• Sonuç bulunamadı

1. ENERJİ: KAVRAMSAL ÇERÇEVE

1.3. Enerji İktisadı ve Enerji Politikaları

1.3.2. Dünya‘da Enerji Politikaları

Buhar makinelerinin 1700‘lü yıllardaki keşfi ile başlamakta olan sanayi devriminin getirdiği makinelere hareket verecek ve makinelerin kullanımını sağlayacak enerji kaynak ihtiyaçlarını sorununu ortaya çıkarmıştır. Buhar makinesinin keşfedilmesiyle kömüre ihtiyaç duyulmuş ve 20. yüzyıla kadar da önemini korumuştur. Bunun yanında 19. yüzyıl ortalarından itibaren ise kömür ile birlikte gazyağına duyulan talep miktarında da önemli artışlar olmuştur.

Amerika kıtalarında 1850 yılından itibaren petrolün ışıklandırma alanlarında kullanılmasının keşfi ile birlikte petrolün keşfedildiği bu bölgelerde aniden petrol kasabaları, küçük ve büyük ölçeklerde petrol şirketleri kurulmaya başlamıştır. Kurulan bu şirketler, kendi aralarında rekabet yoluna giderek Amerikan petrol endüstrilerinin yolunu şekillendirmişlerdir. Bu şirketlerin en önemlileri arasında Standart Oil şirketidir ve bu şirketin sahibi de John D. Rockefeller‘dir. Rockefeller, iç savaş sonrasında kendine rakip olan şirketleri tek tek ortadan kaldırmış ve gaz yağı pazarının büyümesini sağlamış ve sonunda da kurduğu şirket olan Standart Oil Amerika petrol endüstrisinde tekel durumuna gelmiştir. Standart Oil 1900‘lü yıllara girildiğinde Amerikan petrollerinin %85‘lik kısmını ele geçirmeyi başarmıştır. 1911 yılında Standart Oil anti-tröst yasaları ve hükümetinde baskılarıyla birlikte birkaç ayrı parçalara bölünmüş ve şirketin yaklaşık yarısı Standart Oil New Jersey olan ismi Exxon, California Standart Oil olan isim Chevron, New York Standart Oil ismi de Mobil ismi altında ayrılmııştır (Yergin, 2007:108).

Günümüze kadar gelişen enerji politikalarının temel çıkış noktası, 1859 yılında ABD‘nin Titusville kasabasında keşfedilen petrolün bulunmasıyla başlamaktadır. Bu süre zarfında, günümüz dünyasında gerçekleşen enerji paylaşımı ve enerji darboğazları savaşlarına kadar süregelmiştir. Yüksek enerji kullanımına ve enerjiye dayalı yaşam şartlarıyla enerji kaynaklarının fazla olduğu ülkeler arasındaki farklılıklar, enerji kaynaklarının kullanılması, ulaştırılması ve paylaşımı hususlarında birkaç sıkıntılara olanak vermektedir.

sağlamış ve ―Bakünün Petrol Kralı‖ unvanını eline almıştır (Sarıahmetoğlu Karagür, 2007:92).

Petrol şirketleri 1. Dünya Savaşının başlamasıyla birlikte kendi menfaatlerini terkedip bağlı oldukları devletin menfaatlerini gözetmeye ve politikalar üretmeye başlamışlardır. Bu doğrultuda Osmanlı ve Almanya‘nın Bakü petrollerini ele geçirmeye yönelik hamleleri ve Rusya‘daki petrollerin batı ülkelerine taşınacak olan yolların ele geçirilmesi çoğu ülke ve petrol şirketlerini de sıkıntıya sokmuştur. Bu olaylar vuku bulurken İttifak Devletleri‘nin Ortadoğu ve Arab yarımadasında petrol rezervlerini ele geçirme planları yapmışlar ve uygulamaya sokmuşlardır. Bundan dolayı da bazı tarhçiler 1. Dünya Savaşını ―hammadde savaşı‖ olarak ifade etmişler ve savaşın kaderini belirleyen etken ise petrol rezervlerinin korunması ve ele geçirilmesi olmuştur.

