• Sonuç bulunamadı

Batılılaşma, Osmanlıcılık ve “İttihâd-ı İslâm” Fikri

3.1. KİMLİK KAZANDIRMA SÜRECİNDE NAMIK KEMAL

3.1.1. Batılılaşma, Osmanlıcılık ve “İttihâd-ı İslâm” Fikri

Tanzimat Fermanı’nın yayınlanmasıyla Batılılaşma hareketlerinin Osmanlı Devleti tarafından resmen kabul edildiği on dokuzuncu yüzyıl, birçok alanda olduğu gibi kültür ve sanat alanında da büyük değişikliklerin ve gelişmelerin yaşandığı bir dönem olmuştur. Bir taraftan sahip olunan Doğu kültürünün korunmaya ve devam ettirilmeye çalışıldığı, diğer taraftan daha ileri bir seviyede olduğunun farkına varılan Batı düşünce yapısının yakalanmaya uğraşıldığı bu dönemde, normal olarak bir kültür çatışması ve ikilem yaşanmıştır. Bu kültürel çatışma ortamında, “Batılılaşma mücadelesinin en büyük bayraktarı Namık Kemal” (Ekiz, 1984: 20) olmuştur.70 Fakat

Namık Kemal’in bu bayraktarlığı, Osmanlı’yı reddedip yönünü tamamen Batı’ya çeviren bir anlayış olarak algılanmamalıdır. Çünkü o, dönemindeki birçok aydın gibi, “Şinasi’nin tabirince ‘Asya’nın ihtiyar aklı ile Avrupa’nın bakir düşüncesi’ arasındaki terkibin peşindedir” (Okay, 2013: 1). Bu anlamda Namık Kemal, “ruhda İslâm ve şarklı, şekilde garplı olmak isteyen düalist Tanzimat zihniyetini en iyi ifade eden” (Ülken, 1999: 762) kişidir.

Divan edebiyatının etkisiyle büyüyen ve divançe oluşturabilecek kadar bu edebiyata hâkim olan (Uçman, 2011: 203-205) Namık Kemal’i, Batılılaşmanın bayraktarı konumuna getiren sürecin başlangıcı Şinasi’yle tanışmasıdır. Bu tanışmanın ardından Namık Kemal, şiirinin muhtevasını değiştirmiş, artık tasavvufi konular

70 Edebiyatımızda Batılılaşma denildiğinde ilk akla gelen isim Şinasi’dir. Fakat Ahmet Hamdi

Tanpınar, Batılılaşmada Şinasi’yi sadece bir başlangıç noktası olarak yorumlar. Ona göre bu hareketi şuurlu bir hâle getiren asıl etken Namık Kemal’dir. Şinasi’nin bu kadar ön plana çıkmasını ise Namık Kemal göstermiş olduğu asil bir tevazuun yanlış anlaşılmasına bağlar:

“Namık Kemal, Abdülhak Hâmid'e yazdığı bir mektupta: ‘Asıl müceddit Şinâsi ile sensin, ben, ikinizin arasında bir hatt-ı ittisalim’ der. Bu asil tevazu, bütün bir yanlışlık silsilesinin başlangıcı olmuştur. Hakikatte asıl yenilik onunla başlar, ilk ve esaslı zaferini onunla kazanır. Şinâsi, olsa olsa bir hareket noktasıdır ve her başlangıç gibi müphemdir. Bu donuk ışıklı ve kendi üstüne kapanmış adam, şüphesiz etrafındakilere çok tesir etti. Fakat onda bütün cemiyet üzerinde derhal tesirini gösteren, kütleyi birdenbire elektriklendirmiş gibi altüst eden o büyük ve sâri kuvvet eksikti. Namık Kemal, devlet iradesiyle ve sırf imparatorluğu takviye için başlayan yenilik hareketine bütün millî hayata şâmil olan bir mânâ vermiş ve hattâ bu mânâyı kazanabilmesi için onu başladığı noktanın aleyhine çevirmiştir. Garpçılığı devlet binasının dışına vurulmuş bir badanadan, gayesi cemiyetin bünyesini değiştirmek olan şuurlu bir hareket hâline getirmiştir” (Tanpınar, 1998: 212).

