• Sonuç bulunamadı

B. MAKALENĠN ÖZETĠ

III. DÂRÜLELHÂN’DA MÛSĠKÎ ISTILÂHÂTI

A. MAKALENĠN LATĠN HARFLERĠNE ÇEVĠRĠSĠ

Mûsikîmizin büsbütün düçâr-ı inhitât olmaktan kurtarılması için bu nefîs sınâatın ihtiyâc-ı zamâne göre terakkisi esbâbını hazırlayacak bir müesseseye çoktan beri ihtiyaç hissolunmakta idi. Mamâfih bu gibi umûra teĢebbüs-i Ģahsînin adem-i kifâyeti bid- defâat tecrübe edildiği cihetle mûsikî husûsunda dahî terakkî-perver hükûmetimizin lutf-i delâletini beklemekten baĢka bir çâre bulunamamakta idi. Nihayet Maârif Nezâreti –icraât-ı meĢkûresi sırasında - bu iĢi de dûĢ-i hamiyyetine aldı, mûsikîye ait mesâil ile iĢtiğal etmek üzere evvel emirde bir (mûsikî encümeni) teĢkil ettiği gibi müahharan bir de (Dârülelhân) açtı.

2 Kânûnisânî 1332 tarihli Takvîm-i Vakâyi„ ile neĢredilen tâlimatnâmesine bakılınca mûsikî encümeninin Ģimdilik küçük mikyasta bir mûsikî akademisi vezâifini ifâ etmesi, Dârülelhân‟ın da dört sınıflı bir mûsikî mektebi ve tabîr-i garbiyyesiyle bir << konservatuvar>> Ģeklinde açılarak bunda talebeye fenn-i mûsikînin amelî ve nazarî bütün mebâhisi gösterilmesi lâzım gelir idi. Yine bu tâlimatnâme icâbınca encümen-i mûsikî, mükellef olduğu vezâif-i mütenevvia meyânında muvakkit bir risâle neĢr edilecek ve bu risâlelerle encümenin ne gibi tedkîkât ile meĢgul olduğu anlaĢılacak idi.

Mûsikî encümeninin teĢekkülünden beri iki sene olduğu, Dârülelhân‟ın sene-i devriyye-i küĢâdının hulûlüne de pek az bir zaman kaldığı halde ne encümenin tarz-ı mesâisine ve ne de mektebin küĢâd ve derslere mübâĢeret edildiğine dâir bir Ģey iĢitilmediğinden hasbel-merak bu bâbda biraz tahkîkât icrâ ettik. Aldığımız ma„lûmâta nazaran Dârülelhân‟ın küĢâdını müteâkib birinci sınıfı bi‟t-teĢkil müretteb programa tevfîkan tedrisât-ı icrâsı icâb eder iken , Ģimdiye kadar derslere baĢlanamamıĢ ve yalnız (fasl-ı umûmî) nâmı verilen heyete kırk kadar hânende ve sâzende kaydedilerek bunlara (yegâh) ve (Ģehnaz buselik) fasıllarının meĢkiyle vakit geçirilmekte bulunmuĢtur. Bu ma„lûmat karĢısında cidden mütehayyir kaldık; zirâ kanaât-ı kaviyyemiz bu merkezdedir ki Maârif Nezareti‟nin (Dârülelhân) açmaktan maksadı, eski usûldeki mûsikî meĢkhânelerini resmen ihyâ ile (fasl-ı umûmi) nâmı altında (yegâh) faslından :

Piyâle elde ne dem bezmime habîb gelir

ġevklere mâye ömre sermâye tenlere candır Canda mihmandır ya meded ah ah habîb gelir

nagamâtıyla icrâ-yı âhenk edecek bir ince saz takımı yetiĢtirmekten ibaret değildir. Maahâzâ arası çok geçmeden meĢkhâne usûl-i kadîmesinde dümtekzen olmaktan bir Ģey istifade edilemediğini talebe pek âlâ anlamıĢ ve programı mûcibince tedrisâta baĢlanmasından da kat‟-ı ümid etmiĢ olmalı ki birer ikiĢer devamdan vazgeçenler çoğalmıĢ ve bu hâlin neticesi olarak Dârülelhân‟ın zükûr kısmındaki talebenin adedi dört beĢ kiĢiye tenzil etmiĢtir. Dârülelhân‟da sınıf teĢkiliyle tedrîsâtın adem-i icrâsı seferberlik dolayısıyla talebe fıkdânına mahmul olamaz zannındayız. Çünkü mektebin küĢâdında kırk kadar talebenin kaydedilmesi bunların askerlikle alâkası olmayan kimseler olduğunu göstermektedir.

