• Sonuç bulunamadı

Hangi ekole bağlı olunursa olsun aşağı yukarı bütün iktisatçılara göre, herhangi bir kapitalist toplumda bütçe, sermaye sınıfının gerek güncel gerekse uzun erimli çıkarlarını güvence altına almak üzere, devletin ve tekellerin ekonomiye ortak müdahalesidir. Çalışanların elde ettiği büyük gelirlere (milli hasıla) büyük ölçüde bütçe yolu ile el konulmakta ve bu hasıla yine bütçe yoluyla yeniden bölüştürülmektedir.

Askeri harcamaların ve birtakım sosyal programların, bu bütçeden ne ölçüde karşılanacağı artık büyük ölçüde bütünleşmiş olan devlet-tekel ikilisinin belirleyeceği politikalara bağlıdır.

Bütçe açığı kavramı genel olarak bir yıllık periyotlar halinde bütçenin gelirlerinin giderlerinden az olması sonucunda ortaya çıkan sonuç şeklinde açıklanır.

Bütçe açığı kavramı gelir ve gider arasındaki uyumsuzluğu ve dengenin gider lehine bozulmasını ifade eder. Bu kavram gelir ve giderler şeklinde iki ana başlık altında da incelenebilir. Günümüz ekonomik yapıları içinde ağırlıklı olarak incelenen ise giderler kısmı olmaktadır. Günümüz tüketim ekonomisi içinde devletlerin gelirleri giderlerinden daha az seyretmektedir (Egeli, 1999:1). Bu durum Avrupa Birliği’nin geneli için de farklı değildir. Gider rakamlarındaki artışlar hâlihazırda gerçekleşen gelir rakamlarından yüksek gerçekleşmektedir.

Bütçe açıklarının giderilmesinde ve ek olarak mali disiplin sağlama konusunda önemli unsurların başında etkili bir maliye politikasının uygulanması gelmektedir. AB üyesi devletler ortak para birimi uygulamasının hayata geçirilmesinin öncesinde mali

5 http://ec.europa.eu/ (E.T. 21.10.2018)

74

disiplinin sağlanabilmesi için 7 Şubat 1992’de Maastricht Antlaşmasını imzalamışlar ve

“yakınlaşma kriterleri” adı verilen Maastricht Kriterlerini belirleyerek kabul etmişlerdir.

Bu anlaşma uyarınca bütçe disiplininin sağlanabilmesi için AB üye olan ülkelerin eksiksiz olarak uymaları gereken iki temel kriter vardır. Bu kriterlerin ilki; üye ülkenin bütçe açıklarının GSYİH’ye oranının maksimum %3 düzeyinde olması, diğeri de ülkenin toplam borçlarının GSYİH’sine oranı maksimum %60 düzeyinde gerçekleşmesidir. Bu anlaşmadan sonraki dönemde sadece bu kriterleri karşılayabilen ülkeler ortak para birimi uygulamasına geçebilmişlerdir. Bütçe açığı burada belirlenen oranların üzerinde olan devletlere destekler sağlanacak, maliye ve para politikalarında etkin adımlar atmaları sağlanacak, bütçe açıkları belirlenen kriterin altına geldiğinde de ortak para birimine geçebileceklerdir (Özen, 2002:39).

Küresel krizin ardından ortaya çıkan olumsuz etkilere maruz kalmamak veya bu etkilerden en az düzeyde etkilenmek amacıyla devletler çapında çeşitli maliye politikası kuralları ve bu kuralların ihlali durumunda karşı karşıya kalınacak yaptırımlarla ilgili kriterler belirlenmiş ve uygulamaya konulmuştur. İstikrar ve Büyüme Paktı gereğince belirlenen sınırları aşan ülke için, öncelikle durum kamuoyuyla paylaşılmakta, daha sonra ise ülkeden bir miktar paranın alınması yoluna gidilmekte, son olarak ise alınan paranın para cezasına dönüştürülmesi yöntemleri uygulanmaktadır (Aysu, 2010:20).