60

yerine toplumsal sorunları işlemeye başlamıştır. O dönemde yaşanan Bosna-Hersek muharebeleri, 93 Harbi gibi olayların etkisiyle şiirinde hürriyet, vatan,71 millet ve

hamiyet gibi kavramları heyecanlı bir şekilde işlemiş ve “vatan şairi/millî şair” vasfıyla anılmaya başlamıştır72. Namık Kemal’in bu coşkusu sadece şiirde kalmamış,

diğer eserlerine de yansımıştır. Çünkü o, dönemindeki diğer sanatçılar gibi gazetecilik, yazarlık ve şairliğin yanında bürokratik görevler üstlenen, siyasetle uğraşan, sosyal yaşama ilişkin görüşler beyan eden ve devleti bulunduğu güç durumdan kurtarmak için çareler arayan bir sanatçıdır.

Osmanlı Devleti’nin gerileme ve çöküş döneminde yaşayan Namık Kemal, durum karşısında sorumluluk hisseden bir aydın tavrıyla, bu gidişatı tersine çevirme, hatta Avrupa medeniyetini yakalama düşünceleriyle hareket eder. Bunun için ise öncelikle Osmanlı Devleti’nin bünyesindeki milletlerin dağılmasını engelleme çabasına girer. “Ona göre menfaatte ortaklık, hukukta eşitlik olunca, din, dil ve cins ayrılıkları birlik ve beraberliğin devamına ve bir devlet hâlinde yaşamaya engel olamaz. Hatta zamanla bu ayrılıklar ortadan kaldırılabilir. Şüphesiz din, dil ve cinsiyet gibi bağlar bir toplumda birlik ve beraberliğin temin edilmesine yardımcı olabilirler. Ancak bu bağların bulunmaması hiçbir zaman insanların birleşmesini, birlik ve beraberlik içinde yaşamasını imkânsız kılamaz” (Ekiz, 1984: 106-107). Zaten Osmanlı Devleti yüzyıllar boyunca farklı milletleri aynı menfaat ve kimlik altında yaşatmayı başarmıştır. Bu başarıya rağmen, zamanla devletler arasında değişen dengeler ve yayılan milliyetçilik fikirleri neticesinde Osmanlı bünyesindeki milletlerde de ayrılma kıpırtıları görülmeye başlamıştır. Namık Kemal, işte böyle bir ortamda yapılacak en tutarlı girişimin, “Osmanlı” üst kimliğinin bütün topluma tam anlamıyla benimsetilebilmesi olduğuna inanmıştır.

71 Edebiyatımızda “vatan” kelimesinin, “ata yurdu” anlamında ilk yaygın kullanımı Namık Kemal’le

gerçekleşmiştir. Fransızca “patrie” kelimesine karşılık olarak on dokuzuncu yüzyılın başında icat olunmasına rağmen bu kelimenin yaygın bir şekilde kullanılması ve popüler hâle gelmesi, aynen “hürriyet” kelimesinde olduğu gibi, Namık Kemal sayesinde olmuştur (Mardin, 2012: 361).

72 Aslında Namık Kemal’den daha önce vatan konusunu işleyen şiirler kaleme alınmıştır. “Başta III.

Selim’in bir gazelinde, Kırım Savaşı esnasında söylenmiş bazı manzumelerde ve mesela Yusuf Hâlis’in ‘Vatan Kasidesi’ ile diğer bazı eserlerinde vatanî şiirin ilk örnekleri mevcutsa da vatan, millet, hürriyet kavramlarını bir heyecan konusu hâline getiren en tesirli şekilde topluma mal eden ilk şair Namık Kemal olmuştur” (Aslan, 2014: 90).