Dâr-ı mezbûrun inâs kısmındaki tâlibâtın adedi binnisbe daha çok olduğu iĢitilmekte ise de tahkîkimize nazaran orada dahî program dâhilinde bir gûne tedrisat icrâsı olmayıp yine <<meĢkhâne>> usulünde ve alel-ekser güfteleri bazı parçalar meĢk edilmekte, biraz da nota ve âlât-ı mûsikîyye dersleri verilmekte imiĢ.

Dârülelhân‟ımız bu halde olmakla beraber mûsikî encümeninin iki senelik hayât-ı mesâiyesinde mûsikî muhiblerinin sabırsızlıkla beklediği semerât iktitâf olunamamıĢtır. Bu sebepten nâĢîdir ki geçenlerde gazetelerde görüldüğü üzere Ġstanbul mebus-ı muhteremi Salâh Cimcöz Bey meclis-i millîmizde Osmanlı mûsikîsinin temin ve terakkîsi esbâbının lüzûm-ı istikmâline dâir pek muhikk bazı mütalaât ve temenniyât serdetmiĢtir.

Filhakîka encümene dâhil zevâttan en muktedirlerinin istifâ etmiĢ veya devam etmemekte bulunmuĢ olmalarına bakılırsa encümenin maksad-ı teĢkîli fevt olduğuna hükmedilebilir. Bu bâbda mukni‟ bir delil olarak (Âti) nin 27 ġubat tarihli nüshasında münderic (Mûsikî Istılâhâtı) ünvanlı makâleyi göstereceğiz. Bu makâlenin bir nebze teĢrîh-i münderecâtı encümende ne kadar bî-sûd ve hatâ-âlûd iĢlerle iĢtiğal edildiğini isbât edecektir.

Kâriîn-i kirâmın hâtır-niĢânı olacağı vechiyle sâhib-i makâle Ziya PaĢa Hazretleri, asırlardan beri kütüb-i mûsıkiyyede müsta‟mel ve kısm-ı azamı kendi eser-i ihtirâımız olmayıp esâtize-i sâlife tarafından mevzu ve müstekar bulunan ıstılâhât-ı mûsikîyyeye köhneleĢmiĢ nazarıyla bakılmasını ve bunların yerine daha münâsip zan ettiği bir takım tabîrât-ı nâĢinîdenin isti‟mâlini teklif ediyor idi. Araplar (Lâ nizâ„ fi‟l-evzâ„, ve lâ

münâkâĢa fi‟l-ıstılâh) derler; evvel emirde biz bu kavle ittibâan PaĢa‟nın itirâzlarını sukût ile geçiĢtirmeyi daha muvâfık bulmuĢ idik. Ancak bazı muhibbânımızın iltimâsı üzerine ilk fikrimizde sebât kâbil olamadı. Binaenaleyh câlib-i itiraz olan ıstılâhâtın en mühimlerini numara tahtında yazıp her biri hakkında cevaplarımızı ayrı ayrı arz edeceğiz.