1. Dünya Savaşı sonrası sanayileşmiş ülkelerin petrole duyulan ihtiyaçlarını kendi maddi çıkarları için kullanan petrol rezervlerine sahip ülkeler, petrolü millileştirme yoluna gitmişlerdir. Bunlara örnek olarak da İran, Meksika ve Sovyetler Birliği‘ni vermemiz mümkündür. Bu ülkelerin amaçları birbirine yakın olsa da millileştirme metotları birbirlerinden farklıdır. Kendi ülkelerinin yapılandırılması ve teknolojik olarak geliştirilebilmesi için de acilen sıcak paraya muhtaçlardı ve bunu da petrol imtiyazları ile giderilmesi mümkün olabilirdi. Bakü‘nün ele geçirilmesiyle birlikte casuslar yakalanmış, Bolşevik ihtilâli ile Sovyet Rusya‘da hükümete el konulmuştur. Ancak Bakü petrollerini ellerinde tutan Nobel, Shell ve Jersey şirketleriyle ittifak anlaşmaları yapılıp Sovyet Rusya‘da kendilerine karşı yapılacak tehditleri önlemeye çalışmışlardır. Sovyet Rusya‘da meydana gelen karşılıklı anlaşmazlık ve fiyat savaşlarından dolayı 1930‘lu yıllara girildiğinde Sovyet Rusya ile işbirliği yapmanın zor olduğunu anlamışlardır (Sarıahmetoğlu Karagür, 2007:131).

Almanya‘nın 2. Dünya Savaşı esnasında işgal edeceği endişesiyle Suudi Arabistan, Kuveyt ve İran gibi ülkelere kimse yatırım yapmadı, savaş dönemlerinde ekonomik sıkıntılar çeken ve en önemli gelir kalemlerinden birini oluşturan petrol gelirlerinden mahrum olmalarından dolayı bu ülkelerin hükûmetleri, savaş sonrası zengin petrol şirketleriyle kendi menfaatlerine uygun bir anlaşma yapma yoluna gitmişlerdir.

Zengin petrol şirketleri kendilerine düşen kârın büyük bir kısımlarını ellerindeki imtiyazları kaybetmemek adına bu devletlerin güdümüne vermek zorunda kalmışlar ve İngiltere ile ABD hükümeti Rusya‘da gerçekleşen komünistlik rejiminin yaygınlaşmaması amacıyla Ortadoğu ülkelerindeki petrol şirketlerine aşırı baskı politikası gütmüşlerdir. Bu perspektifte hem Sovyetler Birliğiyle komşu olması hem de İngiliz petrol şrketlerinin ellerinde tuttukları imtiyazlar dolayısıyla ve İran‘ın da önemli petrol rezervlerini elinde barındırıyor olması sebebiyle çeşitli oyunlar oynanan ülke pozisyonuna gelmiştir.

ABD 2. Dünya Savaşı esnasında müttefiği olan ülkelerin petrol ihtiyaçlarını temin ederken kendi ülkesinin petrole duyulan ihtiyacını gideremez duruma gelmiştir. Bu doğrultuda önce Kuveyt ve Suudi Arabistan petrollerinden daha sonra da Venezuella ve Meksika petrollerinden imtiyaz koparma teşebbüsüne girişmiş, Ortadoğu‘da komünist rejimin yayılmasını engellemek adına da daha etkin bir rol alma çabasına girişmiştir. ABD 2. Dünya Savaşından sonra ülke içerisinde giderek artan petrol ihtiyacını giderebilmek adına attıkları ilk adım, kendi ülkesinde mevcut olan petrolün çıkarılması işleminde çıkarılması düşünülmeyen doğalgazı evlerde ve sanayi alanlarında kullanılması ve güneyinde yer alan petrol rezervlerini ise ülke içerisinde dağıtımını sağlayacak bir şebeke oluşturarak petrole olan ihtiyacını azaltma yoluna gitmiştir. O zamanlarda petrolün dörtte bir fiyatına piyasada satılmakta olan doğalgazın ısınma ve diğer alanlarda kullanılması, petrol ihtiyacını bir nebze olsa azaltmış ve ülke ekonomisine rahat bir nefes aldırmıştır.

