• Sonuç bulunamadı

2. BİR TÜR OLARAK ‘BİLİMKURGU’DA ELEŞTİREL DÜŞÜNCENİN

2.2. Bilimkurgu’nun Gelişimi

Bilimkurgunun sinemada bir tür olarak ortaya çıkması, kamera ve kurgu tekniklerinin gelişmesiyle birlikte olmuştur. Doğa yasalarının farklı kurgu ve yanılsama teknikleriyle, belgesel görüntüleme dışına çıkılarak tasarlandığı bir uygulama söz konusudur. İlk ortaya çıktığı dönemde, teknolojinin ilkel bir seviyede olmasından dolayı filmler etkileyicilikten uzaktır (Hardy, 1995: 18).

Jules Verne’in eserlerinde görüldüğü gibi ilk dönem filmlerde, teknoloji konusu, gelişen teknolojinin aracılığıyla sıklıkla işlenmiştir. Bu bilgiler ışığında 1895 yılında Lumiere kardeşler tarafından çekilen Charcuterie Mechaniquefilmi bilimkurgu türünün ilk örneği olarak kabul edilir. Otomatik bir fabrika modelinin tasvir edildiği filmde; bir kasap makinenin bir ucundan canlı bir domuzu sokar ve hayvan birkaç dakika sonra sosis, jambon gibi çeşitli ürünlere dönüşerek makinenin diğer tarafından çıkar (Hardy, 1995: 18).

Bilimkurgunun sinemasının ilk önemli ismi George Melies’dir. 1902 yılında Verne ve Wells’in romanlarından esinlenerek Ay’a Yolculuk (Le Voyage Dans La Lune) adlı filmi yapar. Daha sonraki yıllarda sinema, teknolojinin sunduğu olanaklar ve hızın aracılığıyla macera türüne yaklaşmıştır. 1904 yılında Melies’in çektiği İmkânsız Yolculuk (La Voyage a Travers l’Impossible) filminde seyirci bir trenin fantastik yolculuğuna izler. Tiyatro sahnesinde denenen fon oyunları ve stop-motion gibi teknik uygulamalar görselliğin geliştirilmesinde önemli adımlar olarak görülmektedir.

1900’lerin başında Almanların savaş hazırlıkları ve İngilizlerin savunma psikolojisinin etkisiyle bilimkurgu türünde militaristik bir bakış açısı ortaya çıkmıştır. Bu bakış açısını yansıtan filmlerden biri de Koruyucu (1909) filmidir. Filmin konusu Londra’nın uçan dairelerce işgali ve genç bilim adamının bu uçan daireleri uzaktan kumandalı torpillerle yok etmesidir. Bu filmle birlikte diğer gezegenden gelen varlıklarla karşılaşma ve istila konusu sıklıkla işlenmeye başlanır (Roloff – Seeβlen: 1995: 132). İki dünya savaşı arasında kalan Almanya, bu tarihlerde bilimkurgu türünde, “geleceğin romanı” anlamına gelen “Zukunftsroman” çalışmalarıyla hareketli bir dönem geçirir (Baudaou, 2005: 63).

1908 yılında Dr. Jekyll and Mr. Hyde ve 1910 yılında Mary Shelley’den uyarlanan Frankenstein gibi örneklerle çılgın bilim adamı teması ortaya çıkar. Bu konuyu ele alan filmler, seyirciyi etkilemenin ötesinde birer sosyal eleştiri örnekleri olarak görülür (Roloff - Seeβlen,1995: 133).