1- (Oktav) mukâbili (Bu„d-i zülküll) denilmeyip (müsemmene) denilmeli imiĢ. ج-( Bu„d-i zülküll) ıstılâhının ilk vâzıı Türkler‟in en büyük mûsikî nazariyecisi

olan hakîm-i Ģehîr (Fârâbî) dir. MüĢârün ileyh mûsikî nazariyâtını Yunân-ı kadîm lisânından Arapça‟ya naklederken <<eb„âd-ı mûsıkiyye>> bahsinde (Diyâtesâron) ve (Diyapenti) tabîrâtına mukâbil (Bu„d-i zülerba„a) ve (Bu„d-i zülhams) ve (Diyapason) tabîrine mukâbil de (Bu„d-i zülküll) ıstılâhını vaz‟ etmiĢtir. ġark müellifleri bunun medlûlünü (Eyi‟l-bu‟dillezî yeĢtemilü alâmecmû„i nagâmat medârü‟l-elhân ) diye izah ederler ki kadîm Yunânîlerin bu bu„da -Ģimdikiler gibi- (oktafonia) demeyip ber-vech-i ma‟rûz (Diyapozon) tesmiye etmeleri aynı sebepten ileri gelmektedir. (Diyapozon) tabirini ibtidâ Latinler –maksad-ı vaz‟ını anlamayarak- sehven (oktavâ) kelimesiyle lisanlarına nakil etmiĢler, Fransızlar da aynen alarak (oktav) demiĢlerdir. Halbuki Fransız müsteĢrikleri bu bâbdaki hatâyı bildiklerinden (oktav) kelimesini indel-îcâb (samene) ve (müsemmene) gibi tabirlerle tercüme etmeyip mukâbilinde dâima (Bu„d-i zülküll) tabirini kullanmakta ve Arapça‟dan Fransızca‟ya tercüme esnâsında dahî (Bu„d- i zülküll) ıstılâhâtına mukâbil en doğrusu olarak (Enterval döto) demektedirler.

Bu bahiste vehleten muhikk gibi görünen Ģöyle bir itiraz vârid-i hâtır olabilir; beĢ nağmeyi hâvî olan mesela (la- mi) bu„dına ne için (Bu‟d-i zülküll) deniliyor da (la-la) bu„dına ne için bu„d-i zülsemâniye yahud Ziya PaĢa‟nın teklifi vechiyle (müsemmene) denilmiyor biraz düĢünülünce bu itirazın cevabı bi‟s-suhûle bulunabilir. (la-mi) bu„du filhakika yek diğerine hiç müĢâhebeti olmayan <<beĢ>> nağmeden mürekkeb ise de (la-la) bu„di ona mikyâs olup bunda birbirinin nazîri olmayan ancak << yedi >> nağme mevcuttur; sekizinci nağme ise birincinin tiz mukâbili olarak mıstarda tekrar gelmiĢ bir nağmedir ki te‟lif-i elhânda her zaman birincinin makâmına kâim olabilir. Ve bu itirazla (Zülküll) bu„duna nazariyemizde hakiki << sekiz >> nağmeyi müĢtemil bir bu„dı nazarıyla bakılmaz. Binaenaleyh bin seneden beri mevzû ve Ģark ve garpta ma‟ruf ve müsta‟mel bulunan (Bu„d-i zülküll) ıstılâhı yerine sekiz köĢeli ve sekiz renkli nesne

mânâsına geldiği kâmûsta musarrah (müsemmene) lüğatının ikâmesi cidden bîlüzumdur.

2- Garbiyyûnun eskiYunânîlerden aldığı (gam) lafzına mukâbil (muvâtire) denilmesi münâsip imiĢ.

ج- Bir kere (Gam) lafzının Yunânîlerden alındığı ifâdesinde yanlıĢlık vardır. Hakikat-i hâl Ģu merkezdedir ki Yunânîler mûsikî nağmelerini elif-bâ harfleriyle gösterirler ve nazariyeleri icâbınca Ģimdi bizim (lâ) dediğimiz nağmeyi (Alfa) ile iĢâret ederler idi. Muahharan Latinler Yunan tarzını kabul etmiĢler ise de kendi nazariyelerine göre (la) dan evvel bir de (sol) ilavesi iktizâ ettiğinden Yunan elif-bâsına bilmürâcaâ silsile-i esvâtın baĢına Yunânîler‟in (gama) dedikleri harfi koymuĢlardır. ĠĢte silsile-i nagamâtın baĢında (gama) harfinin bulunması ve bilâhere bu silsileye –iddia edildiği gibi << garbiyyûnun>> değil- yalnız Fransızların (gam) tesmiye etmelerini mûcib olmuĢtur. Almanlar ise bu makâmda (ton layter) demektedirler.

