• Sonuç bulunamadı

3.2. Sosyo-Kültürel Çözüm Önerileri: Konstrüktivizm ile Krizi Gidermek

3.2.3. Avrupa Ulusu ve Birlik Yurttaşlığı

Meşruiyetin tek taraflı bir işlem olmadığı, siyasal iktidarın ancak yönettiği toplum tarafından rıza ve itaate değer görülmesi ile mümkün olduğu gerçeğinden hareketle, AB’de meşruiyet krizinin kaynağı, konstrüktivistlere göre kurumsal aksaklıklara ilaveten, Avrupa yurttaşlığı, Avrupa ulusu, Avrupa kimliğinin tam olarak tanımlanamaması ve bu tanımlanamamanın devamı olarak bu fenomenlerin AB üyesi devlet halklarınca sindirilememesidir. AB bu bağlamda, çarkların susmak bilmediği sanayi devrimi döneminde üç vardiyeyle çalışan bir fabrika değildir. Çevresine duyarlı ve çevreden aldığı etkilere tepki gösteren, bir nevi organik bir varlıktır. Geçmişte yapılan ve gelecekte yapılacak her şey en ufak ayrıntısına kadar hesaplanarak yapılmamıştır.272

Bu bakımdan AB biraz kadercidir de. Şöyle ki; AB’yi kuran devletler, 1957’de Doğu Bloğu üyesi komünist devletlerin AB’ye üye olabileceğini tahmin edemezlerdi, hatta böyle bir ihtimali hayal dahi edemezlerdi. 1970’lerde hiçbir Batı Avrupalı haşmetli SSCB’nin dağılacağını bilemezdi. Ancak SSCB’nin dağılması ufukta görüldüğü vakit NATO, AGİT, Avrupa Konseyi ve AB gibi uluslararası örgütler Doğu Bloğu ülkeleri ile temaslara başlamışlardı. Öyle ki, SSCB henüz dağılmamışken birçok Doğu Bloğu üyesi devlet, liberal Batı mantaliteyle harmanlanmış örgütlere üye olma sürecine dahil olmuşlardı.273 AB SSCB’nin resmen dağılması ile Birliğin kapısını eski Doğu Bloğu ülkelerine ardına kadar açmıştı. AB hiçbir zaman Doğu Bloğu ülkelerini de içine alacak bir yapılanmayı planlamamıştı. Ancak zaman, eski komünist devletlerin Birliğe üye olmasına uygundu (zeitgeist). AB kültürel ve sosyal bilinçle hareket ederek (Konstrüktivist bir

270 Ted Hopf, “The Promise of Constructivism in International Relations Theory”, Andrew Linklater (ed.),

International Relations: Critical Concepts in Political Science Vol: I, New York: Routledge, 2001, ss. 171- 200.

271 Andrew Moravcsik, “Is Something Rotten in the State of Denmark? Constructivism and European

Integration”, Journal of European Public Policy, Vol. 6, No. 4, 1999, s. 669.

272 Morin, Avrupa’yı Düşünmek, s. 139.

273 NATO’nun 1991’de Kuzey Atlantik İşbirliği Konseyi’ni kurmasının nedeni, Doğu Bloğu devletleriyle

NATO arasında ortak bir zemin hazırlamaktı. KAİK’in işlevselliği SSCB’nin dağılması ile artmış ve NATO 1994’de Barış İçin Ortaklı projesini yürürlüğe koymaktı. Amaç, eski Doğu Bloğu devletlerin NATO’ya üye olmalarına olanak sağlamaktır. Diğer taraftan AGİT 1990’da Paris Şartı’nı yayınlamıştır. Amaç, Avrupa’daki ulus-devletlerin ortak bir Avrupa kültürüne sahip çıkmalarını sağlamaktı.

yaklaşımla) Mayıs 2004’de beşinci, Ocak 2007’de ise altıncı genişleme dalgasını gerçekleştirmişti.

