• Sonuç bulunamadı

MUHTEVA TENKİDİ

A. ARZ USÛLÜ

Rivayetlerin tespiti ve değerlendirilmesi konusunda başvurulan arz prensibi, sistematik bir şekilde hicrî ikinci ve üçüncü asırlarda uygulanmaya başlamış olsa da, bu prensibin temellerini Hz. Peygamber dönemine kadar götürmek mümkündür. Nitekim Hz.

Peygamber’in bazen sözlerinin akabinde ifade ettiği hususları teyit mahiyetinde Kur’an-ı

      

45 Pezdevî, a.g.e., III, 3, 12; Serahsî, a.g.e., I, 359, 364.

46 Debûsî, a.g.e., s. 196; Pezdevî, a.g.e., III, 13; Serahsî, a.g.e., I, 364.

47 Pezdevî, a.g.e., III, 28.

48 Pezdevî, a.g.e., III, 29; Serahsî, a.g.e., I, 370. Hanefî usûlcülerin inkıtâ anlayışının tablo halinde gösterimi için bkz. 1. Bölüm s. 79.

Kerim’den ayetler okuması buna örnek gösterilmiştir.49 A′zamî, arz usûlünün başlangıcı ve gelişimi ile ilgili şu değerlendirmede bulunur:

Muâraza yöntemi, Hz. Peygamber döneminde başlamış, sahâbe ve tâbiûn dönemlerinde hız kazanmış, hicrî üçüncü yüzyıla gelindiğinde ise ilmî bir hüviyet şeklini tam olarak almıştır.50

Haber-i vâhidlerin Kur’an, sünnet, icmâ gibi bir takım asıllara arz edilmesi, sahâbe uygulamalarında görülse de, bunu sistemleştirip prensip haline getirenlerin Hanefî fukahâsı olduğu söylenebilir.51 Arz usûlünün mezhep içerisindeki temellerini, gerek Ebû Hanîfe’ye isnad edilen risalelerde, gerekse talebelerinin eserlerinde bulmak mümkündür.52

İsâ b. Ebân (ö. 221/836), haber-i vâhidin kabul edilmesine engel olan hususları illet olarak isimlendirmiştir.53 Cessâs (ö. 370/980), İsa b. Ebân'dan naklen bu illetleri şöyle sıralamıştır: Haber-i vâhidin sabit olan sünnete muârız olması, Kur'an'ın manalarından birine bile yorulamayacak derecede muhalif olması, umûmu ilgilendiren bir konuda rivayetin haber-i hâs olarak gelmesi, haberin şâz kalıp insanların onun hilafına amel etmeleri.54 Bu ifadelerden, arz usûlünün İsa b. Ebân döneminde sistemli bir hale geldiği anlaşılmaktadır.

Haberin yukarıda zikredilen asıllara arzından dolayı reddedilmesinin manevî inkıtâ olarak adlandırılması ise, ilk olarak Pezdevî ve Serahsî’de görülmektedir.55 Sonraki usûl

      

49 A′zamî, Menhecu’n-Nakd, s. 7; Ertürk, Mustafa, Metin Tenkidi (Gayb ve Fiten Hadisleri Örneği), 1.

Baskı, Fecr Yayınları, Ankara 2005, s. 40. Konu hakkındaki bazı rivayetler için bkz. Buhârî, Tefsîr, 1;

Zekât, 3; Tirmizî, Sıfâtu’l-Cenne, 1.

50 A′zamî, a.g.e., s. 62, 66.

51 Benzer bir yaklaşım için bkz. Apaydın, “Hanefî Hukukçuların Hadis Karşısındaki Tavırlarının Bir Göstergesi Olarak Manevi İnkıta´ Anlayışı”, EÜİFD, sy. 8, Kayseri 1992, s. 162.