1967 yılında patlak veren Arap-İsrail savaşları ekonomik krizi tetiklemiş ve hızlandırıcı bir etki ortaya koymuş ve 1973 yılına girildiğinde petrol krizleri ortaya çıkmıştır. Bunun yanı sıra 1970 tarihinden itibaren Ortadoğu ülkelerinin neredeyse hepsi petrol şirketlerine el koyma girişimlerinde bulunmuşlardır. Örnek verecek olur isek; 1972 yılında Irak hükümeti ―Iraq Petroleum Company‖ şirketini tamamen millileştirme yoluna gitmiş, 1973 yılında ise bu sefer İran hükümeti ülkede faaliyet göteren petrol şirketlerini yalnızca idareci durumuna getirerek İran Milli Şirketi‘nin (INOC) kontrolüne bırakarak önemli adımlarda bulunmuştur. Basra Körfezi ülkeleri ve diğer Arap ülkeleri de petrol şirketleri üzerindeki

Arap-İsrail savaşlarının son bulmasının ardından ABD ve batı ülkelerine karşı petrolü siyasi bir silah haline dönüştürme düşüncesi hakim olmuş ve bu amaçla da OAPEC kurulmuştur. ABD ve batı ülkelerinin tek petrol kaynağı Ortadoğu olmadığından dolayı petrolün siyasi bir silah kozu pek fazla işe yarar bir sonuç vermemiştir. ABD olası bir kriz için Nijerya, Endonezya ve Venezuela gibi ülkelerden petrol temin ederek bir nevi tedbir almışlardır. Bunun yanı sıra petrol kozunu iyi kullanılamamasının önündeki en büyük üç engelden birincisi Arap ülkelerinin önemli gelir kalemlerinden birini oluşturan petrol gelirlerinden yoksun kalmayı göze alamamaları, ikincisi petrol fiyatlarının epey düşük olması, sonuncu engel ise uygulanması düşünülen petrol ambargosunda gereken dayanışma durumlarının yeterince güçlü olmamasıdır.

1991 yılında SSCB‘nin dağılmasıyla birlikte ABD tek süper güç olarak global dünyada yerini alırken, dünya sistemi üzerinden büyük değişiklere sebep olan iki kutuplu dünya sisteminden tek kutuplu dünya sistemine geçilmiştir. Tek kutuplu sistemde ABD hegemonyasının ezici üstünlüğü neticesinde birçok ülkenin varlığı tehlikeye girerken, bunun dışında tek kutuplu dünya sistemi de tartışılmaya başlamıştır (Brzezinski, 2005:42).

SSCB‘nin parçalanmasıyla birlikte Hazar Havzası enerji piyasasında yer bulmaya başlamıştır. Coğrafi ve yeraltı rezervleri bakımından Hazar Havzası, Çin, Türkiye, İran, Rusya ve birçok petrol şirketlerinin cazibe merkezi haline gelmiştir. Bu bölgede tahmini olarak 236-337 tcf doğalgaz bulunduğu ve arama çalışma faaliyetleri sonunda 564-665 tcf gibi bir miktara ulaşacağı, ayrıca 178-235 milyar varil petrolün varlığı söz konusu olduğu düşünülünce; Hazar Havzasının ne kadar geniş bir doğal zenginliğe ulaştığının önemi iyice anlaşılmaktadır. Tahmini rakamlarla Hazar‘daki gaz rezerv miktarı, Ortadoğu ülkelerinde mevcut bulunan gaz miktarının %25‘ine denk geldiğini söylenilmektedir (Bilgin, 2005:19-20).

1990‘lı yıllarda küresel ısınma daha belirli bir hale gelmiş, Kyoto ve Rio süreçleri ile yenilenebilir enerji kaynaklarına duyulan politikaların önemi artmıştır. Ülkeler uyguladıkları enerji politikalarında uzun dönemli olarak toplam enerji tüketimi içerisinde yer alan yenilenebilir enerji kaynaklarının payını %20 düzeylerine indirecek enerji politikaları hazırlama girişimine yönelmişlerdir. Bu doğrultuda rüzgâr, güneş ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarından enerji elde

edilmesi çalışmalarını hükümetler de desteklemeye ve mali bütçelerinde ödenek ayırmaya başlamışlardır, bu hususta en önemli desteği ise AB ülkeleri vermişlerdir (Şahin, 2006:91).