AB yukarıda da izah edilmeye çalışıldığı haliyle yalnızca kurumsal bir yapı değildir. Aynı zamanda, oluşturmak istediği Avrupa bilinci, Avrupa kimliği, Avrupa halkı gibi formasyonlarla sosyal bir organizasyondur. Dolayısıyla meşruiyet krizi yalnızca kurumsal düzeyde yaşanan aksaklıklardan kaynaklanmamaktadır. Bu nedenle demokratik açığın bertarafı yalnızca kurumsal düzeyde gerçekleştirilecek iyileştirme faaliyetleriyle mümkün olmayacaktır. Meşruiyet krizinin yalnızca kurumsal düzeyde tahlilinin ve çözümünün kafi görülmesi indirgemeci bir düşünce olarak çözümsüzlüğün statüsünü değiştirmeyecektir. Yalnızca kurumsal düzenlemeleri öngören yapısalcı yaklaşım kısa vadeli çözümlerden öteye geçemeyecektir. Burada (Y)apısalcı ve (y)apısalcı ayrımının belirtilmesi elzemdir. (Y)apısalcılık, Uluslararası İlişkiler disiplininde 1960’lı yıllarda dış politika yapımında ekonominin ve bağımlılığın yerini vurgulayan teorik düzeydir.274 Çalışmada kullanılan (y)apısalcı yaklaşımdan kastedilen ise bir sistemin çalışabilmesi için gerekli olan kurumsal alt yapıya aşırı önem vermektir. Kurumların yapısında meydana gelebilecek aksaklıkların tüm sistemin iflasına yol açabileceğini, dolayısıyla sistemde meydana gelebilecek bir aksaklığın giderilmesinde kurumsal reformların kifayetini savunan bir anlayıştır (y)apısalcılık.

Demokratik açığın ve ardından meşruiyet açığının giderilmesinde kurumsal düzeyde atılacak iyileştirme adımları önemlidir, hatta önceliklidir; ancak, kurumsal reform hareketlerinin desteklenmesi ve sürekliliği için kültürel ve aidiyetsel girişimlerin yapılması da elzemdir. Dolayısıyla meşruiyet krizinin çözümünde yapısalcı yaklaşım yerine inşacı (konstrüktivist) yaklaşım doğru çözüm metodu olacaktır.275 Kültürel ve aidiyetsel iyileştirmeler kurumsal adımların uygulanabilirliğini artıracaktır.

Demokratik hayata ilişkin bakışlar uluslar arasında farklılıklar içerebilmektedir. “Birlik” olmak amacını taşıyan AB için de kapsadığı üye ülke vatandaşlarının demokratik hayata ilişkin bakışı “tek”, “aynı” olmalıdır. Burada AB’nin ulus yaratma projesi ortaya çıkmaktadır. Ulus, XV. yüzyılda Batı Avrupa’da ortaya çıkmış bir oluşumdur. Ulus, geçmişte bir arada yaşamış, gelecekte de bir arada yaşama iradesine sahip ve bu iradeyi ortak değerler temelinde bütünleştiren insan topluluğu olarak tanımlanabilir. Bahsedilen

274 Fred Halliday, “Theories in Contention”, Rethinking International Relations, Hamsphire: Macmillan

Press, 1994, s.37.

insan topluluğunun bazı özellikleri taşıması gerekmektedir. Bu özellikleri beş başlık altında toplayabiliriz: (i) toprak/ülke ya da coğrafyanın gerekliliği. (ii) ortak mitler ve tarihi bellek. (iii) kitlesel bir kamu kültürü. (iv) ortak hak ve sorumluluklar. (v) ortak bir ekonomi.276 Burada ifade edilen özelliklerin zorlayıcılığı aşikar olmakla birlikte, paragrafın baş tarafında ele aldığımız tanımı da göz önünde bulundurursak ulusu, belirli bir süredir ortak değerler ve ortak kültürel unsurlar çerçevesinde bir arada yaşayan, sahip olduğu bu ortaklıklar ile diğerlerinden ayrılan ve bu ayrımı gelecekte de sürdürmek isteyen siyasal bir anlam ifade eden insan topluluğu olarak tanımlayabiliriz. Ulus, henüz tanımlanma aşamasında yaşanan sıkıntı, zorluk göz önünde bulundurulursa bugün bile hem siyaset biliminin hem de uluslararası ilişkilerin en tartışmalı konularından birini teşkil eder. Hatta ulusun sadece hayali bir cemaat olduğunu (Anderson), tahayyülen varolan (Bayart) ya da aydınlanma ile birlikte başlayan sekülerleşmenin bir uzantısı olarak dinin boşalttığı yeri, ulusun aldığını ya da iktidarı meşrulaştırmak adına ulusun icat edildiğini (Habsbawm) vurgulayanlar da vardır.277