Dâî-i itirâz olan (mıstar) tabirine gelince, biz bunu 845 tarihleri ricâlinden (Hızır bin Abdullah)‟ın nâdirün-nüsha bir te‟lifinden gördük. Müellif bu ıstılâhın vâzıı (ġeyh Safiyüddin Abdul-mümin) olduğunu söylüyor. (Satır) kelimesinin manâ-i lügavisi (Sıra) olmasına göre (tabiî nağmelerin bir sıraya dizilmesinden hâsıl olan heyete) mıstah vezninde (mıstar) ıtlâkı pek münâsip olduğuna Ģüphe yoktur.

AnlaĢılan muterizimiz kelimeyi mîmin kesriyle ism-i âlet sîğasında okumuĢ olmalı ki (mıstar) yazıyı doğru yazmak için kullanılan âletin ismidir diyerek itirâza kalkıĢmıĢtır.

Kâmûsa nazaran (Müvâtere), vav‟ın kesriyle tek tek olmak manâsına gelen (Vitr) den me‟hûz olup beynlerinde fasl ve fetret olmak Ģartıyla eĢyâ-i müteaddideyi birbiri ardına getirmek manâsına imiĢ; bu sebeple bir gün imsak ba„dehu bir ya iki gün iftâr ile sâim olmağa Araplar (Müvâtiretü‟s-savm) derlermiĢ. Bu mânâya gelen kelimenin alel- husus mastar sîğasında olduğu halde (gam) mukâbili konulmasındaki hikmet ve münâsebet Ģark ve garpta kimsenin anlayacağı Ģeylerden değildir.

3-(tampere)‟ye (memzûc) yâhud (ma„dûl), (tamperaman)a (mezâc), (Son fundâmentâl)e de (sâriye) denilmeli imiĢ.

ج- (tampere) ve (tampereman) mukâbilleri olarak hikmetĢinâslarımız tarafından (mutedil) ve (itidâl) tâbirleri kullanılmakta olduğu gibi aynı tabîrât mûsikî Ģinâslarımızca da kabul edilmiĢ olmasına nazaran bunların memzû ya madûl, mezâc gibi

ez-her-cihet gayr-i münâsip elfâz-ı acîb ile istibdâl zâiddir. Hele (sûn fundâmentâl) için Ģimdiye kadar (savt-ı esâsî) tabîrine me‟nus ve zebânzed iken bunun yerine <<… ve ayağına.>> denildiği kâmûsun Ģehâdetiyle sabit (sâriye) tabîr-i nâĢinîdesinin ikâmesi kimsenin hoĢ göremeyeceği ihtirâ„lardan olsa gerektir.

Muterizimiz (4) numaralı hâĢiyesinde (mu„tedil mıstar) ıstılâhı Fransızca‟ya tercüme edilince (gam modere) denilmek lâzım gelir ise de kendisinin Fransızca‟da böyle bir tabîre tesâdüf edemediğinden bahsediyor. Cevaben diyoruz ki filhakika Fransızca‟da böyle bir tabîri biz de görmedik; mâmâfih taht-ı riyâsetlerindeki encümen- i mûsikî tarafından kaleme alınıp Takvîm-i Vakâyi‟e dercedilen Dârülelhân programında (gam modere) tabîri aynen mündericdir Ģu halde bu tabîrin kimin eser-i icâdı olduğunun tedkik ve izâhı bittabiî encümene aittir.

4- Diyatonik, kromatik, anarmonik kelimeleri için mürettep, müĢevveĢ, müdğame ıstılâhlarının vaz‟ı münâsib imiĢ.

