• Sonuç bulunamadı

Sürdürülebilirlik kavramının kamu harcamaları ve vergilendirme politikaları ile ilişkili olması sebebiyle ödeyebilme gücüne bağlı olduğu düşünülmektedir. Borç veren yabancı yatırımcıların kararlarının yanı sıra kamu ve özel sektörün tasarruf ve yatırım kararları arasındaki etkileşimi yansıttığı için cari işlemler açıklarının sürdürülebilirliğini tanımlamanın oldukça karmaşık olduğu belirtilmiştir (Milesi- Ferretti ve Razin, 1996: 3).

Cari işlemler açıkları geçici olduğu zaman daha az sorun oluştururken büyük ve kalıcı olduğu zaman ekonomi üzerinde ciddi problemlere neden olduğu belirtilmektedir. Özellikle uzun vadede bu açıkların yurtiçi faiz oranlarının artmasına, devalüasyon ve daha sıkı makroekonomik politikalar gibi önemli makroekonomik dengesizliklere neden olduğu da ifade edilmiştir (Baharumshah vd. 2003: 466). Fakat cari açıkları kapatmak amacıyla temin edilen kaynakların verimsiz olan alanlara yatırılmış veya tüketimi artıracak şekilde kullanılmış olması durumunda, cari işlemler dengesinde meydana gelen küçük bir açığın bile tehlike oluşturabileceği ileri sürülmektedir (Subaşat, 2010: 9).

Belirli bir sınırın üzerinde gerçekleşen cari açıklar tehlikeli olarak görülüyor olsa da cari işlemler açıklarının ciddi bir sorun olmaya başlamasına cari açıkların GSMH’ya oranları, ne kadar süredir olduğu, dış borç miktarları, ülkenin ihracat hacmi gibi değişkenlerle karar vermenin doğru olmadığı belirtilmektedir. Çünkü sürdürülebilirliğin ülkelere göre değişiklik gösterdiği ifade edilmektedir (Subaşat, 2010: 9).

Bütün ülkeler için cari işlemler açıklarının sürdürülebilirlik seviyesi aynı değildir, ülkeden ülkeye farklılık göstermektedir. Yatırımcıların portföy kararları ve büyüme oranları da sürdürülebilirliği etkileyen başlıca etkenler olarak belirtilmektedir (Edwards, 2001: 16).

Cari açıklar borç yükü getirmeyen dış kaynaklarla finanse ediliyorsa bu durumda cari açıkların sürdürülebilir olduğu düşünülürken bu açıkların finansmanının borç yükü oluşturan ve de kısa vadeli dış kaynaklarla karşılanması

durumunda ise sürdürülemez olduğu ve de tehlike arz ettiği düşünülmektedir. Ayrıca cari açıkların sürdürülebilirliğinin ülkelerin dış borç yükümlülüklerine ve de bu yükümlülükleri ödeyebilme güçlerine yani dış borçların sürdürülebilirliğine bağlı olduğu da ileri sürülmektedir (Yapar Saçık ve Alagöz, 2010: 115).

Cari işlemler açıklarının sürdürülebilirliği konusu alınan ödünç kaynakların kullanıldığı yerlere ve de dünya ekonomisi konjonktürüne de bağlı olarak görülmektedir. Yani cari fazla veren ülkelerin cari açık veren ülkelere kaynak transferi konusunda gönüllü olması durumunda cari açığın uzun bir süre sürdürülebilmesinden bahsedilmektedir fakat yine de bu bağımlılık ilişkisini sonsuza kadar götürmenin mümkün olmadığı da belirtilmektedir. Bir ülkede cari açıkları; ortaya çıkan riskleri biriktirerek, sorunları artırarak, uygulanması gereken çözümleri erteleyerek meydana gelen koşullar altında uzun yıllar sürdürmek mümkün olabilmektedir. Fakat bir kriz yaşanmadan cari açığın bu şekilde uzun bir dönem sürdürülmesi cari açıkların sürdürülebilir olduğu anlamına gelmemektedir (Subaşat, 2010: 9).