I. Dünya Savaşı sonrasında bilimkurguyu farklı bir şekilde ele alan Amerikan ve Avrupa sinemaları arasında belirleyici ayrımlar ortaya çıkar. Avrupa’da Rusya ve Almanya gibi ülkeler başta olmak üzere bilimkurgu türünü gelecek öngörülerinden yola çıkarak, sosyal eleştiri aracı olarak kullanılır. Bu türün gelişmesinde önemli adımlar atılır. Rus sinemasına bakıldığında bilimkurgu filmlerinin yüzdesi oldukça düşük olmasına rağmen Iakov Protazow’un Alexei Tolstoy’un aynı isimli romanından esinlenerek 1924 yılında çektiği Aelita: Mars Kraliçesi, bilimkurgu sinemasının önemli örnekleri arasına girmiştir. Film, Mars gezegeninde meydana gelen ve başarısızlıkla sonuçlanan bir devrimin hikâyesini anlatmaktadır.

Özellikle Almanya’da savaşın ardından savaşın etkilerini sorgulayan, anlamını araştıran dışavurumculuk akımı ortaya çıkmıştır. Bu akım edebiyatta doğacılığın, tiyatroda yeni romantizmin, resim ve sinemada izlenimciliğin yerini almıştır. Alman sinemacılar, dışavurumcu tarzlarıyla bilimkurgu filmlerini sadece teknolojinin yüceltilmesini göstermekten öteye götürmüş, insanın iç dünyasını anlatmanın bir aracı haline getirmişlerdir. İktidarın denetleyemeyeceği her şey, ucube ve şeytani olarak değerlendirilirken, Alman sineması tekinsiz bazı konuları ele alıp çözümleme yolunu seçmiştir. Dışavurumcu sinemacılar, çılgın bilim adamı temasını kullanarak, sonraki dönem Amerikan filmlerinin aksine mantıksal açıklama yerine insan odaklı ve onun bilinçaltını ele alarak hikâyeleri kurma yolunu seçmişlerdir. Bu filmlerdeki yaratıklar bilimsel deneyler sonucu ortaya çıkmış ve şiddetli ve sıra dışı yollarla yok edilmiştir. İnsanlar ortaya çıkardıkları canavarlarını kendisi yok ederek, savaş döneminin temel bir korkusu sinemaya yansıtılmıştır. Bu korku, şeytani ve zorba yollarla iktidarın ele geçirilmesi, düzenin yitirilmesi ve bu düzensizlikte yaşamak zorunda kalma korkusudur. Homonculus (1916), Dr. Caligari’nin Muayenehanesi (1919), Nosferatu (1922) gibi filmlerle Almanlar hayalet figürlerinden vazgeçmemişlerdir. (Roloff – Seeβlen, 1995: 136 )

Fritz Lang’in bu dönemde, 1925-1927 tarihleri arasında çektiği Metropolis filmi, içeriği ve yapım bütçesiyle bilimkurgu sinemasının ilk gösterişli örneklerinden biri olarak kabul edilir. Metropolis filminin konusu 2000 senesinin mega şehirindeki iktidar-işçi mücadelesini temel alır. Özellikle ekonomik eşitsizlik temasına ön plana çıkaran distopik yaklaşımıyla iktidara yönelik eleştirilerde bulunmaktadır. Yeraltı şehrinde klostrofobik alanlarda çalışan işçilerin karmaşık, geometrik bir koreografiyle hareket halinde, baskıcı makinelerle etkileşimi sunulmuştur. Geniş merdivenlerin tepesindeki Moloch makinesi, Frankenstein’ını ortaya çıkaran yöntemlere benzer robotik Maria modelinin yaratılışı ve şehrin yıkılışı filmin öne çıkan noktalarıdır. Filmin ideolojisi tartışmalara neden olmuştur. Kimilerine göre bir sistem eleştrisi olarak görülürken kimilerince de kapitralist sisteme bir saygı duruşu olarak görülmüştür. Bazı eleştirmenlerce filmin son sahnesi, patron ve işçilerin, sermaye ve iş gücünün bir kilisenin önünde anlaşmaya varmaları nasyonal sosyalizmi işaret etmektedir. İdeolojik tartışmalara konu olan film, bu çok yönlü içeriğiyle ve derin ideolojik sorgulamalarıyla o zamana kadar benzeri görülmemiş bir yapım olmuştur (Hardy, 1995: 74).