61

“Devlet-i ebed müddet”73 fikrine bağlı olan Namık Kemal’e göre, yenileşme,

terakki, hürriyet, hukuk ve eşitlik gibi devleti ayakta tutacak dinamiklerin hayata geçirilmesi elzemdir (Tuncer, 2012: 21). Devamlılığın esas olduğu devlet hayatında bu dinamikler yaşam kaynağıdır. Çünkü kişi, devletin güçlü ve daim olduğunu bilir, hak ve hukukunun korunduğuna inanır, kendini devlet içindeki herkesle eşit olarak görürse bu devlet yapısını kabullenecek ve koruyacaktır. Bu sebeple Tanzimat Fermanı’yla birlikte daha da netleşen mal ve can güvenliği, eşitlik gibi hususlarla ilgili kanunlar işletilmeli, yasal düzenlemeler yapılmalı ve Osmanlı tebaasında bulunan her bireyin kendini güvende hissetmesi sağlanmalıdır. Namık Kemal’in bu düşünceleri, onun milleti bir arada tutma konusunda ne kadar istekli ve bilinçli olduğunun göstergesidir. Zira Anthony Smith, Millî Kimlik adlı eserinde, millî kimliğin unsurlarından bahsederken topluluğun fertleri arasında yasal eşitlik fikrinin mevcudiyetinin zorunluluğuna da değinir. Avrupa toplumlarında “vatan” kavramının yerleşmesi, fertlerin siyasal ve sosyal haklarının güvence altına alınması neticesinde kendilerini “yurttaş” olarak görmeleriyle gerçekleşmiştir. Zengin fakir herkesin yasal bakımdan eşit olduğunun kabul edilmesi, bütün fertlerin devletin bekası için çalışmasını sağlamıştır (Smith, 2010: 24-25). Bu yönüyle, Osmanlı tebaasındaki fertlerin de kendilerini siyasal ve sosyal yönden güvende hissetmeleri önemlidir. Namık Kemal, bu düşüncelerinin gerçekleşebilmesi için padişahın yanında halkı temsil edecek ve onun isteklerini dillendirecek bir meclisin var olması gerektiğini savunur. Bu fikirden hareketle de “Yeni Osmanlılar” olarak adlandırılan gizli yapılanmaya dâhil olur. Fakat yaşadığı dönemin padişahları I. Abdülaziz ve II. Abdülhamid’in uyguladıkları siyasete karşı olduğu için bir müddet yurt dışına kaçmak ve uzun yıllar sürgünde yaşamak zorunda kalmasına rağmen, hiçbir zaman saltanatın kaldırılmasını istememiştir. Onun bu tavrı, Türklerde en eski zamanlardan beri var olan, “Kağan, Gök Tanrı’nın yeryüzündeki temsilcisidir.”74 anlayışının etkisi olarak

73 Türkler en eski zamanlardan itibaren devletin menfaatini kendi menfaatleri gibi düşünmüş ve bu

uğurda fedakârlık yapmaktan asla çekinmemişlerdir. Mesela yaşlılar ve çocuklar, kendileri çıplak kalsalar bile en kalın ve en sıcak tutan elbiselerini çıkarıp, askere giden akrabalarına verebiliyorlardı. En iyi ve belki de en son yiyeceklerini de askere gidenlere veriyorlardı. Bunun için savaş sıralarında yaşlı ve çocukların, aç ve çıplak kaldıkları da oluyordu” (Ögel, 1988: 243). Neticede, devletin bekasını her şeyin üstünde tutma anlayışı, Türk kültürünün bir parçası hâline gelmiştir.

74 Türkler Kağanlarını, Allah’ın (Gök’ün) yerde, kendisi adına tayin ettiği bir temsilcisi olarak

62

düşünülebilir. Zira baba otoritesi üzerine kurulu bir aile yapısıyla yetişen Türkler, büyük bir aile şeklinde düşündükleri devlette baba rolünü kağana/padişaha vermiş ve mümkün olduğunca itaat etmişlerdir.