Krizin başlangıç aşamasında sıkı para ve maliye politikaları uygulamaları yapan devletlerin bütçe açıklarının GSYİH’ye oranı %3 civarlarında iken, en yüksek bütçe açıkları Yunanistan, İngiltere, İrlanda ve İspanya’da görülmüştür. Bütçe açıklarında artışlar görülmesinin bir sebebi de; iktidarlar eliyle uygulanan destekleme paketlerinin yanında, vergi hasılat oranlarının yüksek düzeyde gerçekleştiği konut ve inşaat sektörlerinde meydana gelen daralmalar olmuştur. Bu ülkelerde görülen kredi genişlemeleri ve varlıklara ait fiyatlamalarda görülen artış eğilimleri krizden önceki dönemlerde bütçe gelirlerinde yükselmelere neden olmuş fakat krizin kredi daralması ve

75

varlık fiyatları üzerindeki olumsuz etkisi bütçe rakamlarını da olumsuz şekilde etkilemiştir. Bu durumun en önemli sonucu ülkelerdeki yüksek bütçe açıkları şeklinde görülmüştür. Bu bütçe açıkları kamu sektörünün borçlarını da artırarak vergi sistemi aracılığı ile ülke vatandaşları üzerinde de bir borç yükünün oluşmasına sebep olmuştur (Maliye Bakanlığı, 2010:7). AB’ye üye ülkelerden olan ve az önce bahsedilen İngiltere, İrlanda, İspanya ve Yunanistan gibi Türkiye’nin de borç stoğu yüksek düzeydedir.

Gerçekleşen bu yapıya istinaden Uluslararası Para Fonu tarafından Euro bölgesinde bulunan devletlerin uluslararası bütçe koordinasyonunu sağlayabilecek farklı bir sistem için farklı adımların atılması gerektiği yönünde bir teklif yapılmıştır. Bu teklif ile, piyasalar üzerinde üst düzeyde bozucu etkiye sahip olan krizin yeniden yaşanmasını önleyebilmek için üye devletlerin kendi aralarında kısa vadeli mali transfer yapmaları konusunun ileri seviyede bir önlem olacağı vurgulanmıştır. Avrupa komisyonu tarafından yayımlanan 2010 senesinin ikinci yarısına ait piyasa tahminlerini kapsayan rapora göre; 27 Avrupa ülkesinin ortalama bütçe açığının GSYİH’ye olan oranının %7.2 gibi rekor sayılabilecek düzeye ulaşacağı, borç stoğunun ise GSYİH’nin %80’i dolaylarında gerçekleşeceği öngörülmüştür (European Commission, 2010:3). Yine aynı rapora göre ekonomik anlamda iyileşmenin önündeki en önemli risk; finansal piyasalarda görülen belirsizliklerdir. Bu belirsizlikler ekonomik krizlerin de kaynağı niteliğindedir.

76 Tablo 9 Euro Bölgesi ve Avrupa Birliği Rakamları

Kaynak: Eurostat (http://epp.eurostat.ec.europa.eu/cache/ITY_PUBLIC/2-22042010-BP/EN/2- 22042010- BP-EN.PDF) (E.T. 21.10.2018)

Tabloda da görüleceği üzere 16 Euro birliğine dahil ülke ve 27 AB üye ülkesinin 4 yıla ilişkin değerleri gösterilmiş ve 2009 senesinde Euro ülkelerinde %-6.3 şeklinde gerçekleşen bütçe açığı oranı 27 üye ülkenin ortalamasında ise %-6.8 şeklinde gerçekleşmiştir. Borç oranı ise euro ülkeleri toplamında %78.7, AB üye ülkelerinde

%73.6’tür (Odabaş & Bahtiyar, 2010: 164).

Tüm krizler sistem üzerindeki bir boşluğun sonucunda ortaya çıkar ve her bir kriz bu boşlukların görülerek kapatılması imkânını tanır. Bu telafi süreci elbette sancılı