1929’da yaşanan ekonomik buhran ve New York borsasının çöküşü, sermaye ve endüstrinin büyük kayıplara uğramasına neden olmuştur. Bu dönemde ortaya çıkan açlık ve işsizlik sorunları II. Dünya Savaşı’na kadar sürer. Böylesine bir ortamda yapılan filmler, “kaçış filmleri” olarak görev üstlenirler ve bu dönemde krize rağmen film sayısında önemli bir artış yaşanır. Bu dönemin önemli örnekleri arasında Imagine (1930) da ve İngiltere yapımı Geleceğin Dünyası (Menzies, 1936) filmleri bekelenen gişe başarısını gösterememiştir. Gişe başarısızlıkları, stüdyoların 1950’lere kadar bu büyük prodüksiyonlardan uzak kalmasına yol açmıştır (Roloff – Seeβlen, 1995: 140). Diğer ülkelere göre daha köklü bir sanayi oluşumu gösteren Amerikan sineması, dağıtım ağları sayesinde sinema sektöründe bir numaraya yerleşmiştir. İnsanlar üzerinde büyük tesirler bırakan filmlerin tüketim garantisiyle, propaganda amacıyla kullanılmaya başlaması kaçınılmaz olmuştur. Amerikan kültürünü koruma ve yayma rolünü üstlenen Hollywood ve yazılı basın tarafından bilimkurgu türü ön plana çıkmaya başlar.

Bilim ve teknolojiyle olan hesaplaşmalar, çılgın bilim adamları konuları sıklıkla işlenmiştir. Farklı bir tür olan Westernler de şekil değiştirerek uzay düzlemine taşınmıştır. Çizgi romanlardan uyarlanan Flash Gordon, Buck Rogers gibi seri filmlerin egemenliği söz konusu olumuştur. Muhafazakâr yaklaşımın etkilerinin arttığı bir dönemde mitolojik sayılabilecek bu süper kahramanlar ve “bug eyed monster” olarak adlandırılan canavarların kullanımıyla birlikte bilimkurgu gerçek bir Amerikan türü olma konusunda önemli bir süreç geçirir. Ünsal Oskay’ın bilimkurgu kılığında Western’ler olarak nitelendirdiği ve Analojik model kapsamına aldığı türün eğlencelik örneklerinin, yani uzay operalar dönemidir. Analojik modelde ele alınan bu çalışmalarda yer alan kahramanlar insansı, coğrafya ise normal uzamda anlatılan bir dünya olabilir. Kişiler ve ilişkiler de sıradan olmayıp fantastik bir yaklaşımla da ele alınabilmektedir (Oskay, 1982: 44).

Eğlence olarak ortaya çıkan bilimkurgu örnekleri metafiziksel korkuyu içlerinde barındırarak, Aydınlanma felsefesinin ortadan kaldırmayı hedeflediği mitsel öğeleri yeniden gündeme getirir. Mitolojide gördüğümüz süper güçlerle donatılan bilimkurgu, geniş bir yelpaze içinde “ötekine” karşı, insanları ve dünyayı kurtardığına inanılacak kahramanları ete kemiğe büründürmüştür. İnsana özgü değerler, insan sevgisi, kardeşlik, özgürlük gibi idealler bu propagandavari anlatımla kısa zamanda ötekinin ya da yabancının tehlikeli ve istilacı olma düşüncesine dönüşmüştür. Bununla birlikte şiddet perçinlenmiştir.