“Yeni Osmanlılar”, Osmanlı Devleti’nin dağılma ve parçalanma sürecine girmesinde hükümeti suçlayan ve yürütülen politikaları felaket olarak gören altı gencin (Mehmed Bey, Namık Kemal Bey, Reşad Bey, Nuri Bey, Ayetullah Bey ve Refik Bey), 1865 yılı yazında Belgrad Ormanı’nda yaptıkları bir piknikte başlattıkları “İttifâk-ı Hamiyyet” hareketinin devamıdır. Zaman zaman Bâb-ı Âlî Tercüme Odası’nda çalıştıklarından hem devletin dış işlerinin nasıl yürütüldüğünü hem de Avrupa siyasî sistemlerini öğrenme fırsatı elde eden bu altı kişi, imparatorluğun yönetim şekli olan mutlak idareyi meşrutî idareye dönüştürmek gayesini güden gizli bir cemiyet kurmaya karar vermişlerdir. Böylece eşit haklara sahip, kendi fikirlerini savunmada hür ve Osmanlı kimliği taşımaktan memnun bir toplum oluşturmayı hedeflemişlerdir. Gerçi, 1839 yılında ilan edilen Gülhâne Hatt-ı Hümâyunu ile Osmanlı tebaasına dâhil olan herkese aynı medenî hakları sunarak dinî ilişkilere dayanmayan bir Osmanlı milleti meydana getirme teşebbüsünde bulunulmuştur. Fakat bu girişim, içten ve dıştan yapılan baskılar neticesinde pratikte tam olarak uygulanamamıştır. Sonrasında ise Osmanlı Devleti bünyesindeki Hristiyanları himaye edebilmek için Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışan Avrupalı büyük güçlerin baskılarını arttırmalarıyla 1856 yılında hükümet tarafından, Hristiyanlar öncelikli olmak üzere bütün tebaanın haklarını garanti altına alan ek bir ferman daha kabul edilmiştir. Fakat dönemin siyasî olayları karşısında hükümetin geç veya yanlış kararlar alması, Avrupa güçlerinin Hristiyan tebaa üzerinde daha fazla hâkim olmalarına sebep olmuş ve onların milliyetçilik duygularını tetiklemiş, Namık Kemal gibi gençlerin Bâb-ı Âlî’den nefret etmelerine yol açmıştır. İşte bu nedenlerle, kurulan bu cemiyet bütün Osmanlı tebaası için şimdiye kadar uygulanmaya çalışılan reform programlarından çok daha geniş tedbirler alınarak gerek Müslümanların gerekse Hristiyanların memnun olacağı bir düzen planlamış ve böylece bütün halkın birleşip kaynaşmasını ummuştur (Mardin, 2012: 17-94).

Namık Kemal’in etkin rol oynadığı “Yeni Osmanlılar” cemiyeti üyelerinin Bâb-ı Âlî’ye tavır almalarının bir sebebi de hükümetin yani Âlî ve Fuad Paşaların

63

Batı’yı kültürel açıdan taklit etmeleridir. “Yeni Osmanlılar”, yenileşmeye, ilerlemeye ya da diğer bir ifadeyle Batılılaşmaya karşı değillerdi, fakat kültürel yönden yapılan taklitlerin Osmanlı toplumunu temelden sarstığına inanıyorlardı.75 Bu yüzden İslâm

temelli bir devlet ve demokrasi anlayışını benimsiyorlardı (Erkilet, 2012: 42). Onlara göre Tanzimat’ın yoksun olduğu temel felsefe ve ahlaki değerler, İslâm felsefesiyle beslenmeli, desteklenmeliydi. Yani her ne kadar gayrimüslimler ve azınlıklar için dinî esasların haricinde bir Osmanlı kimliğinden bahsedilse de devletin asıl yapısına uygun olarak İslâm düşüncesi ön plana çıkarılmalıydı.76 Aksi takdirde Batı medeniyetiyle

karşı karşıya kalan Müslüman Osmanlı vatandaşlarının dinî ve kültürel açıdan bir bunalım yaşaması ve arayışa girmeleri kaçınılmazdı. Böyle bir durumdan kurtulmanın yolu, Müslüman halkı bilinçlendirmekten geçiyordu (Mardin, 2013: 86-94).