Anthony Smith’in yukarıda izah ettiğimiz ulus kavramının oluşumunda olması gereken beş özelliği AB için değerlendirdiğimizde; AB’nin gerekli coğrafyasının olduğu, ortak hak ve sorumlulukları tesis ettiği, ortak bir ekonomiyi ilk zamanlardan itibaren gerçekleştirdiğini görürüz. Ancak AB’nin ortak bir tarihi belleği ve ortak kamu kültürü bulunmamaktadır. Bu da AB’nin Avrupalı halkı/kamuoyu oluşturamaması önündeki en önemli engeldir. Bir ulus bilinci oluşturmanın en etkili aracı ise ortak kimlik oluşturmaktır.

Avrupa ulusu ardından, Avrupa Yurttaşlığına değinmek gerekmektedir. AB yurttaşlığı kavramı Birlik için oldukça yeni kavramdır ve Birlik bu kavramı kullanarak AB’nin tüm üye devlet vatandaşlarınca savunulmasını ve desteklenmesini sağlamayı amaçlamaktadır. Ulus olma yolunda ısrarlı adımlar atan AB, yurttaşlık fikrini Maastricht Antlaşması ile yaratmıştır. Maastricht Antlaşması’nda Birliğin amaçları; ekonomik ve sosyal bütünleşmeyi güçlendirmek, tek parayı kapsayacak bir ekonomik ve parasal birlik oluşturarak sürekli ve dengeli bir ekonomik ve sosyal gelişmeyi sağlamak; ortak dış ve güvenlik politikası oluşturmak amacıyla uluslararası düzeyde Birlik kimliği oluşturmak;

Birlik Vatandaşlığı kavramını oluşturarak üye devlet halklarının çıkarlarını ve haklarını

276 Anthony Smith, Milli Kimlik, Çev. Bahadır Sina Şener, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004, s. 32.

277 Ulus ve ulusçuluk ile ilgili ayrıntılı çalışmalar için bkz. Benedict Anderson, Hayali Cemaatler:

Milliyetçiliğin Kökenleri ve Yayılması, Çev. İskender Savaşır, İstanbul: Metis Yayınları, 1995; Jean-François Bayart, Kimlik Yanılsaması, Çev. Mehmet Moralı, İstanbul: Metis Yayınları, 1999; Jürgen Habermas, Öteki Olmak Öteki ile Yaşamak, Çev. İlknur Aka, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2002.

daha fazla korumaya önem vermek; Topluluk müktesebatını (acquis communautaire) korumak ve buna uygun hareket etmek (Article 2 / Article B), olarak sıralanmıştır.278

Birliğin amaçlarından birisinin Birlik yurttaşlığı oluşturmak olduğu açıkça ifade edilmiş olmasına karşın bu yurttaşlığın nasıl olacağı tam olarak açıklanmamıştır. Bu noktada Birlik yurttaşlığına yönelik üç farklı tanımlamadan bahsedilmesi gerekmektedir. Artık (residual) yurttaşlık, ulus-ötesi yurttaşlık, iç içe geçmiş (nested) yurttaşlık.279 Faist’e

göre AB düzleminde zayıf bir toplumsal yurttaşlık biçimi olan artık yurttaşlık tek tek üye devletler bazında toplumsal hakların gerileyişini ifade etmektedir. Ulus-ötesi yurttaşlık ise üye devlet düzeyinde garanti edilen hakların birbirlerine yaklaştığını ifade eder. İç içe

geçmiş yurttaşlık ise Avrupalı kurumlar tarafından garanti edilen haklar şeklinde kısaca tanımlanabilmektedir.280 AB’nin bir devlet yapılanmasına sahip olmaması, AB’de tek ve kolay bir yurttaş tanımlaması yapmayı mümkün kılmamaktadır. AB’de yurttaş kendisini birden çok düzlem içerisinde -üye devletler, siyasi aktörler, AB, AB Komisyonu, Avrupa Parlamentosu vb.- tanımlamaktadır. Bu düzey farklılığı Maastricht Antlaşması’nda da ortaya çıkmış, Birliğin ulusal kimliklere saygı göstereceğinden bahsedilmiştir (Article 6 /