Bilimkurgunun altın çağı olarak adlandırılan dönem, 1937 yılında Astounding Stories dergisinin editörlüğüne John W. Campbell’in getirilmesiyle başlamıştır. Bilimsel bir geçmişe sahip olan Campbell, ilk olarak derginin adını Astounding Science Fiction olarak değiştirmiş ve bilimkurgunun ciddi bir iş olduğuna inanmıştır. Pulp magazin dergileriyle karşılaştırıldığında, hikâyelerdeki bilimsel dayanaklarıyla “mühendis işi bilimkurgu” akımını türün tarihine kazandırmıştır. Derginin yazar kadrosunda Clifford D. Simak, Isaac Asimov, Theodore Sturgeon, Robert A. Heinlein gibi isimler yer almaktadır.

Campbell 1940 yılında Astounding Science Fiction dergisinde, “bilimkurguyu kendi kültürel alanı ve estetik kuralları olan özerk bir tür olarak yerleştirmeyi” başarmıştır (Baudaou, 2005: 35-36). 1950’lerde çıkan Galaxy dergileri, Campbell’in benimsediği özet formatı benimseyen, sadece eğlence olarak kabul edilemeyecek türde dergiler olmuşlardır. Galaxy dergisi mizah ve toplumsal hicve eğilim gösterirken, Ray Bradbury, Frederick Brown ve William Tenn gibi dönemin önemli yazarlarını edebiyat dünyasına kazandırmıştır. Anthony Boucher idaresindeki Magazine of Fantasy and Science Fiction ise fantastik edebiyata da göz kırpan, ayrıca daha edebi iddialar ve seçkin bir tarz ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Philip K. Dick, Charles L. Harness, Walter Miller Jr. bu dergi sayesinde üne kavuşmuşlardır (Baudaou, 2005: 37). Sinema için de önemli bir kaynak olan bu dergilerin seviyeli bir şekilde toplumsal eleştirileri ve hicvi türe dâhil etmeleri, bilimkurgunun saygın bir edebiyat türü haline gelmesine katkı sağlamıştır. Bilimkurgu 1950’li yıllarla birlikte sosyal yapıda yaşanan kuşak değişiminin meşruiyet kazanma çabalarının da bir parçası olmuştur (Roloff ve Seeβlen, 1995: 46-47) Bu tarihten itibaren bilimkurgunun devrimci bir tarafı olduğu iddia edilebilir.

1950’ler paranoya ve endişeli ruh halinin hâkim olduğu bir dönem olmuştur. Nükleer teknolojinin gelişmesiyle birlikte insanoğlu kendi türünü yok edebilecek bir gücü keşfetmiştir. Demokrasiye geçen dünya, yeniden iki kutba ayrılır ve nükleer güce sahip olan Demir Perde (doğu bloğu) ile ABD arasındaki rekabet dünya genelinde bir korkuya yol açar. Genel olarak düşük bütçeli B-tipi filmler aracılığıyla savaş sonrası karamsarlık ve Soğuk Savaş’ın varlığıyla insanoğlu için bir tehlike olduğu düşüncesi, propaganda amacıyla ortaya atılan endişe, savaş ve savunma psikolojisi beyazperdeden topluma yayılmıştır. Bu endişeler, bilimkurgu türünde genellikle paranoya konusuna odaklı hikâyelerle ifade edilmiş ve incelenmiştir (Hardy, 1995: 124). Başka Dünyadan Gelen (Christian Nyby, 1951), Onlar (Gordon Douglas, 1954), Quartermass Deneyi, (Val Guest, 1955), İstila (Don Siegel 1956), İnanılmaz Küçülen Adam (Jack Arnold, 1957), Uzaylı Bir Canavarla Evlendim (Gene Fowler Jr., 1958) gibi filmler bu tarihin sosyal ortamını ve endişelerini yansıtmaktadır.