Ömrünü Müslüman halkı uyandırmaya adayan Namık Kemal’in bu amaçla kaleme aldığı bir diğer yazısı, 27 Haziran 1872 tarihinde İbret’te yayımlanan “İttihad- ı İslâm”dır.77 Namık Kemal bu makalede, iki yüz milyon kadar Müslümanın Batı

medeniyeti karşısında bilinçlenerek birleştikleri ve birbirlerinin menfaatlerini

75 Birol Emil’in “Fransız İhtilâli Türkiye İçin Bir Kader miydi?” başlıklı yazısında belirttiği üzere Yeni

Osmanlılar, Avrupa’ya karşı temkinli yaklaşmış ve özellikle “Avrupa’nın Şark politikasını, Türkiye üzerindeki emellerini şiddetle tenkid etmişlerdi. Hiçbir şekilde padişaha karşı değillerdi. Sadece İslâmî bir parlamento istiyorlardı. Türk-Müslüman Şarkı kaynaklarına kadar biliyorlardı. Sağlam bir tarih bilgisine ve şuuruna sahiptiler. İliklerine kadar muhafazakâr Türk-Osmanlı milliyetçisi idiler. Hatta Ali Suavî Avrupa karşısında Türk ırkının varlığından ve tarihî büyüklüğünden bahsediyordu” (1997: 88).

76 Namık Kemal’in İslâm inancının yansımasını neredeyse bütün eserlerinde görmek mümkündür.

Öyle ki, aslında yanlış Batılılaşma neticesinde toplumda meydana gelen ahlaki erozyonu anlatmayı hedeflediği İntibah’ta bile satır aralarında okunmak üzere, Osmanlı kimliğinde Müslümanlık vurgusu yapar. “Makale tarzındaki yazılarında din, mezhep ve milliyet bakımından Osmanlı Devleti’ne tâbi bütün halkların eşitliği fikrini savunsa da zaman zaman Müslüman kimliği öne çıkan Namık Kemal’in bu yönü, bu romanda da kendisini gösterir. Roman kahramanı Ali Bey’i tuzağa düşüren kötü kadın Mehpeyker’in kirli işlerinde ona yardım eden Osmanlı vatandaşı bir Hırvat’tan söz ederken kendini tutamaz ve onun ‘mensup olduğu millete mahsus galatat’ ile Türkçe konuşmasını alay konusu eder. Hırvat’ın davranışları ve ahlaksızlığı ile milliyeti arasında da çok açık olmasa da dolaylı bir şekilde ilişki kurar” (Gökçek, 2012: 157).

77 Makalelerinden hareketle yazarın İslâmcılık düşüncesini değerlendiren araştırmacılar, “İttihad-ı

İslâm” terimini ilk kez kullananın Namık Kemal olduğu konusunda hemfikirdirler. Bu araştırmacılardan biri olan Kemal Karpat, terimin ilk kez kullanıldığı tarih olarak ise 1872’yi işaret eder: “İttihad-ı İslâm tabiri ilk kez Genç Osmanlılar’ın ve Meşrutiyetçilerin entelektüel rehberi olan Namık Kemal tarafından 1872’de kendi gazetesi olan İbret’te kullanılmıştır; ancak fikir daha önce birçok defalar ve şekillerde Basiret’te ifade edilmişti. Şunu da belirtmek gerekir ki, bir Müslüman birliği kurmak fikri ilk kez Rusya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nda ve Avusturalya’da yaşayan Slav Ortodoks Hristiyan nüfusu arasında yürüttüğü pan-Slavist propagandaya karşı bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Basiret ve İbret, daha birçok Osmanlı yayınlarının yanı sıra, Rusya’nın pan-Slavizmine karşı koymak için kendi icat ettikleri bir Müslüman versiyonunu, belki biraz da pan-Germanik fikirleri örnek alarak, kullanmak istemişlerdir” (Karpat, 2013a: 194).