77

bir süreçtir. Önemli olan ise bu sancıların etkisini azaltabilmektir. Kişi ve devletlerin gelirlerinden daha çok giderlerinin olması sistemde bozulmaların başladığının bir göstergesidir. Kısaca hem devletler hem de kişiler gelirleri oranında harcama yapmalı ve mutlaka tasarruf oluşturmalıdır. Öte taraftan, kriz süreçlerinin yönetilmesi süreci şeffaf bir anlayışla organize edilmeli ve uluslararası kriterlere göre yol haritaları çizilmelidir. Yürürlükte olan finansal sistemin Euro bölgesi ekonomisi için uzun dönemde istikrarı sağlamayacağı görülebilir. AB’ye üye devletlerin bu konuya ilişkin birbirinden farklı stratejiler geliştirmesi ve düzenlemeler yapması birliğin tümü için bir anlam ifade etmemektedir. Bu durum ilk bakışta pozitif etkilere sahip bir durum gibi görünse de muhtemel tehlikelerin önünü açacak bir durumdur. Bu duruma ek olarak bütçeler kontrol edilemeyecek noktaya geldiği zaman ekonomi politikaları da desteklenemeyecek duruma gelecek ve bu konuda da değişim kaçınılmaz olacaktır (Holmes, Otero & Panagiotidis, 2008:2).

Aşağıda yer alan tablolarda Bütçe dengesi/GSYİH oranları ile Borç stoğu/GSYİH oranları yer almaktadır. Bu tablolarda, Portekiz ve İspanya’ya ait borç stoğu ve borç stoğu/GSYİH gösterge rakamları diğer ülkelere oranla daha düşük seviyede gerçekleşirken, bütçe dengesi/GSYİH oranlarının hızlı bir şekilde yükselmesi ve cari işlem açıklarının yüksek düzeyde gerçekleşmesi, bu ülkelere karşı risk algısının da artması anlamını taşımaktadır (Odabaş ve Bahtiyar, 2010: 165).

78

Şekil 12 Bütçe Dengesi/GSYİH (%)

Şekil 13 Borç Stoğu/GSYİH (%)

1.6 2008 Krizi Sürecinde Avrupa Merkez Bankası Tarafından İzlenen Politikalar

2008 krizinin patlak verdiği ilk aylarda pek çok ülkede krizin ne derece derin ve etkili olduğu anlaşılamamıştı. Ortaya çıkan bu krizin bir Amerikan krizi olduğunu düşünen ve bu nedenle küresel çapta yayılım göstermeyeceğini varsayan ülkelerin sayısı azımsanmayacak kadar çoktu. Almanya Başbakanı Angela Merkel de bu görüşteydi.

Amerika’da konu ile ilgili yetkili makamlar kurtarma paketlerini devreye sokmaya

79

çalışırken AB’den yetkililer ülkelerinde krizin çok etkisinin olmayacağı ve bu yüzden çok sert önlemlerin alınmasının gerekli olmadığını öne sürmekteydi. 2008 senesi Ekim ayında önceleri 300 milyar euro olarak açıklanması düşünülen kurtarma paketinin 15 milyar euro şeklinde onaylanarak yürürlüğe alınması da bu durumun bir göstergesidir (Kang vd., 2015: 2-5).

Piyasada güven azaldığında kredi faiz oranları Avrupa Merkez Bankası’nın belirlediği oranların üzerine çıkar. Avrupa Merkez Bankası 2007’deki krizde benzer durum yaşamıştır. Bu durumda standart para politikası araçları yetersiz kalmaktadır.

Merkez Bankası tarafından fiyat istikrarı hedefinin gerçekleştirilmesi için Avrupa Merkez Bankası standart dışı bazı önlemlerin kararını vermek zorunda kalabilir (Karagözlü, 2016: 120).

2008 krizine yönelik olarak Avrupa Merkez Bankasının aldığı ilk önlemler piyasa tarafından gecikmiş olarak algılanmıştır. Amerikan Merkez Bankası (FED) eliyle alınmış olan önlemlere oranla daha yetersiz ve gecikmeli olan bu önlemlerin yetersiz olduğu söylenebilir. Fakat 2011 senesinden sonra Avrupa Merkez Bankası önemli 3 önlem aldı. Bu önlemlerde ilki LTRO kısaltması ile belirtilen ve ileriki kısımlarda detaylı bir biçimde açıklanacak olan uzun vadeli refinansman operasyonunun (LTRO - Long Term Refinancing Operations) yürürlüğe alınmasıdır. Diğer önlem sabit bir oran üzerinden finans kuruluşlarına tahsis edilen tam kredi tahsisi yetkisi ve son önlem de Avrupa Merkez Bankasının uzun vadeli yüksek miktarda yaptığı varlık alımlarıdır (Wyplosz vd., 2013: 12).

