• Sonuç bulunamadı

BÖLGESEL GELİŞME TEORİLERİ VE POLİTİKALAR

C. Bölgesel Gelişmeye İlişkin Geleneksel Yaklaşımlar

4. Dengeli ve Dengesiz Kalkınma Modeller

Dengeli kalkınma kavramını iktisat biliminde klasik iktisatçılara götürmek mümkündür. Arz ve talep arasında bir dengeye işaret eden ünlü Say Kanunu’na dayalı olarak, bütün klasik iktisat teorisi arzın kendi talebini yaratacağını söylemektedir. Allyn Young, 1928’deki ünlü makalesinde Smith’in kavramlarını geliştirerek, Say Kanunu anlamında, üretim miktarının pazarın büyüklüğünü yani talebi belirlediğini ifade etmiştir. Ona göre bir endüstrinin büyüme hızı diğer endüstrilerin büyüme hızına bağlıdır. Bununla birlikte arz ve talep esnekliği değişik mallara göre farklılık göstereceğinden bazı endüstriler diğerlerine oranla daha hızlı büyüyebilir (Tüylüoğlu ve Çeştepe, 2004: 55).

19. yüzyılın ilk yarısında Friedrich List, ulusal sanayinin desteklenmesi ve dışa karşı korunması gerektiğini söyleyerek stratejik bakımdan dengeli kalkınma görüşünü ortaya atmıştır. İlerleyen yıllarda dengeli kalkınma kavramı Rosenstein- Rodan, Nurkse, Fleming, Rostow ve Lewis gibi iktisatçılar tarafından geliştirilmiştir (Altay, Gacener ve Çatık, 2004a: 17).

Azgelişmiş ekonomilerde piyasa mekanizmasının kaynak dağılımını yeterince sağlayamadığı düşüncesi, dengeli kalkınma modelinin hareket noktası olmaktadır (Dinler, 1994: 394). Dengeli kalkınma yaklaşımının öncülerinden Rosenstein-Rodan ile Nurkse, azgelişmiş ülkelerde kaynakların yetersizliğini temel bir sorun olarak görmüş ve özellikle kalkış hızı ile kişi başına gelir artış hızı üzerinde durmuşlardır. Yazarlar, yatırımların birbirini tamamlayan sektörlere yapılması halinde azgelişmiş

ülkelerdeki talep yetersizliği sorununun ortadan kalkacağını savunmaktadırlar (Altay, Gacener ve Çatık, 2004a: 17).

Nurkse, savaş sonrası uluslararası birikim koşullarında artan dünya talebinin geç-kapitalistleşen ülkelerin ilksel ürün ihracatını artırdığını ve bu dış etkiyle, belirtilen ülkelerin ekonomik büyümelerini zorunlu hale getirdiğini savunmuştur. Ekonomik büyümenin önündeki yapısal sorunları aşmanın yolu ise dengeli kalkınmadır (Tezcek, 2005: 68). Dengeli kalkınma ise genellikle kalkınma halindeki ekonomilerde bütün kesimlerin, birlikte, aynı zamanda geliştirilmesidir (İlkin, 1988: 80). Aynı anda ve ekonominin birçok sektöründe birden başlatılacak yatırımın, birbirlerini karşılıklı besleyip destekleyerek, bir taraftan piyasanın sınırlarını genişletecek (iç pazarın oluşması) diğer taraftan da piyasaya dinamizm kazandıracaktır. Böyle bir süreç bir kere harekete geçince, verimlilik artışını da hızlandıracak, dengeli ve kapsamlı bir yatırım projesinin söz konusu olmadığı duruma göre bir dizi israfı ve verimsizliği de ortadan kaldıracaktır. Ekonomiye bir kere ilk hız verildi mi, ekonomi gerekli olan dinamizmi kazandı mı, yeni yatırımların kendiliğinden harekete geçmesine imkan veren, kendi kendine işler hale gelen bir süreç yaratılmış olacaktır (Başkaya, 2000: 59).