Paranoya teması, insan kılığına giren uzaylıların dünyayı kontrol altına alabileceği düşüncesi temel alınarak, sıradan insanlar gibi görünen yaratıklarla sembolize edilen komünistlerin, fark edilmeden özgür insanların aralarına karışabileceği korkusunun dışavurumudur. (Roloff – Seeβlen, 1995: 224). Soğuk Savaş ortamının meydana getirdiği içe dönük sosyo-psikolojik baskının bilimkurgu filmlerini sınır yasalarına göre sürdürülen, dışa dönük olarak da uzaya taşınmış bir savaş ve hesaplaşma ortamına çevirdiği görülmektedir (Roloff – Seeβlen, 1995: 211). Bu dönemde komünizm ve faşizm korkusu her şeyin temeline yerleşmiştir.

1960’lı yıllarda siyasi ve toplumsal hayatta ortaya çıkan gelişmeler her şeyin giderek karmaşıklaşmasına yol açmıştır. Berlin Duvarı’nın inşaası ve Küba füze krizi gibi olaylar Soğuk Savaş’ı yeni bir boyuta taşımıştır. Aynı zamanda bu dönemde görülen Kennedy suikastı, Vietnam Savaşı, Çin kültür devrimi ve 1968 kuşağının Fransa ve ABD’de patlak veren olayları, farklı bir tür paranoyanın ortaya çıkmasına neden olur. Toplumsal düzeyde yaşanan bu gelişmeler iktidar kavramının sorgulanmasına ve II. Dünya Savaşı sonrasında başlayan eleştirel tartışmaların daha da derinleşmesine katkı sağlar. Bu toplumsal olayların sinemaya yansıması edebiyatta olduğu kadar hızlı olmamıştır. Bu dönem aynı zamanda ABD ve Sovyetler Birliği arasında yoğun bir uzay yarışına da sahne olur. Sputnik’in yörüngeye oturtulmasıyla başlayan uydu fırlatma çalışmaları, insanlı uzay uçuşları ve en son 1969’da Ay’a ayak basılmasına kadar olan süreç içinde bilimkurgu hikâyelerinin hayata geçirilmeye başlandığı bir döneme de geçilmiştir. Bu gelişmelerle birlikte film yapım şirketleri ve ünlü yönetmenler de bu türe özgü yapıtlar ortaya çıkarmaya başlar. Stanley Kubrick (Dr. Strangelove, 1964), Jean Luc Godard (Alphaville, 1965), Francois Truffaut (Fahrenheit 451, 1965) gibi yönetmenlerin bu türde verdiği başat eserleriyle bilimkurgu sineması yükselişe geçmiştir. Bilimkurgu sineması için 1968 yılı bir dönüm noktası olmuştur. Stanley Kubrick, Arthur C. Clarke’ın yazdığı Gözcü (The Sentinel,1951) adlı romanını sinemaya uyarlayıp, insanoğlunun geçirdiği üç evrimi anlatan 2001:Uzay Macerası’nı çeker.

1970’li yılların başında Yeni Dalga akımı doruk noktasına ulaşır. Sistemi sorgulayan ve eleştiren distopyalar yeniden gündeme gelir. Yeni Dalga akımındaki yazarların toplumsal ve politik eleştirileri aracılığıyla, uzak gelecekler yerine daha yakın zamanlar, teknoloji ve doğa bilimleri yanında sosyal bilimler de bilimkurgu eserlerine eklenir (Baudaou, 2005: 40). Bilimkurgunun temel aldığı yedi mesele tartışmaya başlanır; teknoloji-makineler, ekolojik kirlenme, virüsler, kapalı izole toplumlar, böcekler, uçuk eğlenceler ve iyimser gelecek konuları yedi meselenin içeriğini oluşturur (Çiğdem, 1999: 76).