Avrupa Merkez Bankası yapısal anlamda ülke merkez bankalarına göre daha hantal bir durumdadır. Daha yavaş ve gecikmeli kararlar alır. AB’ye üye olan ve birbiri ile çok değişik ekonomik büyüklüklere sahip ülkelerin bir araya getirdiği bir yapılanma olduğu için; tüm hareketleri ve kararlarında “bekle gör” politikasını izlemeyi seçer. Bu bağlamda 2008 krizi süresince Avrupa Merkez Bankası çok kez gecikmeli kararları ile

80

eleştirilmiştir. Bu süreçte Avrupa Merkez Bankası’nın krize verdiği tepki, likiditenin sağlanması ve bankalar arası kanallarının açık tutulmasının sağlanması şeklinde olmuştur. Bunun sağlanması için de banka yürürlükte olan para politikalarında değişikliğe gitmiştir. Avrupa Merkez Bankası’nın iki önemli piyasa işlevi; temel refinansman operasyonu (MRO) ve uzun vadeli refinansman operasyonu (LTRO) aracılığıyla likidite ihtiyacını gidermektir. LTRO ilk etapta 3 aylık, sonra sırasıyla 6 ay ve 1 sene sürelerle finansman sağlamaya başlamıştır. Ardından 3 yıl vadesi olan iki LTRO operasyonunu da yürürlüğe almıştır. Bu operasyona VLTRO yani çok uzun vadeli refinansman operasyonu denilmiştir. Tüm bu önlemlerin sonrasında Avrupa Merkez Bankası’nın hesap bilançosunun ortalama vade süresi uzatılmıştır. Bu süreçte finans kuruluşlarına sağlanan likiditenin %80’inin vadesi 3 yıl şeklinde gerçekleşmiştir (Claeys, 2014: 6).

Kriz Öncesi İzlenen Geleneksel Politikalar: Avrupa Merkez Bankası kurulduğu yıl olan 1999’dan sadece 9 sene sonra küresel boyutta bir finans krizi ile karşı karşıya kalmıştır. Krizden önceki dönemde Avrupa Merkez Bankası’nın izlediği para politikası kararlarının anlaşılabilmesi için 3 senelik bir dönemin ele alınması yeterlidir (Karagözlü, 2016: 122). Bu yüzden 2005-2008 seneleri arasında kalan dönemdeki Avrupa Merkez Bankası para politikası kararları ele alınmıştır.

Ekonomi politikaları pastanın dağıtılmasına benzer. Kimi pastadan daha çok pay alır ve tüm mücadele alınan dilimin büyüklüğü ile ilgilidir. Bu yüzden politikalar önemlidir.

Avrupa Merkez Bankası 2005 senesinin Aralık ayında %2.25 olan faiz oranını, 25 puanlık artışlarla 2006 senesi Aralık ayında %3.5 düzeyine yükseltmiştir. Genel anlamda enerji fiyatlarında meydana gelen yükselişlerle artan enflasyon oranları,

81

hedeflenen değerin üzerine çıkarak %2.2 şeklinde gerçekleşmiş ve bu yüzden faiz oranları yükseltilerek piyasadaki fiyat istikrarı gözetilmek istenmiştir (A.M.B, 2006).

Şekil 14 AMB Faiz Oranları (%) (AMB, 2006: 16)

2007 senesinin Ağustos ayı geldiğinde para piyasalarında kısa vadeli faizlerde ciddi artışların olduğu görülmüştür. Avrupa Merkez Bankası bu artışa en hızlı tepki veren merkez bankası olarak piyasaları rahatlatmıştır. Bunun yapılması sırasında bankaların ihtiyaç duyduğu likidite ihtiyacının giderilmesi etkili bir yöntem olarak kullanılmıştır. Ancak bankaların ihtiyaç duyduğu likiditenin, beklenenden daha yüksek olması etkiyi azaltmıştır. 95 milyar euro olarak gerçekleşen bu likidite beklentisi ABD’de meydana gelen 9 Eylül olaylarında piyasaya verilen 69 milyar euronun çok üzerinde bir rakamdır ve bankanın o tarihe kadar yaptığı en büyük müdahale hamlesidir.