ج- Erbâbına malumdur ki mûsikî nazariyemizde ecnâs (janr) nâmıyla dakik bir bahis vardır. Bu bahis aynen Yunân-ı kadîm mûsikîsinden alınmıĢtır. BaĢlıca üç kısma ayrılan ecnâs-ı mûsıkiyyeye Yunanlılar Diyatonikan, Kromatikus, Anarmoniyan derler idi ki bu tabirlerin -esbâb-ı mûcibesi nazariyât kitaplarında muharrer olduğu üzere- yine (Fârâbî) merhum tarafından pek musib olarak (kavî), (levnî) ,(râsim) diye tercüme edilmiĢ ve o tarihten beri bunları değiĢtirmek hiçbir müellif-i mûsikînin hâtırına gelmemiĢtir. Emin olmalıyız ki Ģimdi bunların tebdîliyle ez ân cümle (levnî) yerine (müĢevveĢ) denilmesi teĢevvüĢ-i efkârdan baĢka bir fâideyi mucib olmaz ve bu hareketimizle ancak mâzî-i mûsikîmizden ne derece bîhaber bulunduğumuzu göstermiĢ oluruz.

5- (Modülasyon) mukâbili (tercî„); (nüans) mukâbili de (halfe) denilmeli imiĢ. ج- Muterizimiz kütüb-i mûsikîyyeye mürâcaat etmiĢ olsa idi bu lafzın (tercî„ der ıstılâh ehl-i âlât-ı zevâtü‟l-evtâr husûsân mübâĢerât-i ûd ânest ki…. Ġlâ âhir) ibâresiyle ne sûretle tarif edildiğini ve bu tariften meselâ (nevâ) teli üzerinde seyr olunur iken mızrabın bazen (yegâh) teline de urulmasına (tercî„) denildiğini anlar ve böyle büsbütün baĢka manâya mevzû„ bir ıstılâhın (modülasyon) mukâbili olarak vaz‟ını teklif etmez idi. (Nüans) mukâbili öteden beri (furûk) kelimesi müsta‟mel iken (halfe) ta„bîr-i gayr-i me‟nûsunu kabul ve isti‟mâl edecek mûsikî müellifi güç bulunur zannediyoruz.

Ziya PaĢa hazretlerinin makâlesinde teklif edilen ıstılâhâtın nefsü‟l-emre derece-i mütâbakatı hakkında bir fikir vermek için bu kadar izahâtı kâfi addediyoruz. Doğrusu hiçbirinde isâbet edilmeyen diğer ıstılâhatları da hadde-i tenkîdden geçirecek olsak makâlemiz iki misli daha uzayacaktır. Kaldı ki (opera) ve (piyano) lafızlarını tercümeye kalkıĢmak kabîlinden olarak (diyez) ve (bemol) mukâbili (irtifâî) ve (inhitâtî) denilmesini, (ton majör) ve (ton minör) mukâbili mine‟l kadîm mevzu‟ bulunan (tanînî) ve (mücenneb-i kebîr) ve ( mücenneb-i sağîr) ıstılâhatları yerine (târe-i kübrâ) ve (târe-i suğrâ) (ton komper) için ( ) gibi ıstılâhların ikâmesini münâsip görecek kimseyi tasavvur edemiyorum. Makâlenin nihâyetinde notanın lisanımız gibi sağdan yazılması (fa diyez) in notalara iĢaret edilip edilmemesi meselelerinden dahî bahsolunmakta ise de bunların mûsikî ıstılâhatına taalluku görülememesine ve zâten bu gibi misâlin salâhiyettâr nazariyeciler arasında münâkaĢası icâb-ı halden bulunmasına binâen makâlenin bu fıkraları cevap itâsından müstağnî addedilmiĢtir.

Cevâbıma hitâm vermezden evvel Ģurasını da arz edeyim ki Maârif-i Umûmiye Nezâreti iki sene mukaddem (Istılâhat-ı Ġlmiyye Encümeni) nâmıyla bir heyet-i ilmiyye teĢkil etmiĢtir. O zamandan beri muntazaman çalıĢan bu heyet azâsı meyânında Ģuûbât-ı ulûmün hemen kâffesinde mütebahhir zevât bulunduğu gibi bir de mûsikî mütehassısı vardır. Bununla beraber ahîren encümence ittihâz olunan bir karar mûcibince rey ve fikrinden istifâde edilmek üzere mûsikî Ģubesinde dahî sâhib-i salâhiyet bir zât-ı muhterem encümenin muhâbir azâlığına intihâp edilmiĢ ve müĢârün ileyhde intihâb vâki‟i kabul edilmiĢtir.

