• Sonuç bulunamadı

3.2 BĠLGĠ TOPLAMA KAYNAKLAR

2. Yüklem genellikle cümlenin sonunda yer alır Bununla birlikte, yüklemin cümlenin farklı yerlerinde bulunduğu örnekler de vardır.

2.1. Cümlenin Sonunda Olan Yüklemler:

Romandaki cümlelerin büyük çoğunluğunda yüklem sondandır.

Adamcağız kulak kabartsaydı, gece gizlice girdikleri evlerde mâsum çocukların kanını iştahla emen upirlerin dudak şapırtıları, insan eti yiyen lânetli gûlyabanîlerin homurtularını, yağmur ve kasvet yüklü kara bulutlardan ve kapkara kâbuslardan kopup gelen karakoncolosların böğürtülerini de işitebilirdi. (s.11)

Ama yatırlarından kalkan mübârek evliyâlar, lahitlerini terk eden lânetli ölüler ve nâmübârek yaratıklar hakkındaki efsane ve söylentilerin hakikâtin ta kendisi olabileceğini aklına bile getiremeyen ihtiyar bekçi, cinlerin fısıltısını dinlemek yerine kalın keçe abasına daha bir sıkı sarıldı. (s.12)

Din âlimleri medreselerde ve imamlar da cuma hutbelerinde öfkeyle, ölümle bedenini terk edip ahret yolculuğuna çıkan ruhun, pusulayı şaşırıp yaşadığımız şu ölümlü dünyaya geri dönmesinin, hâşâ imkânsız olduğunu beyan ediyorlardı. (s.13)

Kalın Musa günün birinde ailesini toplayarak, Veysel‟in, Dâvut‟un ve Eflâtun‟un kulağına ayrı ayrı; Recep, Şaban ve elbette Ramazan ayında hep birlikte niyet edilip oruç tutarlarsa, hem adam başı günde dört akçe tasarruf edeceklerini hem de sayısız sevâp kazanacaklarını fısıldamıştı. (s.24)

Ortasında fıskıyeli bir havuzun bulunduğu bu kısmın üç bir tarafında, kırmızı kadife kaplı ve oymalı tahta parmaklıkla çevrili sedirler vardı. (s.28)

Ortaya gelen mastori, “Kemençede muhteşem Bağdasar!” diye bağırınca, sırtına kara bir cüppe ve başına da yine kapkara bir kalpak giymiş, sıska ve gözlerinin sadece akı görünen kör bir ihtiyar ayağa kalkıp elini önce göğsüne, ardından dudaklarına ve alnına götürerek müşterileri selâmladı. (s.32)

Frenk tüccârların, muhtemel bir yangında kül olmaması için taştan yaptırdıkları ve içlerinde dünyanın dört bucağından gelen envaî çeşit malın muhâfaza edildiği devasa ambarların önünden geçtiler. (s.35)

Dâvut bağırmak isteyip de bağıramadığı o anda, kör ve sessiz ceninlerin, bağırtlak, saksağan ve karabatak kemiklerinin kaynadığı kazanların fokurtusunu, Azrâil‟in tırpanının acıyla kıvranan bedenlerinden koparttığı azâp içindeki ruhların çığlıklarını işitti. (s.41)

Sabahtan beri Veysel Bey‟in başının etini yiyen Musa mahdumuna bir kez daha, “Unutma! Kesinlikle acıklı, dokunaklı bir şey çalma,” diye tembih etti. (s.52)

Çekveleler ve İnebolu kayıkları da İsmailiye, Varna ve İzmit‟ten aldıkları tavuk, yumurta, zeytinyağı ve pekmezden ibâret navlunlarını Bahçe Kapı İskelesi‟ne indiriyorlardı. (s.61)

Atlastan cânfese, kutnîden sündüse, şitarîden meydanîyeye kadar her tür ipek kumaşın satıldığı kumaşçılar çarşısında, kocalarından alışveriş izni alabilen kadınlar, gözlerine kadar yüzleri yaşmakla örtülü olduğu hâlde, üzerlerinde ipekten, taftadan yahut kadifeden renk renk ferâceler ve yanlarında çocuklarıyla, birer haremağasının nezâreti altında dükkân dükkân dolaşıyorlardı. (s.66)