Destansı anlatımıyla Bilimkurgu sineması içinde kendine önemli bir yer edinen 2001:Uzay Macerası sonrası, 1970’lerle birlikte bilimkurgunun temel tüketim alanı yazınsal alandan, sinema ağırlıklı olarak görsel alana kaymaya başlamıştır. Bilimkurguda görsellik ve onun pekiştirilmesi için kullanan efektler, görsel yaratım tekniklerinin gelişmesiyle birlikte daha da etkili bir hale gelmiştir. Bu tekniklere dayalı görsel üretimin bir sektöre dönüşmeye başlaması ve aynı zamanda “blockbuster” olarak adlandırılan yüksek kâr oranı bulunan yüksek bütçeli filmler furyasının başlaması da bu konuda oldukça önemli bir rol oynamıştır (Başaran, 2007: 65). Özel efektlerin ve kurgu tekniklerinin gelişme göstermesi ve önem kazanması, film bütçelerinin de yükselmesine yol açar. Stanley Kubrick’in otoritenin beyin yıkama tehdidini konu alan Otomatik Portakal (1971), devlete karşı mücadele veren bir adamın kaçış öyküsü olan THX 1138 (George Lucas, 1971), Nükleer savaş sonrası insanlığın dünya egemenliğini kaybedişini anlatan Maymunlar Cehennemi serisi, ekolojik çöküşe yönelik kaygıları dile getiren Sessiz Kaçış (Douglas Trumbul, 1972), aşırı nüfus artışıyla tükenen doğal kaynakların yarattığı dehşeti konu alan Soylent Yeşili (Richard Fleischer, 1973) ve A. Huxley’in Cesur Yeni Dünya'’sına benzer, herkesin 30 yaşına kadar yaşatıldığı ve ardında bir çok korkunç sırrın saklandığı Disneyland tarzında distopik bir ortamı kuran Logan’ın Kaçışı (Michael Anderson, 1976) filmleri bu akımın önemli örnekleri olarak ortaya çıkmaktadır.

1970’li yıllarda bu distopik yaklaşımın yanı sıra, küresel pazara sahip büyük şirketlere yönelik bir eleştiri de ortaya çıkar. İnsan hayatının şirketlerin kazançları uğruna harcandığı senaryolar bu tür içinde yerini almaya başlar. 1973 çekilen ve Yul Brynner’ın başrolünde olduğu, Batı Dünyası (Michael Crichton) filmi şirketlerin elit kesim için kurduğu kibirli eğlence ortamları ve bu ortamların nasıl kontrol dışına çıkabileceğini anlatır. Hükümetler yerine şirketlerin kontrolü sağladığı ve toplumun eski Roma eğlencelerine benzeyen, rugby, hokey ve motosiklet yarışı karışımı kanlı oyunlarla oyalandıkları bir ortamı tasvir eden filmler ortaya çıkar. Yaratık (Ridley Scott, 1979) filminde ise, uzayın derinliklerinde Nostromo gemisi mürettebatına musallat olan bir yaratığın silah olarak kullanılmak üzere dünyaya getirilmesi söz konusudur ve bu amaç için şirket, insanların feda edilmesinde bir sakınca görmemektedir. (Başaran, 2007)

1980’lerle birlikte, bilimkurgu türü genel olarak dönemin teknolojik gelişmeleri paralelinde, bilgisayarlar ve bilişim ağları odaklı gelişmiş teknolojiyi ve toplumsal düzende meydana gelen çöküşleri işlemiştir. Bu yeni tasarımlar distopik bir alt kültürün yani “Cyberpunk”ın doğmasına neden olur. Bruce Bethke’nin 1983’te yayımlanan kısa hikâyesinin başlığı olan “Cyberpunk” bu akımın adı olarak kısa sürede benimsenmiştir (Bethke, 1983). “Cyber” kelimesinin anlamı irdelendiğinde, sibernetik’e yani endüstriyel ve politik blokların ulusaldan çok globalleştiği ve enformasyon şebekeleri tarafından denetlendiği ve bedenin makineleşmesinin, biyolojik mühendislik ve uyuşturucularla arttırıldığı bir ortamı işaret etmektedir. “Punk” ise 1970’lerin rock n’roll terminolojisinden gelen, genç, agresif, yabancılaşmış ve düzene karşı saldırgan bir tutumda olanları ifade eder (Clue – Nichols, 1993: 288). Genellikle uzay yerine yakın geleceğin dünyasının mekân olarak seçildiği filmlerde, hackerlar, yapay zeka, sanal gerçeklik ve mega şirketler gibi konular işlenmiştir. Hareket, gerçek ile sanal gerçeklik arasındaki sınırın kaybolduğu, kullanıcılarının şebekeye giriş yaptıkları bir siber uzayda yer almaktadır. Bilgisayarlı enformasyonun her yere hâkim olduğu, teknolojiyle hızlı bir değişimin yaşandığı distopik bir gelecekte, toplumun uçlarında yaşayan yabancılaşmış karakterler tasvir edilir.