Faiz oranlarındaki yükseliş eğilimini takip eden iki güç için de yeterli likidite sağlanmış ve piyasalardaki gerilim azaltılmıştır (Tett, 2015).

Kriz Sonrası İzlenen Geleneksel Olmayan Politikalar: Avrupa Merkez Bankası’nın finans krizi öncesinde ve kriz sürecince birincil hedefi enflasyon oranının

82

%2’ler seviyesinde kalmasını sağlamak olmuştur. Amerikan Merkez Bankasına oranla Avrupa Merkez Bankasının faizler üzerindeki düşme etkisi daha geç görülmüştür.

Bunun öncelikli nedeni krizin ABD’de başlaması ve Avrupa’nın merkeziyetçi (decentralized) yapısının Amerika ile kıyaslandığında daha muhafazakar/sıkı oluşudur.

Bu merkeziyetçilik üye ülkeler düzeyinde karar alma süreçlerinin uzamasına neden olmuştur. Avrupa Merkez Bankası tarafından kriz sonrası izlenen para politikaları; faiz politikası, bilanço politikası ve diğer izlenen politikalar şeklinde üç alt kategoride ele alınmıştır. (Karagözlü, 2016: 123).

Faiz Politikası: Finans krizinin başlama aşamasında Avrupa Merkez Bankası faiz oranlarını düşürmemiştir. Ancak Lehman Brothers’ın iflasının açıklamasının ardından faiz oranlarının düşürülmesi kararı verilmiştir. Lehman Brothers’ın iflası ise kriz için bir dönüm ve işaret noktası oluşturmuştur. Kimi görüşlerde bu olay küresel krizin başlangıcı olarak görülmüştür. Kimilerine göre de onun kurtarılamayışı, krizi bu denli genişletmiştir. Lehman’ın çöküşü, ayrıca ABD’de korku ve paniğe yol açmış, birçok kişi işsiz kalmış, dünyanın en eski ve köklü olduğu bilinen mali bir kurumu batmıştır (Çoşkun, 2011:89).

Finans kurumları esas olarak iki faiz oranını takip eder. Bunlardan biri temel refinansman faizi (MRO), diğeri de marjinal borç verme faizidir. Temel refinansman faizi (MRO) Avrupa Merkez Bankası tarafından haftalık ihalelerle gerçekleştirilen açık piyasa işlemlerine (APİ) konu olan faiz oranlarıdır. Marjinal borç verme faiz oranı ise;

Avrupa çapında faaliyetlerini yürüten finans kuruluşlarının gecelik borçlanmasına konu olan faiz oranıdır. Avrupa Merkez Bankasına ait faiz oranı şeklinde tek bir faiz oranı kastedildiği zaman anlaşılması gereken temel refinansman faizi (MRO)’dir. Özetle medyada yer alan haber bültenlerinde “Avrupa Merkez Bankası faizi artırdı veya azalttı” denildiğinde bu faizin anlaşılması gerekmektedir. MRO 2008 senesi Ekim

83

ayında %3.75 iken, marjinal borç verme faizi %4.25 şeklinde uygulanmaktaydı. Bu iki faiz oranı arasında 50 baz puanlık bir aralık vardır. 2008 Ekim ayı ile 2009 Mayıs ayı arasındaki sürede faiz oranlarında ciddi oranlarda düşüşler meydana gelmiştir. Mayıs 2009’dan 2011 yılına kadar faiz oranı %1 oranında tutulmuştur. 2011’in Kasım ayında faiz oranı %1’in üstüne çıkarılmıştır, 2011’in Aralık ayında ise faiz oranları yeniden %1 oranına indirilmiştir. Avrupa Merkez Bankası 2014 senesi Eylül ayı itibarıyla faiz oranlarını (MRO) %0.05 oranına kadar indirmiştir. Aynı tarihte marjinal borç verme faizi de %4.25’ten %0.30’a kadar indirilmiştir. Böylelikle 50 baz puan olan koridor 25 baz puana geriletilmiştir. 1999 ile 2015 yılları arasında Avrupa Merkez Bankasının bilanço büyüklükleri, enflasyon ve faiz oranlarının seyirleri aşağıdaki şekilde şöyle gösterilmektedir. (AMB, 2014).