Gelişmekte olan ülkelerde kalkınma sürecinde her türde kaynak kıtlığı nedeni ile ortaya çıkan başarısızlıklar, dengeli kalkınma doktrininin önemli bir eleştirisi olarak ortaya çıkmıştır. Dengeli kalkınma eleştirileri çoğunlukla yatırım programı ve tamamlayıcı faaliyetlerin genişlemesinin önemini reddetmez. Ancak özellikle sermaye, girişimci ve diğer kaynakların yetersiz olması, yatırımların istenilen düzeye çıkarılmasına ve yaygınlaştırılmasına engel olmaktadır (Tüylüoğlu ve Çeştepe, 2004: 57).

Dengesiz kalkınma görüşü ise dengeli kalkınma modelinin gerçeğe uymadığı gerekçesiyle ortaya çıkmıştır. F. Perroux, ekonomik olaylara Neoklasiklerden farklı bir açıdan yaklaşmış ve ekonomilerin eşitsizliğin, hiyerarşinin ve dengesizliğin içinde olduğu noktasından hareket ederek bu niteliklerin ortadan kaldırılmasını değil, onlardan yararlanılmasını savunmuştur (İlkin, 1988: 96).

Hirschman, dengeli kalkınma modeline en kapsamlı eleştiriyi yönelterek, bu modele alternatif olarak, ekonominin kendini besleyen bir büyüme sürecine girebilmesi için izlenmesi gereken yolun, yatırımların ekonominin sektörleri arasında bir denge gözetilmeden gerçekleştirildiği dengesiz kalkınma modeli olduğunu ileri sürmektedir (İşgüden, 1995: 155). Çünkü dengeli kalkınma, azgelişmiş ekonomilerde durgunluğa yol açacak ve gelişme hızının düşmesine neden olacaktır (Dinler, 1994: 397).

Hirschman’a göre dengeli kalkınma modeli esas olarak, bir ekonominin iki farklı zamanda çekilen fotoğraflarını karşılaştırmalı statik bir analizle incelemektedir. Oysa bu statik durum, ekonomide eşitsiz bir şekilde gelişen bir veya bir kaç sektörün, diğer sektörler tarafından izlendiği, dengesizliğe dayalı bir sürecin sonunda ortaya çıkmaktadır. Eşitsiz gelişen sektör veya sektörlere diğer sektörler ulaştığında farklı sektörler yeniden eşitsiz gelişmeyle öne çıkacaktır. Dolayısıyla kalkınma süreci, birbirini takip eden bir dizi dengesizliğin yer aldığı dinamik bir süreçtir (İşgüden, 1995: 155).

Hirschman, azgelişmiş ülkelerin temel sorununu üretim faktörleri arzının inelastik ve iç piyasanın sınırlı olmasına bağlamaktadır. Yazara göre, tüm sektörlere eşit oranda büyümelerini sağlayacak şekilde yatırım yapılması ve sektörler arası tamamlayıcılığa tam anlamıyla uyulması, bu sektörlerdeki firmaların optimum ölçeğin altında faaliyet göstermesine, dolayısıyla kaynak dağılımında etkinsizliğe yol açacaktır (Altay, Gacener ve Çatık, 2004a: 17). Buna karşın başlangıçta, sürükleyici güce sahip olan sektörün gelişmesine öncelik verilirse, ekonomiye bir dinamizm gelecek ve tüm ekonomi hızla gelişecektir (Dinler, 1994: 397). Hirschman’ a göre bu öncü sektörün sürükleyici olabilen ve bunun için de ileri ve geri bağlantıları yüksek olan bir sektör olması gerekmektedir (Tüylüoğlu ve Çeştepe, 2004: 58).