52 Ebû Hanife’nin el-Âlim ve’l-müteallim adlı eserinde, zina eden kimsenin imandan çıkacağını ifade eden rivayetin Kur’an’a muhalif olması sebebiyle kabul edilmeyeceğini belirtmesi bunun delili olarak gösterilebilir. Bkz. Ebû Hanîfe, Numan b. Sâbit, el-Âlim ve’l-müteallim (Ebû Hanife’nin Beş Eseri içerisinde), thk. Muhammed Zâhid el-Kevserî, 1. Baskı, el-Mektebetü’l-Ezheriyye, Kahire 2001, ss. 29-30. Ebû Yusuf ve Şeybânî’nin, Kur’an ve maruf sünnetin ölçü alınıp, bu iki asılda bulunmayan hükümlerin ancak burada olanlara kıyas edilerek bulunabileceğini bildiren ifadeleri de aynı şekilde bu hususta örnek verilebilir. Bkz. Ebû Yusuf, er-Red, s. 24, 32; Şeybânî, el-Hucce, II, 623. Özşenel, arz yönteminin teorik temellerinin Ebû Yusuf'un eserlerinde atıldığını belirtir. Bkz. Özşenel, Ebû Yusuf'un Hadis Anlayışı, s. VI. İlerleyen sayfalarda arzın kriterleri ayrı başlıklar halinde işlenirken, mezhep imamlarının kanaatlerine de değinilecektir.

53 Cessâs, a.g.e., III, 113.

54 Cessâs, a.g.e., III, 121. Sonraki Hanefî usûl ve fürû eserlerinde bu kusurların illet-i kâdıha olarak adlandırıldığı görülür. Bkz. İbnu’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, III, 260; Tehânevî, Zafer Ahmed el-Osmânî, İ'lâu’s-sünen, I-XIX, Dâru’l-Fikr, Beyrut 2001, VIII, 3724.

55   Pezdevî, a.g.e., III, 12-13; Serahsî, a.g.e., I, 364. 

eserlerinde de bu adlandırma devam etmiştir.56 Pezdevî’nin manevî inkıtâ ile ilgili açıklaması şöyledir:

Manevî inkıtâ, muâraza yoluyla olan ve nakledendeki kusur ve eksiklikten kaynaklanan inkıtâ olmak üzere iki çeşittir. Birincisi haberin asıllara arz edilmesiyle anlaşılır. Haber, bu asıllardan birine muhalif olursa munkatı´ sayılır ve reddedilir.

Haberin asıllarla muârız olması dört şekilde gerçekleşir: Birincisi, Kur’an’a muhalif olması; ikincisi, meşhur sünnete muhalif olması; üçüncüsü, haberin meşhur olan konularda ve umûmu’l-belvâda şâz olması yani topluluğun haberine muhalif olarak nakledilmesi; dördüncüsü ise sahâbenin ihtilaf ettiği bir konuda o haberi kullanmamasıdır.57

Haberin yukarıdaki asıllardan ilk ikisine muhalefeti bazı Hanefî usûlcüler tarafından sarâheten muâraza, son ikisine muhalif olması da delâleten muâraza olarak adlandırılmıştır.58

Debûsî (ö. 430/1038), haber-i vâhidin asıllara arz edilerek zayıf sayılmasını, bir beldedeki paranın diğer bir beldedeki para karşılığında daha değersiz görülmesine benzetir.

Râvideki kusurdan kaynaklanan inkıtâyı da, râvinin bilerek veya bilmeyerek yalan söyleme veya yanılma ihtimaline binaen; hile ve aldatmanın yaygın olduğu ve o özelliğiyle şöhret bulmuş bir beldenin parasının piyasada değersiz sayılmasına benzetir.59

Cessâs, âhâd olarak nakledilen haberlerin arz usûlü kullanılarak tenkit edilmesini, şahitlik konusuna kıyasla şöyle savunur: Haber-i vâhidle amel, tıpkı şahitlerin şehadetinin kabul edilmesi gibi ictihadi bir meseledir. Bu sebeple kesin bilgi değil zann-ı gâlip ifade eder. Şahitlik yapanın şehadetini, nasıl o kimsenin adalet ve zabtı konusunda zann-ı galibimiz oluştuğunda kabul ediyor, aksi halde reddediyorsak, haber-i vâhidlerin kabulünde veya reddinde de durum aynıdır.60