64

muhafaza ettikleri takdirde, parlak bir saadet devrinin yaşanacağını iddia etmektedir. Zaten içinde bulundukları dönemin de bu birleşmeyi gerektirdiğini ve Devlet-i Aliyye’nin kuruluşundan beri zaman zaman ileri gelen bazı isimlerin fikirlerini meşgul eden bu hayalin, artık umumi bir gaye hâline geldiğini söylemektedir. Vaktiyle medeniyet çizgisinde zirveyi oluşturan İslâm âleminin, bu mevkii muhafaza edememesinin en büyük sebeplerinden birinin Müslümanların arasına giren ayrılıkçı fikirlerden kaynaklandığının anlaşıldığını belirtir. Avrupa’ya daha yakın olan Osmanlı Devleti’nin büyük kardeş tavrıyla hareket ederek bu tefrikaları aradan kaldırmasını ve bütün Müslümanlara hem örnek hem de lider olmasını ister. Bu birliği sağlamanın ve liderliğin yolu olarak ise eğitimi gösterir. Zira tarihte Timur, I. Selim ve Nadir Şah gibi birçok hükümdarın Müslümanları asker ve kılıç gücüyle birleştirmeye çalıştığını, ancak istenilen başarıya ulaşamadıklarını hatırlatır. Müslümanlar arasındaki birliğin, tabiatı kesmek ve ayırmak olan kılıçla, insanları birbirlerine düşman eden politik atışmalarla ya da sonu gelmeyen mezhep kavgalarıyla değil ancak eğitimle gerçekleşebileceğini savunur (YTEA II, 1978: 228-230).

Eğitimle gerçekleşecek bir İslâm birliğini hayal eden Namık Kemal, bu idealini neredeyse bütün yazı ve eserlerinde işlemiştir. Örneğin İbret’te yayımlanan “İstikbal” başlıklı yazısında, “Bir mesut gün yoktur ki, saadeti dünden hazırlanmış olmasın” (Özön, 1997: 46) diyen yazar, güzel bir geleceğin ancak iyi bir eğitim neticesinde inşa edilebileceğini söyler. Avrupa’nın medeniyet yolunda ilerlemesine karşın Osmanlı’nın içine düştüğü bunalımı çocukların mektebe gönderilmemesine, yani eğitimsizliğe bağlar. Buna rağmen gelecekten emindir. Namık Kemal yazının devamında, “İstikbalimiz emindir: Çünkü…” (Özön, 1997: 48-50) şeklinde başlayan cümlelerle gelecekten niçin emin olduğunu açıklar. Yazarın sunduğu bu sebepler arasında, onun İttihad-ı İslâm ve Osmanlıcılık ideolojisiyle ilgili beklentileri de yer almaktadır. Buna göre o, İslâm’ın birleştiriciliği ve Hilafet makamı sayesinde Osmanlı Devleti’nin bünyesindeki Müslümanlar arasında bir bölünme yaşanmayacağına, Müslüman olmayanlara verilen haklar ile onların da devletten ayrılmayacağına inanmaktadır:

İstikbalimiz emindir: Çünkü İslâmiyet vahdete gelmeyi emreder. Cinsiyet ve lisan gibi avarız-ı dünyeviyeyi vesile-i ihtilaf etmeğe katiyen manidir. Binaenaleyh her türlü mevhumatına vücut vererek mevcudatı vehm içinde

65

bırakmağı burhan-ı dirayet addeden bazı mutasalliflerin zannı gibi buralarda Lazlık, Arnavutluk, Kürtlük, Araplık devahisinin zuhuru muhal hükmündedir.

İstikbalimiz emindir: Çünkü şimdicik serdettiğimiz mukaddematın istilzamıyla sabittir ki müslümanlar bu âlem-i terakkide elbette bir gün kelime-i vahide üzerine içtima edecektir. Bu hâlde mademki hilâfet buradadır ve mademki kuvvet de, nisbet de mevkiin kabiliyetinde ve halkın istidadında, zamanımızın vatan-ı medeniyeti olan Avrupa’ya kurbiyette ve hatta servette, marifette burası memalik-i İslâmiyenin kâffesine mukaddemdir; bahsettiğimiz içtimaın elbette merkezi burası olacaktır.

İstikbalimiz emindir: Çünkü İslâm olmayan vatandaşlarımıza dahi hafi olmadığı üzere kendilerinde ne kadar hukuk-i müktesebe var ise cümlesi bu devletin yadigâr-ı inayetidir. Cümlesi bu devletin, bu vatanın vücuduyla kaimdir (Özön, 1997: 49).

