış bazı eski şehirlere ait korkunç zelzele vakaları anlatılıyor ve keramet hikâyelerinde karar kılınıyordu.” (YG/45)

“Ben terasada Kısas-ı Embiya parçaları, keramet hikâyeleri anlatarak yaşlı misafirlerimi eğlendirmeye gayret ediyorum Jülide…” (AG/268)

“Gevezeliğiyle meşhur bir ihtiyar alay müftüsü yemek ağırlığından kıpırdanmaya mecali kalmamış misafirlere bitip tükenmez cin, cadı, keramet hikâyeleri dinletiyordu.” (DK/126)

“…sonra bir zaman İsmail’den bahsederler; nihayet söz ahret ve keramet masallarına dökülürdü.” (KD/100)

2.2.2.İlahi

Genellikle sûfî şairler tarafından dîni ve ilâhî fikirleri taşımak üzere yazılmış olan şiirlere, ilâhî denir. İlâhî Arapça bir kelime olarak, Allah'a ait manasına gelir. Başlıca İlâhî çeşitleri şunlardır: Ayin, durak, cumhur, tâbuğ, nefes. Ayinler, mevlevî tekkelerinde; tabuğlar ise Gülşenî tekkelerinde; nefesler, Bektaşî tekkelerinde; duraklar, Halveti tekkelerinde okunurdu (Cebecioğlu,1997:173).

Yeşil Gece’de medresedeki softalardan biri öldükten sonra başka bir softa cenneti tasvir eden bir ilahi okur:

“Sonra da sakil, ahenksiz sesiyle ona ağır ağır, Cenneti tasvir eden şu ilahiyi okumuştu: ‘Cennet bahçesinde üç dere akar,

Biri yağ, biri kaymak, biri şeker

Oturmuş Muhammed köşkünden bakar’ (YG/30)”

Romanlarda geçen diğer ilahi ifadeleri de şunlardır:

“Tekbirler alarak, ilahiler okuyarak fırka merkezine gittiler.” (YG/73)

“O aynı mahzun tebessümle odayı gösterdi:-İlahi ya da mevlit okumasını bilseydim ne iyi olacaktı.” (AG/268)