      

56 Bkz. el-Habbâzî, Ebû Muhammed Ömer b. Muhammed, el-Muğnî fî usûli’l-fıkh, thk. Muhammed Mazhar Bekâ, 1. Baskı, Mekke 1403, s. 196-198; Nesefî, Ebu’l-Berekât Hâfizüddîn, Keşfü’l-esrâr ale’l-Menâr, I-II, Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut ty., II, 48-53; Sarduşşerîa, Ubeydullah b. Mes’ûd el-Mahbûbî, et-Tenkîh (Şerhi et-Tavdîh ve onun şerhi et-Telvîh ile birlikte), Dâru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1.

Baskı, Beyrut ty., II, 15-19.

57   Pezdevî, a.g.e., III, 12-13. 

58 Molla Hüsrev, Muhammed b. Ferâmûz, Mirâtu’l-usûl şerhu Mirkâtî’l-vüsûl, Dersaadet, İstanbul 1321, s. 216. Muârazayı bu şekilde tasnif edip adlandıran ilk Hanefî usûlcüsünün Molla Hüsrev olduğu ifade edilmiştir. Bkz. Apaydın, a.g.m., s. 7.

59 Debûsî, a.g.e., s. 200.

60 Cessâs, a.g.e., III, 113.

Bir başka açıdan arz usûlü şöyle savunulur: Sahâbenin önde gelenlerinin, Hz.

Peygamber’den nakilde bulunmanın zorluğunu gerekçe göstererek, çok rivayet nakletmekten sakındıkları malumdur. Dolayısıyla zabt ve itkânı eksik bir râvinin naklettiği haberde vehim ve hataların bulunabileceği, bu sebeple böyle râvilerin haberlerinin ancak asıllara aykırı olmamak şartıyla makbul sayılacağı söylenmiştir.61 Cessâs, bu tür rivayetlere, Hz. Peygamber’in hacda mı yoksa umrede mi telbiye getirdiği, oruçlu iken eşlerini öpüp öpmediği gibi birbiriyle çelişkili rivayetleri örnek vererek şöyle bir değerlendirmede bulunur:

Sika da olsalar râvilerin vehim ve hatalarıyla gelmiş olan haberleri, asıllara arz etmeden zâhirleri62 ile kabul edip, Hz Peygamber’in sünnetinin bu şekilde olduğuna hükmetmek doğru değildir. Aynı şekilde içerisinde böyle ihtilaflar ve tenâkuzlar barındıran haberleri kabul edip onları Hz Peygamber’e izafe etmek caiz değildir.63

Yukarıdaki değerlendirmelerden yola çıkarak, şöyle bir sonuca varılabilir: Hanefî fakihler tarafından uygulanan arz yöntemiyle hedeflenen, bazılarının iddia ettiği üzere sünnetin iptali değil; Kur'an sünnet bütünlüğünü sağlayarak, rivayetlerin şaz olanlarından uzak durup ma'ruf ve meşhur olanlarını uygulamaya koymaktır.64 İsa b. Ebân’ın aşağıdaki ifadesinde de bu hassasiyet göze çarpmaktadır:

Hz. Peygamber’den, zâhiri itibariyle sünnetleri veya ahkâmı beyan eden ya da üzerinde ittifak edilmiş herhangi bir sünneti nakzeden; yahut Kur'an'ın zâhirine ters düşen bir hadis nakledildiğinde, hadisin bunlara muhalif olmayan bir manaya hamledilme ihtimali varsa sünnetlere en fazla benzeyen ve Kur'an'ın zahirine en uygun olan manaya hamledilir. Bu mümkün değilse, rivayet şâz kabul edilir.65