Article F),281 aksi halde, AB kimliği projesinin hezimete uğraması şüphe götürmez bir

gerçekliktir. Çünkü, bir toplumda her zaman var olan, ancak ihtiyaç olmadıkça ifade bulmayan, ortak ve tartışmasız kabuller vardır, ulusal kimlik gibi. “Avrupa kıtasındaki bir ulusun bireylerinin, ‘Kimsiniz?’ sorusuna verecekleri cevap, herhalde (öncelikle) Avrupalıyım olmayacaktır”.282 AB sınırları içerisinde birey, kendisini önce Alman ya da Fransız, ya da hangi ülke vatandaşıysa o ülke kimliği ile tanımlayacak, kendi aidiyetini (öncelikle) AB ile ilintilemeyecektir. Bu nedenle, AB kimliği hiç bir suretle ulusal kimliklerin yerine geçirilebilecek bir kavram olarak düşünülmemelidir.

Nihayetinde Avrupa Anayası’nda da Maastricht’ten esinlenilmiş ve vatandaşlık tanımı yapılırken bütün üye devlet uluslarının Avrupa Vatandaşı oldukları belirtilerek, bu vatandaşlığın ulusal vatandaşlığa bir ilave olduğu, hiçbir zaman ulusal vatandaşlığın

278

Official Journal of the Communities, “Consolidated Version of the Treaty on European Union”, No. C 191, 24/12/2002. Maastricht Antlaşması ile ilgili bölümde rakamlarla tanımlanan maddeler aynı zamanda parantez içinde harflerle adlandırılacaktır. Harflerle yapılan adlandırma 1992 ‘de imzalanan metindeki maddeleme usulüdür, rakamlarla yapılan adlandırma ise 2002’de revize edilmiş halinde kullanılan usuldür.

279 Thomas Faist, “Avrupa Birliği İçinde Toplumsal Yurttaşlık: İç İçe Geçmiş Yurttaşlık”, Ayhan Kaya,

Günay Göksu Özdoğan (der.), Uluslararası İlişkilerde Sınır Tanımayan Sorunlar: Göç, Yurttaşlık, İnsan Hakları, Toplumsal Cinsiyet, Küresel Adalet ve Güvenlik, İstanbul: Bağlam Yayınları, 2003, ss. 192-194.

280 Ibid, s. 193.

281 “Consolidated Version of the Treaty on European Union”.

282 Şaban H. Çalış, Hayaletbilimi ve Hayali Kimlikler: Neo-Osmanlılık, Özal ve Balkanlar, 3. Baskı, Konya:

Çizgi Kitabevi, 2006, s. 25. Parantez içerisinde verilen “öncelikle” ifadesi Çalış’ın kitabından alıntı yapılan orjinal metinde bulunmamaktadır.

yerine ikame edilemeyeceği belirtilmiştir (Article I-10).283 Anayasa’nın üye devletlerin egemenliklerine dokunmama nezaketine binaen ulusal vatandaşlığa saygıyla yaklaştığını ifade etmesi, üye devlet halklarının Birliğe sempatisini artıracaktır. Bu sayede, yani ulusların şahsi karakteristiklerinin tanınması ile Avrupa bütünleşmesi desteğini ihtiyaç hissettiği ulusal desteği edinmiş olacaktır.