Sonuç olarak, dengesiz kalkınma stratejisine göre politika sorunu dengesizlikleri ortadan kaldırmak değil, tam tersine dengesizlikleri yaratmaktır. Bu süreçte sektörlerin etkili bir şekilde sıralanması, kalkınmanın engellerinin doğasına bağlı olarak, bölgeden bölgeye ve ülkeden ülkeye değişebilecektir. Bununla beraber

karar verme ve uygulama açısından temel yaklaşım aynı kalacaktır (Tüylüoğlu ve Çeştepe, 2004: 58).

5. Bağımlılık Teorileri

Uluslararası Bağımlılık Teorileri, 1960’lı yılların ortalarında özellikle Üçüncü Dünya entelektüelleri arasında artan bir destek kazanmıştır. Bu teoriler, Üçüncü Dünya ülkelerini kurumsal, politik ve ekonomik rijitliklerin bir yansıması olarak değerlendirerek bu ülkelerin, zengin ülkelerle olan bağımlılık ve baskı ilişkisi dahilinde meydana geldiğini kabul etmektedirler (Yavilioğlu, 2002: 61).

Prebisch tarafından Latin Amerika’da kurulan, Üçüncü Dünya ülkelerinin farklı yapısal problemlerine dikkat çeken ve Yapısalcılık olarak adlandırılan bu düşünceye göre, azgelişmiş ülkeler sadece gelişmiş ülkelerin ilkel bir versiyonu değildir. Bu ülkelerin azgelişmişliğine neden olan kendilerine has bir takım ayırt edici özellikleri bulunmaktadır. Üçüncü Dünya’nın en önemli ayırt edici özelliklerinden biri, sanayileşmelerinin endüstrileşmiş batı ülkeleri ile yan yana ve ticari olarak bağımlı bir durumda ortaya çıkmak zorunda olmasıdır. Gelişmiş ülkelerin başlangıçta karşı karşıya olmadığı böyle bir durum, azgelişmiş ülkelerde kalkınmanın farklı yapısal sorunlarının ortaya çıkmasına neden olmaktadır (Tüylüoğlu ve Çeştepe, 2004: 61).

Yapısalcı okulun analizlerini Marksizm geleneği içinde genişleterek; bağımlılık, sömürü ve eşitsiz mübadele kavramları ile açıklayan çok sayıda teori ve modeller oluşturulmuştur. Bunlardan biri, 1950’lerde ECLA (Latin Amerika Ekonomik Komisyonu) okulunun serbest ticarete karşı ithal ikameci (içe dönük sanayileşme) tepkisi ile temelleri atılan, 1960’ların sonunda varlığını gösteren ve 1970’lerde tam olarak şekillenen eleştirel “Bağımlılık Kuramı”dır. Bu kuram, iki kutup olarak dünya ekonomisinin düal bir görünümünü vurgulayan R. Prebisch’in “Merkez-Çevre” paradigmasının daha radikal bir tarzda ele alınmasıyla ortaya çıkmıştır (Tüylüoğlu, 2004: 260). Bununla birlikte bağımlılık ve yapısalcılık arasında önemli farklılıklar bulunmaktadır. Yapısalcılar argümanlarını geliştirirken geleneksel

iktisat bilimini referans almış ve ona güvenmişlerdir. Bağımlılık okulu düşünürleri ise geleneksel iktisadı referans almak bir yana, onu ciddi bir şekilde eleştirmişlerdir (Tüylüoğlu ve Çeştepe, 2004: 61).

Bağımlılık teorilerine P. Baran, C. Furtado ve O. Sunkel, F. Cardoso, E. Faletto, A.G. Frank, A. Emmanuel, S. Amin, T.D. Santos ve R.M. Marini gibi iktisatçıların geliştirdikleri teori ve modeller örnek olarak verilebilir. Bu düşünürlerin genel eğilimleri klasik Marksizm’den farklılaşsa da, etkisi ve yeniden yorumlanması olarak gelişmiştir. Bağımlılık teorilerinin genel varsayımları aşağıdaki şekilde sıralanabilir (Tüylüoğlu ve Çeştepe, 2004: 61-62):

1. Gelişmekte olan dünyanın çoğu ekonomileri ve toplumları, temelde hammaddelerin üreticileri ve endüstriyel ürünlerin tüketicileri olarak, küresel ekonomiye katılmış olduklarından dolayı açık ve kesin bir şekilde etkilenmişlerdir.