Hadisçilerin arz uygulaması, ilgi alanlarına giren rivayetlerin kapsamının geniş olması sebebiyle, fukahânınkinden biraz daha farklıdır. A´zamî, rivayetlerin birbirine arzını, hadis âlimlerinin bazı uygulamalarından hareketle şu altı başlık altında değerlendirir:

      

61 Cessâs, a.g.e., III, 134.

62 Burada, “haberin zâhiri ile kabul edilmesinden” kasıt muhtemelen, haberin sıhhati veya amel edilebilirliği konusunda sadece senedine bakılarak hüküm verilmesidir. Serahsî’nin benzer bir değerlendirmesi için bkz. Serahsî, a.g.e., I, 367-368.

63 Cessâs, a.g.e., III, 139.

64 Özşenel, Ebû Yûsuf’un Hadis Anlayışı, s. 89.

65 Cessâs, a.g.e., I, 156.

1. Sahâbeden gelen rivayetlerin birbirine arzı,

2. Aynı râviden farklı zamanlarda gelen rivayetlerin birbirine arzı, 3. Bir hocanın farklı öğrencilerinden gelen rivayetlerinin birbirine arzı,

4. Rivayetin, râviyle aynı ders halkasında bulunan akranlarının naklettiği rivayetlere arzı,

5. Bir hadis kitabının, başka bir kitaba veya râvinin ezberindeki rivayetlere arzı, 6. Rivayetlerin Kur’an’a arzı.66

Yukarıdaki maddelere göz atıldığında, muhaddislerin arz uygulamasının daha ziyade rivayetin sübutunu tespit maksatlı olduğu görülür. Hanefîlerdeki arz uygulaması ise haberdeki manevî/bâtınî inkıtâyı ortaya çıkarmaya yöneliktir. Bu da bir anlamda haberin muhtevası ve delâletinden hareketle, sübutunu tespit amaçlı metin kritiğidir. Haber bu asıllarla herhangi bir şekilde çelişecek olursa, bâtınî inkıtâdan dolayı reddedilir. Vürûd tarihinin tespit edilebildiği durumlarda ise neshedildiği kabul edilir.

Hanefî usûlcülerin ve muhaddislerin arz/muâraza anlayışını zikrettikten sonra, arz ile yakın anlamda kullanılan ve fıkıh usûlünün temel kavramlarından biri olan teâruz bahsine de değinmek istiyoruz.

1. Teâruz ve Muâraza

“Teâruz” bahsi, “deliller” ve “elfâz” bahisleri gibi, usûlün pek çok konusuyla irtibatlı olması hasebiyle, fıkıh usûlünün temel alt başlıklarından birini oluşturmaktadır.67 Teâruz konusunun Hanefî usûlünde şu dört başlık altında ele alındığı görülür: Teâruzun anlamı ve mahiyeti, rüknü, şartları ve şer′î yönden hükmü.

Teâruz, sözlük anlamı olarak, “birbirine mukabil olmak, birbiriyle çatışmak, çelişmek” anlamlarına gelmektedir. Muâraza, ihtilaf, tenâkuz, tezat ve tenâfî de kaynaklarda teâruzla eş ya da yakın anlamda kullanılan kavramlardır.68 Usûlcülerin kullanımında ise teâruz, eşit iki delilin, birbirinin hükmünü nakzedecek ya da

      

66 Âʽzamî, Menhecu’n-Nakd, s. 67.

67 Ele aldığımız Hanefî usûl eserlerinde teâruz konusunun ayrıntıları için bkz: Cessâs, a.g.e., III, 160-171;

Debûsî, a.g.e., s. 214-221; Pezdevî, a.g.e., III, 119-159; Serahsî, a.g.e., II, 12-26.

