• Sonuç bulunamadı

Bu bölümde Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun incelenen eserlerinde geçen halk hekimliğinin örneklerinin tespiti yapılmaya çalışılmıştır.

2.7.1. Halk Hekimliği

Tıbbın veya hastanelerin yaygın olmadığı dönemlerden -ilk çağlardan- bu yana kullanılan gelen halk hekimliği, halkın muhtelif rahatsızlıkları, hastalıkları iyileştirmek adına yaptığı birtakım uygulamalardır. “Halkın olanakları bulunmadığı için ya da başka sebeplerle doktora gidemeyince veya gitmek istemeyince hastalık- larını tanımlama ve sağaltma amacı ile başvurduğu yöntem ve işlemlerin tümüne“halk hekimliği” diyoruz.” (Boratav, 1984: 122). Halk hekimliğinin içine sadece çeşitli şifalı otlarla yapılan ilaçlar gelir denemez çünkü kökü şamanlığa kadar giden halk hekimliğinde büyü, sihir, sağaltma gibi çeşitli yöntemler de kullanıl- maktadır.

Sepetçioğlu “Anahtar” romanında Küfeli Hafız’ın Sav-Tekin Bey’i iyileştirmek adına yaptığı uygulamaları ele alarak konuya değinmiştir:

“Tekkeye geldiklerinde Sav-Tekin Bey'in yüzünden olanca kanı çekilmiş gibiydi. Küpeli Hafız, Sav-Tekin Bey'i görür görmez: "Hastasın sen Sav-Tekin Bey" dedi, "Olacağı buydu. Afşın'dan korkarken sende başladı. Keşke Afşın gibi içindeki zehri dökseydin" Balçar'ı hemen aşhaneye yolladı; bal, tarçın, beziryağı, nane vesirke getirmesini söyledi. Balçar seğirtip gitti. Küpeli Hafız

118 Sav-Tekin'i eliyle soydu, Sav-Tekin Bey'in çocuktan farkı yoktu sanki. Yatırdı…” (Sepetçioğlu, 2014a: 39).

“Balçar'ın içeri girmesiyle sustu. Balçar'm elinde geniş bir sini, sinide bakır taslar vardı. Siniye fazladan, bir tabak dövülmüş sarımsak koymuşlardı. Kokusu odayı doldurdu. Balçar, dövülmüş sarımsağı aşhaneden verdiklerini söyledi. Küpeli Hafız Sav-Tekin'in alnını bıraktı. Balçar'ın yere koyduğu sininin başına bağdaş kurup oturdu. Kollarını sığadı. Balçar'ı, Sav-Tekin'i, odayı, tekkeyi ve tekkenin çevresini unutmuş da bütün bunların ötesinde bir yere bağdaş kurmuş bir sesle besmele çekti. Biraz balla biraz sirkeyi, iki kaşık dövülmüş sarımsakla iyice karıştırdı. Koynundan çıkardığı yeşil ipekten dolamayı yırtıp ikiye ayırdı. Balçar'dan kağıt istedi. Ballı sirkeli sarımsaklı karışımı Balçar'ın getirdiği kağıda yaydı, kağıdı yeşil ipek dolamaya koydu. Dolamayı götürüp Sav-Tekin'in alnına iki yan şakaklardan alın ortasına ve alın üstündeki saç diplerine ballı sirkeli sarımsak yapışacak şekilde sardı, iyice sıktı, içinden Bakara Süresi'ni okuyordu. Gözleri yarı kapanmıştı. El işareti ile Balçar'dan sirke tasını istedi. Sav-Tekin'in, sargının açıkta bıraktığı saç diplerini sirke ile ovdu, ovdu, ovdu. Ayet-el Kürsi'yi daha bir gönülden, inanarak okuyarak Bakara Süresi'ni tamamladı. Yine gözleri yarı kapalı idi. Sav-Tekin Bey dalmış gitmişti; kendinde değildi. Küpeli Hafız, börkünü de sıkı sıkıya Sav-Tekin'in başına geçirdi. Küpeli Hafız, tekrar sininin başına bağdaş kurup oturdu. Büyük bir çorba tasına balı, bezir yağını, naneyi, sirke ve sarımsağı döktü. Eline bir tahta kaşık aldı. Balçar'a: "Şimdi sen git" dedi...” (Sepetçioğlu, 2014a: 41).