İKİNCİ BÖLÜM

DIŞ TİCARET, TEKNOLOJİ VE BÜYÜME BAĞLANTISININ EKONOMİ POLİTİĞİ

Teknoloji, felsefeciler, iktisatçılar, sosyologlar ve mühendislik ve de uygulamalı bilim tarihçilerinin doğal ortak görüş alanı olarak görülmektedir. Disiplinler arası araştırma, teknolojik gelişme ve onun toplum üzerindeki etkilerini daha iyi anlamaya yol açabilmektedir. Ancak bu karma yapı sebebiyle teknoloji geleneksel yaklaşımlardan farklı olarak nitelendirilmekte ve bunun sonucunda sadece metodolojileri değil temel terminolojileri de farklı hale gelmektedir. Tek bir disiplinde, örneğin iktisat biliminin kendi içerisinde bile farklı kavramsal yaklaşımlar mevcuttur, hatta teknolojinin evrensel bir tanımından bahsetmek mümkün değildir (Pearce and Pearce, 1989: 102).

Teknoloji kavramının kökeni incelendiğinde Yunanca techne ve logos kelimelerinin birleştirilmesiyle oluşturulduğu görülmektedir. Techne kelimesi hüner, sanat, yetenek ve bir şeyleri üretebilme gücü anlamına gelirken logos kelimesi ise akıl yolu ile bilgiye ulaşabilme anlamına gelmektedir. Bu durumda teknoloji ise, insanların yaşam pratiklerini geliştirebilmek amacıyla bilimsel bilgileri uygulamaya koyması olarak tanımlanabilmektedir (Turanlı ve Sarıdoğan, 2010: 12).

Teknoloji ile ilgili literatürde öne çıkan çeşitli tanımlar mevcuttur. Yapılan bazı tanımlamalara göre teknolojinin öncelikle iki tane bileşeni vardır. Bu bileşenlerden ilki; ürün, araç, ekipman, tasarı, teknik ve süreçten oluşmaktadır. Bu bileşen ortaya çıkabilecek olan problemleri çözme yeteneğini geliştirmek amacıyla gelişir ve tarih boyunca avcılık, tarım, sulama yönetimi gibi insan medeniyetinin gelişimiyle de yakından ilgilidir. İkincisi ise, know-how pazarlama, üretim, kalite kontrol, güvenilirlik, yetenekli işgücü ve fonksiyonel alanlar gibi bilgi içeriğinden oluşmaktadır. Bu bileşen de problemlerin nasıl çözüleceği ve yeni şeylerin nasıl meydana getirileceği bilgisini ifade etmektedir ve ampirik gözlemler, hipotez ve doğa kanunları üzerindeki genellemelere bağlı olan modern bilimsel bilginin gelişmesiyle ilgilidir. Son olarak yaşadığımız dünyayı ve değerlendirme sistemlerimizi anlayabilmeyi ifade eden kültür ise teknolojinin üçüncü bileşeni olarak kabul edilmektedir. İnsan aktiviteleri olan konut, beslenme, ulaşım, iş, hatta sanat ve hayal gücü bile teknoloji ile bütünleşmiş olarak görülmektedir. Yani

teknoloji sadece ürün üretmekle ilgili değildir aynı zamanda üretim geliştirme süreci ve uygulama, bilgi ve bilginin kullanımıyla da ilgilidir (Wahab vd., 2012: 62; Vergragt, 2006: 2).

Teknoloji, insan yetenekleri tarafından geliştirilebilen herhangi bir araç, teknik, süreç, ürün, fiziksel araç veya metot olarak da tanımlanabilmektedir (Stock ve Tatikonda, 2000: 721).