Şekil 15 AMB Bilanço Büyüklüğü, Enflasyon ve Faiz Oranları (Milyar Euro, %) (Bloomberg, 2018 (E.T.15.10.2019)

Bilanço Politikası: Avrupa Merkez Bankası özel kuruluşları ve AB bünyesinde yer alan üye ülkeleri desteklemek için modern para politikalarını uygulamaya sokmuştur. Özel kuruluşlara destek vermek adına uygulanan Geliştirilmiş Kredi Destek (Enhanced Credit Support) programı çerçevesinde planlanan üç adet teminatlı bono alış

84

programı (CBPP–Covered Bond Purchase Program) yer almaktadır. Üye ülkeleri desteklemek için ise Menkul Kıymet Piyasaları Programı (Securities Markets Programme–SMP) ve Karşılıksız Mali İşlemler (Outright Monetary Transactions-OMT) programları yürürlüğe alınmıştır. Bunlara ek; kuruluşları ve üye ülkeleri aynı anda destekleyen genişletilmiş varlık alım programı (Expanded asset purchase programme-EAPP) yer almaktadır 6.

Bu programlardan CBPP1 ve CBPP2 teminatlı bono alış programı 2009 ve 2011 senelerinde başlatılmıştır. 2014 Ekim ayında başlayan üçüncü program CBPP3 ise Avrupa para politikaları içine dahil edilmiş ve 2016 Haziranında sonlandırılmıştır.

Avrupa Merkez Bankası bahsi geçen bu iki alımı da vadesine kadar tutmayı hedeflemektedir (AMB, 2014).

Geliştirilmiş kredi destek programlarının beş ana basamağı bulunur. Bu basamaklar aşağıdaki gibi sıralanabilir (Pattipeilohy vd., 2013: 16-17):

 Temel Finansman Sağlama Operasyonları (MRO) ve Uzun Vadeli Finansal Sağlama (LTRO) mekanizması ile sınırsız likiditenin sağlanabilmesi

 Teminata sahip olan varlıkların vade sürelerinin uzatılması

 Uzun Vadeli Finansal Sağlama (LTRO) amacıyla kullanılan varlıkların vadelerinin ilk aşamada 6, 2009 Haziran ayına kadar da 12 aya uzatılması ve böylece finans kuruluşlarının likidite planlamalarındaki belirsizlik durumlarının ortadan kaldırılması

 Amerikan doları ve İsviçre frangı başta olmak üzere yabancı para birimlerinde ihtiyaç duyulan likiditenin sağlanması için döviz eksiği olan finans kuruluşlarının desteklenmesi

6 http://www.ecb.europa.eu/ (E.T 20.12.2018).

85

 İpotekli Tahvil Alım Programı (CBPP) ile sorunlu durumda olan ipotekli tahvil pazarında canlanma sağlanması hedeflenmiştir.

2010 senesi Mayıs ayından başlayarak 2012 senesi Şubat ayına kadar uygulamaya konulan SMP para politikasıyla, problemli durumda bulunan borç piyasalarına müdahale edilmiştir. Kamu özel borç senetleri piyasasına likidite sağlamak amacıyla yürütülen programda müdahale kararlarını yönetim kurulu almaktadır. SMP 2010 senesinde yürürlüğe konduğunda Avrupa Merkez Bankası 220 milyar euroluk Yunanistan, İrlanda, Portekiz, İtalya ve İspanya devlet tahvillerini satın almıştır. Satın alınan tahvillerin de vade sonlanma tarihine kadar elde tutulacağını bildirilmiştir.

(Claeys, 2014: 8).

2012 senesi Ağustos ayında Avrupa Merkez Bankası ikincil devlet tahvili piyasaları üzerinde açık piyasa işlemlerinin yürütülmesinin mümkün olduğunu bildirmiş ve buna uyumlu para politikası araçlarının kullanılması ile ilgili bir irade göstermiştir.