Ancak Avrupa yurttaşlığının tehlikeli boyutları da gündemdeki tartışmalarda dile getirilmektedir. Gerard Delanty Avrupa kimliğinin katı bir ötekileştirme ile oluştuğunu, dolayısıyla Avrupa yurttaşlığının da çok sert bir ayrımı ifade ettiğini savunmaktadır. Delanty’ye göre Avrupa yurttaşlığı birlik olma politikasıyla oluşturulmak istenilmektedir. Kendi içerisinde birçok farklılıklar barından Avrupa’nın dayatma politikası pekala Birliğin dağılmasıyla sonuçlanabilir. Bunu engellemenin yolu ulus-ötesi vatandaşlıktır. Ulus-ötesi vatandaş din, dil, coğrafya ayrımı yapmadan herkesle uyum sağlayabilecek vatandaş modelidir. Bu nedenle farklı tarihi geçmişleri ve inançları olan Avrupalı devletler için en makul çözümdür.284

283 CIG 87/2/04 REV 2, s. 14.

Sonuç

Meşruiyet açığı ya da krizinin analizinde yaşanan karmaşıklığın iki önemli boyutu vardır. Birincisi, meşruiyetin dolaylı ve direkt formasyonları arasındaki farklılaşmadır. İlki üye devletler ve her üye devletin sahip olduğu politik-ekonomik elitlerden kaynaklanan meşruiyeti; diğeri ise, üye devlet vatandaşlarından kaynaklanan ve onları doğrudan bağlayan meşruiyeti ifade eder. Dolaylı meşruiyette, uluslararası ya da hükümetlerarası örgütlerde yaşanan ve vatandaşları doğrudan etkileyen “yönetime ilişkin yetkilerde” mevcut olan kısıtlılık ve yetersizlik anlatılmaya çalışılmaktadır.

Dolaylı ve doğrudan meşruiyet modelleri AB’nin kurumsal yapılanmasında yaşanan uluslarüstü ve hükümetlerarası elementler arasındaki denge oluşturma sürecinin bir yansıması ve bu süreci güçlendiren ve destekleyen yapılar olmaktadır. Eğer bu meşruiyet modelleri bahsedilen “tamamlama ve güçlendirme” fonksiyonlarını ifa edemezlerse, Avrupa Parlamentosunun şeffaflığı ve temsil kabiliyeti, Komisyonun egemen olma durumu, Konseyin denetlenebilirliği ve hesap verebilirliği, ortak ve güçlü bir Avrupa kimliği sağlanamamış olur.

Analizde yaşanan karmaşıklığın ikinci boyutu ise; kimlik, demokrasi ve performans gibi meşruiyetin normatif kriterleri arasındaki ilişkiden kaynaklanmaktadır. Bu ilişki birkaç farklı uygulamayla karşımıza çıkmaktadır. Burada telafi etme (compensation) eylemiyle karşılaşılır. Telafi etme eylemi, bu üç kriterden birisinde yaşanan eksiklik ya da hatanın diğerleri tarafından yerine getirilmesidir. AB’de demokratik işleyişte yaşanan aksaklıklar, örgütün performansındaki olumlu ivme ile -bugünlerde yaşanan haliyle- önemli ölçüde kapatılabilmektedir. AB örneği, performansın meşruiyet sağlamada başvurulduğu en önemli örneklerdendir. Telafi etme eylemi dışında diğer bir model ise, muadili olma/ikame

etme/yerine geçme eylemidir. Bu eylemde ‘diğerinin yerini alma’ söz konusudur. Bazen AB perrformansında ortaya çıkan noksanlıkları Konseyin otoritesini artırarak gidermeye çalıştığı olmuştur.

Meşruiyet krizi her ne kadar demokratik rejime özgü olmasa da, demokratik yönetim anlayışını benimsemiş tüm devlet ve kurumlarda bir şeklide ortaya çıkabilmektedir. Hatta meşruiyet krizinin günümüz demokrasilerinde olmaması mümkün olmayan bir konu haline geldiği rahatlıkla ifade edilebilir. Çünkü günümüz demokrasileri temsili demokrasilerdir. Halk karar alma sürecine doğrudan katılamamakta, karar alma

sürecine temsilcisi katılmaktadır. Halkın yönetime katılma aracı yalnızca seçimler olmaktadır, bir de referandum.