Yeşil türbenin hâcet penceresi önünde ise, beli bağlanarak artık cimâ yapamadığı için kederden göğsü daralıp döşeklere düşmüş ve ölüp ölüp dirilen kocalarının kefeni yırtması, kara sevdaya tutulup yorgan döşek yatan ve bağırlarında yanan aşk ateşinden kül olmalarına ramak kalmış mahdumlarının felâh bulması, güzelliğini çekemeyenlerce yaptırılan büyü sonucu yirmi yaşına gelmesine rağmen bir türlü isteyeni çıkmayan gelinlik kızlarının kısmetinin açılması için, adak adayıp çaput bağlayan birkaç kocakarı görünüyordu. (s.88)

Eflâtun‟un kaşından akan kan kesilmeye yüz tuttuğunda, “Heeeyt! Açılın bre! Padişah Efendimiz‟in ulağı geliyor!” diye bağıra bağıra, altındaki yağız atı Edirne Kapısı‟na doğru dört nala koşturan, kuşağında çifte piştov ile bir kulaklı yatağan ve boynundaki gümüş mahfazada ise, Allah bilir hangi voyvodanın kellesinin vurulup saraya gönderilmesinin buyrulduğu bir fermân-ı hûmâyûn taşıyan bir süvari rüzgâr gibi geçti. (s.90-91)

Tâ tersaneden gelip surlar ile kıyı arasından Tophane‟ye kadar ilerleyen Büyük Yol‟un yanında, denize çakılı kazıklar üzerinde derme çatma kurulmuş, müdâvimlerinin endişe etmeksizin felekten bir gece çalsınlar diye kollukçulara beher gece yüzer, hatta üçyüzer akçenin koklatıldığı bir dizi salaş meyhane göze çarpmaktaydı. (s.110)

Marûz kaldığı bu kaba muameleye şaşıran Eflâtun, tüccâra, “Ama Efendim! Beni siz çağırmadınız mı? Gelmemi bana siz söylemediniz mi?” diye sorunca; Rum tüccâr da onu, “Duâ et ki delinin dîvânenin tekisin! Hırsızlığa yeltendiğine göre sağ elini kestirmediğim için şükret kendi itikâdınca! Haydi, defol başımdan! Çek git!” diye tersledi. (s.114)

Babayiğit geçinen, ama yine de Musaf‟ı bir öpüp alınlarına koyduktan sonra, muskalarına da güvenerek gece vakti tekinsiz eve yaklaşmaya cesaret edenler, ertesi sabah heyecanla, bu uğursuz mekândan sık sık inleme ve kahkaha seslerinin geldiğini meyhânede yârenlerine anlatırlardı. (s.127)

O zamanlar zindana atılmamış olan Veysel Bey‟den, ama asıl dedesi Kalın Musa‟dan amcasının ricâ minnetle koparabildiği izinle ve Şeyh İbrahim Dede Efendi‟nin de ikrârıyla, dervişlerin ateşten gömleğini giymeye karar veren Eflâtun üç gün boyunca saka postunda dizleri üzerinde oturup uyumadan, uyuklamadan, yemeden, içmeden, konuşmadan ve hattâ kımıldamadan çile doldurmuştu. (s.143)

Dâvut, kendisine musallat olan hayâletle başetmeye çalıştığı ve Eflâtun‟un Galata Mevlevîhânesi‟nin mutfak-ı şerîfinde tahmîsçilik yaptığı sıralarda; Cüce Efendi, bir Perşembe gününün öğle namazını müteâkip Karacakalfa Câmii‟nde, cümle âlem hikmetinden feyz alsın da hayır olsun diye bir vaaz verecekti. (s.175-176)

Lokman sûresinin altı ve yedinci âyet-i kerîmelerinde sözü geçen, bazılarının insanları Allah yolundan saptırmak için satın aldıkları eğlenceli söz, yani “lehve‟l hadîsi” ile murat edilenin, İbn-i Abbas‟a göre, “Şarkı söyleyen câriye” olduğunu, bunun için musikînin haram sayılması gerektiğini anlattı. (s.178-179)

Kostantiniye‟de, kutsal nefesi üfleyen Bâtın‟ın oğlu Zâhir hakkında ahâli, “Bak işte! En sonunda peygamberliğini de ilân etmiş! Olacağı buydu! Din elden gidiyor!” diye konuşup bağırmaya başladığı sıralarda, bir öğle vakti, göz alıcı ve rengârenk giysileriyle bir kalabalık, daha doğrusu bir cenaze alayı, Cerrâhpaşa tarafından Edirnekapı Mezarlığı‟na doğru ilerliyordu. (s.200-201)

Gökte hilâli gördüğü gecelerde Hüseyin Efendi‟nin çaldığı o güzelim tamburu, tam dört filori saydığı kanûnu ve emânet iki kemençeyle bir rebâbı paramparça ettiler. (s.233)