68 Kalʽacî, Muhammed Ravvâs - Kunalbî, Hâmid Sâdık, Muʽcemu lugati’l-fukahâ, 1. Baskı, Beyrut 1985, s. 134.

uzlaştırılamayacak şekilde karşı karşıya gelmesi demektir.69 Pezdevî (ö. 482/1089) ve Serahsî (ö. 483/1090), teâruz konusunda ilave olarak şu bilgiyi de zikrederler: Muâraza,70 kişinin karşısına, varmak istediği neticeye ulaşmasına engel olan bir şeyin çıkması demektir. Kaynaklarda avârız (ضراﻮﻋ) kelimesinin mürâdifi olarak mevâni(ﻊﻧاﻮﻣ) kelimesinin kullanıldığı da görülür. Bu sebeple müçtehidin karşısına, ulaşmak istediği hükme engel olan (ﻊﻧﺎﻣ) iki eşit (müsâvî) delilin çıkması da muâraza olarak adlandırılmıştır.71

Teâruzun rüknü, herhangi birini tercih imkanı olmayacak şekilde iki eşit delilin bulunmasıdır. Şartı ise bu delillerin aynı zamanda ve aynı konuda farklı hükümlerle ortaya çıkmasıdır (ﻢﻜﺤﻟا دﺎﻀﺗ ﻊﻣﺖﻗﻮﻟا و ﻞﺤﻤﻟا دﺎﺤﺗإ). Gece ile gündüzün aynı zamanda yaşanamayacağı, bir nesnenin hem siyah hem de beyaz olamayacağı gibi. Hükmü ise, öncelikle birbirine her yönden eşit olan iki hükmün arasının cem edilmesi; bu mümkün olmadığında, yani deliller arasında hakiki bir teâruz bulunduğunda ise delillerin tarihine bakılıp sonra gelenin nâsih kabul edilmesidir. Son olarak tarihleri de bilinemiyorsa her iki delil de sâkıt yani geçersiz kabul edilir.72

Tespit edebildiğimiz kadarıyla, her ne kadar bazı konularda birbirinin yerine kullanılsa da, yukarıdaki anlamda teâruz kavramı ile haber-i vâhidin kabul edilebilmesi için şart koşulan arz terimi benzer veya aynı şeyi ifade etmez. Şartı ve rüknü göz önüne alındığında, deliller arasında gerçek bir teâruzun bulunduğunu söyleyebilmek için, birbirine her yönden eşit olup zıt hükümler içeren iki delil olması gerekir. Dolayısıyla, meşhur haber mütevâtire, âhâd da meşhura eşit bir delil olmadığı için, aralarında bir teâruzun bulunması mümkün değildir. Bu açıdan rivayetin asıllara aykırı olması sonucunda manen munkatıˊ sayılması anlamında kullanılan muâraza/arz kavramının, teâruzdan farklı bir manada kullanıldığı görülmektedir. Abdülaziz el-Buhârî’nin (ö. 730/1329) arz uygulamasını gerekçelendirirken söyledikleri de bunu desteklemektedir:

      

69 Berzencî, Abdüllatîf Abdullah Azîz, et-Teâruz ve’t-tercîh beyne’l-edilleti’ş-şer′iyye, 1. Baskı, Vizâreü’l-Evkâf, Bağdat 1977, ss. 24-25.

70 Her ne kadar muâraza terimi kullanılmış olsa da, burada kavramı arz manasında değil, teâruz manasında anlamak lazımdır. Zira bu ifadelerde arzdan değil, birbirine zıt iki eşit delilin aykırılığından bahsedilmektedir.

71 Pezdevî, a.g.e., III, 120; Serahsî, a.g.e., II, 12.

72 Hanefî usûlünde teâruz konusunda daha ayrıntılı bilgi için bkz. Cessâs, a.g.e., III, 160-171; Debûsî, a.g.e., s. 214-221; Pezdevî, a.g.e., III, 119-159; Serahsî, a.g.e., II, 12-26.