1990’lı yıllarda da bilgisayar teknolojisi ve internetin gelişiminin etkisiyle sinemada Cyberpunk akımına ait filmler çekilmeye devam edilmiştir. Özellikle sanal gerçeklik konusu sıklıkla işlenmiştir. Philip K. Dick uyarlaması olan Gerçeğe Çağrı (Paul Verhoven, 1990), beyin programlama, hafıza kaybı, dolgu anılar gibi konuları işleyen bir dizi filmin önünü açar, sanal gerçeklik kullanılarak bedensel dönüşümün ele alındığı Bahçıvan (Brett Leonard, 1992), sanal gerçeklikten yaratılan bir seri katilin konu edildiği Sanal Gerçek (Brett Leonard, 1995), insan beyninin bir veri deposu olarak kullanılarak veri kaçakçılığına alet oluşunun sergilendiği Johnny Mmemonic (Robert Longo, 1995) de bu konunun işlendiği örnekler olurlar. Hesaplaşma (John Woo, 2003), Sil Baştan (Michael Gondry, 2004) gibi filmlerle de hafızanın gönüllü olarak silinmesi; Truman Show yazıp yönettiği Matrix serisi gibi örneklerle de insan hafızası yanında gerçekliğin kendisinin de programlanabilmesi mercek altına alınır (Başaran, 2007: 69).

2000’li yıllarda üretilen bilimkurgu filmleri iki sınıfta toplanabilir. İlk olarak 1990’lardan itibaren gelen ve daha da artan çizgi roman uyarlamaları dikkati çekmektedir. Diğer filmler ise genel olarak distopik yaklaşımın ağır bastığı eleştirel örnekler olması dikkat çekicidir. Steven Spielberg’in yönettiği Yapay Zeka (2001), Bıçak Sırtı filminde olduğu gibi ruh konusu ve kapitalizmin insanları nesneleştirmesini eleştirirken, Spielberg’ün bir başka filmi olan Azınlık Raporu (2002), adalet sisteminde önyargı konusunu, gözetim toplumlarını ve boğucu kapitalizmin etkisindeki yaşamı ele alır (Başaran, 2007: 69). Simülasyon ve gerçeklik kavramlarını sorgulayan Matrix serisi (1999-2003), bilgisayar ağına ve medya tarafından yürütülen günümüz yaşantısına gönderme niteliğinde olan seri Wachowski kardeşler tarafından çekilmiştir. İçinde bulunduğumuz gerçekliğin gerçekten var olup olmadığını sorgulayarak onun birileri tarafından şekillendiriliyor olabileceğine dikkati çeker. Senaryo çatısını, bilimi ve teknolojiyi temel alarak oluşturan bilimkurgu türü günümüzde teknolojinin gelişmiyle doruk noktasını yaşamaktadır. Bazen bir propaganda aracı olarak ya da teknolojinin reklamı olarak değerlendirilse de seyirci üzerinde farklı bakış açıları oluşturabilecek eleştirel yönünü barındıran özgün eserler de ortaya çıkmaktadır.

2.3. Bilimkurgu Türünde Eleştirel Düşünce

Benzer Belgeler