Avrupa Merkez Bankası’nın euro bölgesi üye ülkelerden limitsiz devlet tahvili almasını öngören “İkincil Piyasadan Tahvil Alımı” programı 2012 Eylül ayında duyurulmuştur.

Karşılıksız Mali İşlemler (OMT) adıyla bilinen bu programın yürürlüğe alınmasıyla SMP uygulamasına son verilmiştir. Bu yüzden piyasalar ilk bakışta bu programın devamıymış gibi algılanmıştır. Bu program çerçevesinde Avrupa Merkez Bankası ikincil piyasada vade süreleri 1-3 yıl arasında olan devlet tahvilleri üzerinde alım işlemi yapabilecektir.

OMT programının SMP programından ayrılan bazı önemli özellikleri bulunmaktadır. Bunlardan biri gerçekleştirilecek alım miktarlarının önceden tahmin edilememesidir. Bu programın yürütülmesi ile ilgili gereken şart Avrupa Finansal İstikrar Fonu / Avrupa İstikrar Mekanizması (European Financial Stability Facility / European Stability Mechanism) programları ile OMT programının ilişkili durumda bulunmasıdır. SMP’de bu hak yalnızca bazı ülkelere veriliyorken, OMT’de herhangi bir

86

ülke de tahvil maliyetlerinin yükselmesi durumunda programın içine girebilmektedir (Gros vd., 2013: 32).

Diğer Politikalar: Avrupa Merkez Bankası’nın iletişim kanallarını açık tutan, etkili ve şeffaf yöntemleri yürütmeye çalıştığı politikaların verimli bir biçimde uygulanabilmesi konusunda önemli bir rol oynamıştır. Yürütülen para politikalarının tutarlı, etkin ve kredibilitesinin yüksek olmasına yardım etmiştir. Bununla birlikte enflasyona ilişkin beklentilerin belirli bir düzeyde gerçekleşmesine yardım etmiştir.

Temmuz 2013’te Avrupa Merkez Bankası sözel yönlendirme yöntemini yeni bir para piyasası aracı olarak tanıtmıştır. 4 Temmuz toplantısında, banka “Yönetim Kurulu bankanın temel faiz oranlarının şu anki düzeyinde veya daha düşük bir düzeyde uzunca bir dönem kalacağını beklemektedir” şeklindeki ifade ile bu politika aracını aktif olarak kullanmaya başlamıştır. İleriye dönük yönlendirme (Forward guidance) diye adlandırılan yeni araç ile ekonomik göstergelerin toparlanması hedeflenmiştir (AMB, 2013).

Krugman’ın ifade ettiği şekli ile sözel yönlendirme düşüncesinin çıkış noktası 90’lı yıllarda Japonya’da incelenen likidite ve deflasyon problemleridir. Buna göre, merkez bankası ekonomik göstergelerde iyileşmeler görüldüğü zaman beklenen düzeyin üzerinde enflasyonist politikalar yürüteceklerine dair kamuoyunu ikna edebilirse, faiz oranlarının “0” sınırına gelmesi durumunda (zero lower bound–faizlerin en üst düzeyde düşüş gösterdiği sıfır noktası) ekonominin çarklarında bir ivme yaratabilirdi. Bu durum

“sorumsuz davranmaya dair güvenilir söz” şeklinde ifade edilmektedir. Bu tür bir politikanın uzun vadeli faiz rakamları ve enflasyona dair beklentilerde yükseliş algısını körükleyeceği ve bunun sonucunda da uzun vadede rakamları olumsuz şekilde etkileyeceği öne sürülür. Bununla birlikte Avrupa Merkez Bankası geçerli olan politikalarından vaz geçmeyeceğini ve sözel yönlendirmeyi yalnızca politikalarını

87

açıklayabilmek için yeni bir yöntem şeklinde kabul ettiğini duyurmuştur. Böylece Avrupa Merkez Bankası faize ilişkin oranları gereksiz bir şekilde uzun vadeli dönemde düşük tutmayı değil, faiz oranlarına ilişkin beklentileri daha etkili bir şekilde yönetmeyi hedeflediğini açık bir biçimde belirtmiştir. Gerçekleştirilen bu açıklama para araçlarının etkisini azalttı iddiasıyla eleştirilerin hedefi olmuştur (Claeys, 2014: 9).