Parlamenter demokrasilere mahsus bazı özellikler vardır: Bir anayasanın varlığı, parlamento, seçim sistemi ve parti sistemi.285 Bu sistemlerden birisinde ortaya çıkacak sorun, demokratik uyumu sarsacaktır. Yukarıda bahsedilen özelliklerin bir kısmının AB’de işlememesi, AB’de meşruiyet krizine neden olmaktadır.

Bu çerçevede bir parlamento, seçim sistemi, tam olmasa da bir parti sistemi ve Anayasa taslağı olmasına rağmen, AB’de hala meşruiyet krizi yaşanıyor olması krize yol açan başka sebeplerin de mevcut olduğunu göstermektedir. Eski Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer Mayıs 2000’de Walter Hallstein Avrupa Araştırmaları Merkezinde (Berlin Humboldt Üniversitesi’nde) yaptığı konuşmasında AB’nin en önemli sorununun Birlik vatandaşlarının belleğini işgal eden demokratik meşruiyet eksikliği olduğunu vurgulamıştı.

Meşruiyet ve demokrasi birbiriyle ilişkili, ancak birbirinin ikamesi olmayan iki kavram olup, birbirini tamamlar niteliktedir. AB’de yaşanan meşruiyet krizi öncelikle kurumsal noksanlıklardan kaynaklanmaktadır. Ekonomik ihtiyaçlara göre yapılanmış ve yetkilendirilmiş AB kurumlarında işlevsellik her zaman için demokratik olmaktan önce gelmiştir. Kurumlardan beklenen, meşru zeminde demokratik normları gözeterek fonksiyonlarını icra etmeleri değildi. Kurumlardan beklenen tarihte bir eşine daha rastlanılmamış, sui generis (nevi şahsına münhasır) bir ekonomik entegrasyon olan AET’nin bu zorlu süreci aşabilecek, bu süreçte optimum verimle çalışabilecek dirayeti göstermeleriydi. Kurumların demokratik yönden noksan olduklarına dair tartışmalar 1990’lı yıllarda yoğunluk kazanmıştır. Çünkü ekonomik entegrasyonu başarıyla gerçekleştiren AET, çıtayı daha da yükseltmiş ve siyasi entegrasyonu amaçlamaya başlamıştı. Siyasi entegrasyon kriterleri demokratik araçlar olan ve üye olmak isteyen devletlerin ihtiva etmesi gereken özellikleri Kopenhag Kriterleri’nde belirleyen AB’nin kendi içerisindeki demokrasi noksanlıklarını, yaşanan meşruiyet sorununu görmemesi mümkün değildi.

AB entegrasyonunun bugün karşılaştığı en büyük meydan okuma demokratik açık ve meşruiyet krizidir. Kriz, AB’nin yaşadığı her genişlemeyle daha ciddi boyutlara ulaşmış, AB genişledikçe derinliğini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalmıştır. Bu noktada soruna bakış açısı oldukça önemli olmaktadır. Moravcsik demokratik açık ve

285 Svein Andersen, Kjell Eliassen (ed.), The European Union: How Democratic Is It?, London: Sage

meşruiyet krizi feryatlarını yersiz bulmaktadır. Ona göre, AB zaten hükümetlerarası bir örgüttür ve bu nedenle meşruiyetini üye devletlerden almaktadır,286 halktan değil. Diğer

taraftan AB’nin bir ulus-devlet olmadığı tezinden varsayımla, AB’nin tüm ulusal yetkilere sahip olmadığını ve olamayacağını, AB’nin yalnızca politikalar üzerinde koordinatör olabileceğini, dolayısıyla AB’deki teknokratik ve bürokratik merkeziyetçiliğin gerekli ve mecburi olduğunu, ‘demokratiklik mi işlevsellik mi’ ikileminde AB’nin doğal olarak işlevselliği tercih ettiğini, bu nedenle AB’de meşruiyet krizinin olmadığını ve aranmaması gerektiği savunan görüşler de mevcuttur. Bu görüşler, aslına bakılırsa çözüme en yakın görüşlerdir. Çünkü AB bir devlet olarak algılanmazsa, devlet olma çabasından vazgeçerse, aslında fonksiyonel bir örgüt olduğu gerçeğiyle yüzleşecek ki, fonksiyonellikte meşruiyeti sağlayan halkın rızası değil, beklenilen hizmetlerin ve örgüt tarafından güdülen amaçların yerine getirilme derecesidir.287