“Küpeli Hafız, çorba tasına döktüklerini karıştırıyordu. Elindeki tahta kaşık sanki bir çayırı söküyordu, bir toprağı alt üst ediyordu; sanki alt üst ettiği toprağı yumuşatıyor, söktüğü çayırların yerine görünmez tohumlar ekip karıştırıyordu: "Aradığın yurdu sen kendin yapacaksın. Ben, sen, Vasili, bizim gibiler. " Dalgın, kendinden geçmiş uyuyan Sav-Tekin Bey'i gösterdi. "Bunlar çabuk hastalanıyor. Kılıç yorulur. Yorulmayan beyindir. Ne dedim şimdi ben, anladın mı?." Balçar'ın gözleri Küpeli Hafız'ın elindeki kaşıktaydı. Kaşık

119 tasdakileri hep bir yönde karıştırmıyordu; beş kere sağa doğru dönüp karıştırıyorsa, iki defa sola, geriye dönüp karıştırıyordu. Kaşığı tutan Küpeli Hafız'ın eli, dirseğinden bileğine kadar beyazımsı sarıydı, bal kıvamında… O zaman Küpeli Hafız kalktı. Ocağın rafındaki gözden iki yumurta aldı. Kırdı; sanlarını ayırıp tastaki bulamaca döktü, yeniden karıştırmağa başladı. Bulamaç iyice ak köpük kesilince tası alıp Sav-Tekin Bey'in yanına geldi. Yorganları açtı. Sav-Tekin'i yavaşça yüz üstü çevirdi. Kafatasında boynun başladığı yerden kuyruk sokumuna kadar belkemiğini önce kurudan, parmaklarıyla ovdu. Sonra bulamaçtan bir parçayı aynı yere boylu boyunca sürdü; başparmaklarını sık sık bulamaca bastırıp yeniden ovmağa başladı. Bütün boynu arkadan, omuz başlarına kadar oğdu. Bir yandan da okuyordu; önce içinden, yüreğinin başından. Sonra sesi, okuduğunu mırıltı halinde odaya döktü. Daha sonra sesi iyice anlaşılır oldu. Amme Suresi'ndeydi; yüreğinin bütün sıcaklığı, bütün inancı dost, müşfik ve yıllarunış bir sevgi ile bulamaca karışıyordu. Öylece devam edip gitti. Sonra, bulamacı avuç içinde eze eze Sav-Tekin'insırtına, beline, boş böğrüne sürdü; avuç içleriyle ova ova bulamacı deriye emdirdi. Bu iş de bitince Sav-Tekin'i çarşafa iyice sımsıkı sardı. Üstüne yorganları örttü. Yorganların üstüne de kıl kepeneği yerleştirdi. Alnında boncuk boncuk terler birikmişti, kaşlarının üstüne doğru sızıyordu, sildi; terleyen alnı yanıverdi. Avucunda kalan bulamaç artıkları terleyip açılan alın derisini yakmıştı. Gülümsedi yorgunluğunda; "Eyi bakalım Sav-Tekin Bey" diye söylendi; "Senin sırtın da yanacak. Yanacak ki kurtulasın. Az sonra o atamadığın zehir ter olup boşanacak. Seller gibi. Melikşah'ın anadan dedesisin, kurtulman gerek, yoksa sensiz Nizamül Mülk'e dur diyemem, yavaş ol diyemem...( Sepetçioğlu, 2014a: 42-43).