2. Buna bağlı olarak uluslararası işbölümü, gelişmiş dünyanın ekonomik ve siyasal gücü tarafından belirlenmiş ve sürdürülmüştür.

3. Yabancı çok uluslu şirketler tarafından egemenlik altına alınma gibi, giderek artan ölçüde güçlenen söz konusu küresel ekonomiye katılma eğilimi, Üçüncü Dünya’da yerel ekonomilerin çok ciddi bozulmalarına neden olabilir.

4. Bu ekonomik etkiler toplumsal ve siyasal alanlara bile yayılmıştır. Bağımlı uluslarda elitler, merkezdeki devletler ve ekonomik ortaklıklarla ittifak oluşturur ve onlar için “köprübaşları” olurlar. Yine bu elitler, toplumsal kaynakları monopolleştirmek için onların (merkezin) gücünü kullanırlar.

Bağımlılık teorisyenlerinden Santos’a (1970) göre bağımlılık, belirli ülkelerin ekonomilerinin bu ülkelerin bağımlı olduğu bir başka ülkenin gelişmesi ve yayılması tarafından belirlendiği bir durum anlamına gelmektedir. Bu teorinin en önemli düşünürlerinden Baran, azgelişmişliğin yerel (komprador) elitlerle metropol devletler arasında yer alan işbirliğinin tarihsel bir süreci olduğunu ileri sürmektedir.

Frank, merkez-çevre paradigmasını metropol-uydu kavramlarıyla açıklamaktadır. Kapitalist çelişkiler ve kapitalist sistemin tarihsel gelişimi çevre uydulardaki azgelişmişliği oluşturmuştur. Bu süreç, kendi uydularında üretilen ekonomik artıların metropolün kendi ekonomik kalkınmasında kullanmak için transfer edilmesi sürecidir ve bu süreç hala devam etmektedir. Frank’a göre, ekonomik gelişmişlik ve azgelişmişlik aynı paranın farklı yüzleridir. Her ikisi de, dünya kapitalist sisteminin iç çelişkilerinin çağdaş görünümünün zorunlu bir sonucudur (Tüylüoğlu ve Çeştepe, 2004: 62).

Bu grupta yer alan iktisatçılara göre, azgelişmişliğin nedenleri, ilgili ülkelerin tarihsel süreç içerisinde dünya kapitalist işbölümünde almış oldukları rollerde araştırılmalıdır. Azgelişmişlik, sanayileşmiş merkez kapitalist ülkelerinin dünya çapında genişleyip, çevre azgelişmiş ülkeleri etkilemeleri sonucu ortaya çıkan bir olgu olmaktadır (Tüylüoğlu ve Çeştepe, 2004: 62). Yani bu iktisatçılar geri kalmışlığın nedenlerini geri kalmış ülkeler dışında kabul etmektedirler (Yavilioğlu, 2002: 62). Dolayısıyla azgelişmişlik içsel değil dışsal bir olgu olarak kabul edilmektedir.

Kalkınma iktisadının ilk teorileri karşısında eleştirel bir yaklaşım olarak ortaya çıkan bağımlılık teorileri, devlet konusunda önemli sınırlamaları yoğunlukla işlemiştir. Dolayısıyla, devlete önem vermekle beraber, uluslararası sistemden bir kopma olmadığı durumda, kalkınmayı gerçekleştirebilme konusunda devletin gücüne karşı şüpheli ve eleştirel bir bakış açısı sergilemektedirler (Tüylüoğlu ve Çeştepe, 2004: 63).