Genel anlamda teknoloji, insanın içerisinde yaşamış olduğu çevreyi değiştirebilmek ve de denetleyebilmek amacıyla ürettiği bilgi iken, dar anlamda ise üretim yapabilmek için gerekli olan bilgi şeklinde tanımlamak mümkündür (Gürak, 2006: 6). Basalla’ya göre de, teknolojiyi açıklayan geleneksel yaklaşım genellikle zorunlu olmanın ve faydanın önemini vurgulamaktadır ve teknoloji, insanlara hayatta kalmaları için gerekli olan faydalı nesneleri sağlamaktadır (Basalla, 2004: 2).

Freeman ve Soete (2003)’nin yaptığı tanıma göre teknoloji; dar anlamıyla teknikler hususunda bir bilgi bütünü anlamındadır. Ayrıca çoğunlukla hem bilginin kendisini hem de bu bilginin fiziki anlamda üretim malları kullanmakta olan bir işletmenin bünyesindeki bütünleşmiş halini ifade etmek amacıyla da kullanılmaktadır (Freeman ve Soete, 2003: 30).

Teknoloji, girdinin çıktıya dönüşmesinin fiziksel sürecinden daha fazlasını ve bu girdi ve çıktıların teknik özelliklerini ifade etmektedir. Ayrıca bu üretim sürecinin dönüştürülmesini sağlayan örgütsel dönüşümleri ve prosedürleri de içermektedir (Dahlman vd., 1987: 762).

Teknolojinin birbiriyle rekabet edebilecek üç farklı tanımı daha benimsenmektedir. Bunlardan ilki, uygulamalı bilim olarak teknolojidir. İkincisi, bilimin aynadaki yansıması olarak teknoloji, son olarak üçüncüsü ise, bir amaca ulaşma vasıtası olarak teknoloji tanımıdır. 1950’ler ve 1960’larda uygulamalı bilim olarak kabul edilen teknoloji tanımı kabul görmüştür. Teknolojinin bilimin astı olarak kabul edilebildiği tezine bağlı olan bu tanım, bir bilim felsefesi olan pozitivizmden doğmuştur. Pozitif felsefecilerin ve onların etkisinde kalanların teknolojiyi sadece fayda sağlayan bir nesne olarak tanımlayıp teknolojiye gerektiğinden daha az önem verdikleri belirtilmiştir. Böylece teknolojinin bilimden bağımsız entelektüel boyutu göz ardı edilmiş ve sadece uygulamalı bilim olarak tanımlanmıştır. Fakat teknoloji tarihçileri bu tanımlamada yanlış bir şeyler olduğunu

düşünmüşlerdir. Bunun üzerine 1970’lerde Edwin Layton’nın önerisi ile ayrı-fakat- eşit veya aynada yansıyan ikiz modeli ile teknoloji için yeni bir tanımlamaya gidilmiştir. Bu tanımlamaya göre teknoloji sadece uygulamalı bilim değil aynı zamanda onun aynadaki yansıması olarak kabul edilmiştir. Arnold Pacey ise Batı’nın diğer kültürlerle kıyaslandığı zaman teknoloji açısından üstünlüğe sahip olduğunu ileri sürmüş ve bunu sadece keşifler ve icatlarla değil aynı zamanda ölçüme, verilerin listelenmesine, çizimlerin ve fiziksel modellerin sınıflandırılmasına bağlı analizler tarafından teknik bilgiyi ele alan yeni yöntemler serisi geliştirerek yapmış ve buna bağlı olarak teknolojiyi bir vasıta olarak tanımlamıştır (Laudan, 1995: 18-21).

Bütün bu tanımlamaların yanı sıra teknoloji kavramı sosyal bir olguyu da ifade etmektedir. Sosyal değerler, teknolojik yeniliklerin gelişme yolunu biçimlendirmekte, teknolojik yenilikler de toplumsal yaşam üzerinde önemli değişiklikler meydana getirmektedir (Bayraktutan ve Bıdırdı, 2016: 3).