Istılâhât-ı ilmiyye encümeninin arîz ve amîk tetebbuâtı neticesinde vaz‟ını tensîb ettiği ıstılâhâtın Nezâret-i müĢârün ileyhce tab„ına baĢlanmıĢ ve Ģimdiye kadar on dört fırkası neĢredilmiĢtir. Mûsikî encümenin böyle kendi kendine ve hiçbir esâs-ı musîbe müstenid olmayarak ıstılâhlar vaz‟ına teĢebbüs etmesi herhalde nezâret-i celîlenin maksadı olan tevhîd-i ıstılâhât-ı ilmiyye mesele-i mühimmesiyle kâbil-i te‟lif değildir zannındayız.

Muterizimiz makâlesinin ibtidâsında kendisinin münâkaĢâdan tevakkîye meclûb olduğundan bahsediyor. Filvâki„ biz de aynı fikirde olduğumuzdan ifâdât-ı hâlisânemizin bihakkın hüsn telakkî edildiğini görmez isek fâidesiz bir münâkaĢanın devam etmesi için itirâzât-ı âtiyelerinin cevapsız kalacağını Ģimdiden arz ederiz.

B. MAKALENĠN ÖZETĠ

Rauf Yektâ bu makâlede mûsikînin, geliĢen dönemin Ģartlarına uyum sağlayacak ve bu güzel sanatın ameli ve nazari olarak bir mûsikî akademisinde yürütülmesinin gerekliliğini belirtmiĢtir. Maarif Nezareti tarafından önce bir mûsikî encümeni kurulup ardından da Dârülelhân eğitime baĢlamasına rağmen aradan iki yıl geçmiĢ ancak ne encümenin herhangi bir çalıĢmasına ne de mektebin derslere baĢladığına dair bir Ģey iĢitilmemiĢtir. Rauf Yektâ Bey‟in yapmıĢ olduğu araĢtırmalar sonucunda, bugünkü adıyla konservatuvardaki eğitime yaklaĢık 40 kiĢilik hânende ve sâzendenin alındığını , bu akademinin bir eğitim kurumu gibi çalıĢmadığını aksine bir meĢkhâne gibi devam ettirildiğini görmüĢtür. Rauf Yektâ Bey bunda, eğitime baĢlayan Dârülelhân‟ın kısa sürede öğrenci kaybına uğradığını bu öğrencilerin sayısının dört beĢe kadar düĢtüğünü, bu zaman zarfında sadece yegah ve Ģehnaz bûselik fasıllarının geçildiğini belirterek Dârülelhân‟ın maksadının dıĢında bir vazife gördüğünü belirtmiĢ ve bundan duymuĢ olduğu rahatsızlığı vurgulamıĢtır.

Ayrıca Rauf Yektâ Bey bu makâlesinde, Âti gazetesinin 27 ġubat tarihinde Ziya PaĢa tarafından yazılmıĢ olan “Mûsikî Istılahâtı” adlı makâlede onun bazı mûsıki tabirlerinin kullanılmasını teklif ettiğini belirtmiĢtir. Rauf Yektâ bu terimlerin eksik ve yanlıĢ yönlerini belirtip bunların doğrularını kaynaklarıyla göstererek yanlıĢlıkların düzeltilmesini teklif etmektedir. Ziya PaĢa‟nın kullanmıĢ olduğu bazı terimlerin, günümüzde kullanılan oktav, gam, tampere, diyatonik, kromatik, anarmonik gibi mûsikî terimlerinin tam karĢılığı olmadığını gerekçeleriyle açıklamıĢtır. Ve makâlenin sonunda Ziya PaĢa‟nın bu makâleye cevap vermesi halinde bundan böyle kendisine herhangi bir cevap vermeyeceğini ve bu tartıĢmayı uzatmayacağını belirtmiĢtir.