İslâm’ı bir kurtuluş reçetesi olarak sunan Namık Kemal, İslâmiyet’e yapılan saldırılara da karşı çıkmıştır. Osmanlı Devleti’nin bu ideolojiyi benimseyerek İslâm âlemini etrafında toplamasını ve bu şekilde güçlenmesini kendi çıkarlarına ters gören bazı Batılı sanatçı ve aydınlar, bu birliği engellemek için İslâm dinine hücum etmiş ve Müslümanların zihinlerini bulandırmaya çalışmışlardır. Buldukları her fırsatta saldırıya geçen bu fikir adamları, İslâmiyet’in ilme karşı olduğu ve bu sebeple Osmanlının geri kalmasına yol açtığı, İmparatorluğun çöküşten kurtulabilmesi için ise Batı medeniyetinin şartsız bir şekilde bütün yönleriyle alınması gerektiği gibi düşünceleri halka benimsetmeye uğraşmışlardır. Bu düşünceyle hareket edenlerden birisi M. Ernest Renan olmuştur. Renan, “İslâmiyet ve Maarif” başlıklı bir konferansında, İslâm’ın Müslümanların başlarına geçirilmiş bir çeşit “demir daire” gibi ilerlemeye ve ilme mani olduğunu (Namık Kemal, 1962: 21) ileri sürmüş ve İslâmiyet’i kötülemiştir. Hiçbir ilmî ve edebî temele dayanmayan bu düşüncenin yanlış ve art niyetli olduğunu gözler önüne sermek isteyen Namık Kemal ise “Renan Müdâfaanâmesi” adlı eserini kaleme almıştır. Bu eserinde sadece Ernest Renan’ın değil, Doğu medeniyeti konusunda nam salmış “Tarih-i Osmanî” ve “Şark Kütüphanesi” adlı eserlerin sahipleri olan Hammer ve D’Herbelot’un dahi İslâmiyet konusunda ne kadar cahil olduklarını, eserlerinden değişik alıntılar yaparak ispatlamıştır. Yine Ernest Renan’ın “İslâmiyet ilme ve ilerlemeye engeldir.” savını çürütecek şekilde Kur’an-ı Kerim’den ayetler göstermiş, İslâm âleminin yetiştirdiği birçok âlimden bahsetmiş ve onların ilim dünyasına neler kazandırdıklarını anlatmıştır

66

(Namık Kemal, 1962: 22-23). Ayrıca İslâmiyet’in milliyeti ortadan kaldırmadığını, fakat dinî vasfın milliyetin önüne geçtiğini ve dahi kavmiyeti kaldırsa bile insanlığın birleşmesine mani olan bir engeli yok etmiş olacağını söylemiştir. Böylece İslâmiyet’in bilime ve ilerlemeye ne kadar kıymet verdiğini ispat ederek Batının fen ve teknolojisinden faydalanmaya karşı olmadığını göstermiş, Batılı fikir adamlarının Osmanlı bayrağı altında gerçekleşecek İslâm birliğini engellemek için İslâmiyet’i ne kadar kötülemeye ve itibarsızlaştırmaya çalıştıklarını ortaya çıkarmıştır.

Osmanlı birliğinin sağlanması için uğraşan Namık Kemal’in bu yoldaki en önemli unsurların başında İslâm’ın geldiğini düşünmesinde, Kuleli Vakasından dolayı Kıbrıs’a sürülmüş olan Şeyh Ahmet Efendi isminde bir âlimle tanışmış olmasının etkisi büyüktür. O zamana kadar kaleme aldığı eserlerde İttihad-ı İslâm fikrine çok az yer veren Namık Kemal, bu tarihten itibaren İslâmcılık ideolojisini daha ön plana çıkarmıştır (Tanpınar, 2012: 356). İslâmcılığı kurtarıcı78 bir ideoloji olarak kabul

etmiş, İslâmiyet’e yapılan suçlamaları eserleriyle çürütmüş ve halkın İslâm’ı daha