Ancak demokrasiyi amaç edinmiş, demokrasiyi ve demokratik konsolidasyonu (meşrulaştırmayı) üye olma şartı ilan etmiş bir örgütün, kendi varlığında demokratik açıklar barındırması örgütün geleceği ve inandırıcılığı açısından olumsuz bir gelişmedir. Bunun farkında olan AB, kurumlarında yaşadığı eksiklikleri antlaşmalarda yer alan reform maddeleriyle sürekli giderme arayışında olmuştur. Hazırlanan her antlaşma metni ile yetkileri değişen, ancak değiştikçe karmaşıklaşan kurumların imdadına Avrupa Anayasası yetişmiştir. Avrupa Anayasası AB kurumlarının yetkilerini, bugüne kadar yapılan reformlara nazaran parlamenter demokrasiye daha yakın kılmıştır. Avrupa Parlamentosu, ulusal parlamentolar kadar olmasa da yasamada güçlenmiş, Konsey’in yasama sürecine etkisi azalmıştır.

Kurumsal alanda yaşanan reformlara rağmen AB’de meşruiyet eksikliği azalmamış, aksine artmaya devam etmiştir. Dolayısıyla krizin giderilmesine yönelik reformlarda kurumsal alanla yetinmek yeterli olmamıştır. İşte bu noktada çözüme ilişkin kültürel ve sosyal reformlar gündeme gelmektedir.

Kısaca konstrüktivist yaklaşım olarak adlandırılabilecek reform hareketleri Avrupa kimliği, Avrupa ulusu, Avrupa yurttaşlığı, Avrupa kamuoyuna vurgu yapmakta, kurumsal reform çabalarının önemli olduğunu ancak yeterli olmadığını belirterek, sosyal, kültürel ve aidiyetsel çözüm önerilerine ağırlık vermektedir. Bir an için, kurumsal yapılanmanın tam

286 Andrew Moravcsik, “In Defence of the ‘Democratic Deficit’: Reassessing Legitimacy in the European

Union”, Journal of Common Market Studies, Vol. 40, No. 4, 2002, ss. 610-622.

287 Jens Steffek, “The Legitimation of International Governance: A Discourse Approach”, European Journal

anlamıyla demokratikleştiği düşünülürse dahi, kurumlara inanmayan, kurumlara güvenmeyen, kurumların politikalarını muhatap kabul etmeyen bir halk (Avrupa kamuoyu) karşısında kurumsal reformlar pasif kalacaktır. Bu nedenle Avrupa vatandaşlığının, Avrupa kimliğinin ve Avrupa kamuoyunun en kısa zamanda tanımlanması ve oluşturulması gerekmektedir.

AB vatandaşlığı halihazırda kurulamamış bir yapıdır. Vatandaşlığı ulusal politikalara ortak katılım ve ortak bir kültürel kimlik bilinci olarak tanımlarsak288, AB’de ‘vatandaşlık bilincinin’ pek de mevcut olmadığını söyleyebiliriz. Son Avrupa Parlamentosu seçimlerine katılımın en düşük katılım olduğu göz önünde bulundurulursa, Avrupa halkının Birlik ortak politikalarına ve kurumlarına karşı kayıtsız oldukları düşünülebilir. Delanty’nin de ısrarla vurguladığı gibi, Avrupa’da kimlik inşası yapılmaktadır ancak yanlış bir uygulama söz konusudur. Avrupa’daki kimlikleştirme sürecinde ötekileştirme çok sert yaşanmakta, Avrupa’da ötekileştirme yabancılaştırma ve kin üzerine kurulmuşçasına elitist bir ortamda gerçekleşmektedir. Bu yanlışlığa karşın olması gereken ise, AB’nin oluşturmaya çalıştığı kimliğin bütünleştirici olup, din, dil ve ırk gibi parametrelerden bağımsız bir yapılanma olmasıdır.