Muârazada haber-i vâhid, ifade ettiği hüküm açısından kendisinden daha güçlü bir delil ile çelişmektedir. Bu da, haberin ifade ettiği hükmün sâkıt, haberin de gerek râvi gerekse metin açısından taşıdığı bazı kusurlardan dolayı manen munkatı′ sayılmasını gerektirir.73

2. Haberin Tenkide Konu Olmasının Ön Şartı

Muhtevaya dayalı bir tenkit kriteri olarak işletilen arz metodunun daha iyi anlaşılabilmesi için, Hanefî usûlünde hangi rivayetlerin arza konu edildiğinin bilinmesi önemlidir. Öncelikle manen mütevâtir veya meşhur haberlerin tenkit dışı tutulduklarını söylemeliyiz. Mütevâtir veya meşhur sayılan haberler, sabit/meşhur sünnet kapsamında değerlendirilerek ne sened ne de muhteva açısından tenkide konu olmuşlardır. İleride geniş şekilde ele alınacağı üzere, Kur’an’da umûm ifade eden bir hüküm karşısında hâs olan veya Kur’an’daki bir hükme ziyadede bulunan haber, şayet âhâd ise makbul sayılmamış ve onunla amel edilmeyeceği belirtilmiştir. Ancak bu haber meşhur veya tevâtür kapsamında ise, habere itibar edilerek onunla tahsis veya ziyadenin mümkün olacağı kabul edilmiştir.

Cessâs’ın “mestler üzerine mehs rivayeti” ile ilgili değerlendirmesi, bu konuda örnek olarak zikredilebilir. O, mesh konusundaki haberin tevâtür derecesinde olduğunu;

şayet böyle olmasaydı Kur’an’da geçen abdest ayetinin hükmüne ziyade bir hüküm getirdiği için, haberin makbul sayılamaması gerektiğini ifade eder. Çünkü o ayette sadece yıkamadan bahsedilmekte, meshle ilgili bir hüküm yer almamaktadır. Mesh rivayeti, ayetin hükmüne ilave bir hüküm getirdiği için, delil olarak kabul edilebilmesi ancak mütevâtir veya meşhur olmasına bağlıdır.74 Cessâs’ın bu ifadelerinden, mesh rivayetinin âhâd olması durumunda Kur’an’a arz edilerek reddedileceği açık bir şekilde anlaşılmaktadır.

Mütevâtir veya meşhur haberlerle birlikte sened yönünden sahih sayılmayan haberlerin de muhteva tenkidine konu olmadıkları, usûl eserlerinde geçen açıklamalardan anlaşılmaktadır. Hanefî Mezhebi’nin dayandığı asılları ele aldığı Risâle fi’l-usûl adlı çalışmasında Kerhî (ö. 340/952), bu hususu şöyle izah eder:

Sahâbeden mezhebimizin görüşüne aykırı bir hadis nakledildiğinde şöyle bir yol takip edilir: Bu rivayet şayet aslen sahih değilse, onu dikkate almaz ve ona cevap

      

73 Abdülaziz el-Buhârî, a.g.e., III, 12.

74 Cessâs, Şerhu Muhtasari’t-Tahâvî, I, 450.

verme külfetine girmeyiz. Eğer sened itibariyle sahih ise bu haberlerin çeşitleri ve onlarla ilgili hükümler daha önce açıkladığımız şekildedir…75

Kerhî’nin risalesini şerh eden Ömer en-Nesefî (ö. 537/1142), onun bu ifadesini şöyle açıklamıştır:

Müellifin ‘aslen sahih değilse’ sözü, o hadisin âdil bir râvi tarafından nakledilmediği anlamına gelir. Söz konusu haber garibliği sabit rivayetlerden olduğu için de herhangi bir kimsenin onu delil olarak alıp kullanmasına ve üzerinde derinliğine bir inceleme yapmasına gerek kalmamaktadır. Bir hadis, ancak onu âdil bir kimse naklettiğinde sabit/sahih sayılır ve o zaman o haberin derinliğine incelenmesine ihtiyaç duyulur.”76

Debûsî (ö. 430/1038), haber-i vâhidin asıllara arzını “Haberin Müsned veya Mürsel Olarak Hz. Peygamber’e Aidiyeti Tespit Edildikten Sonra Tenkidi” başlığı altında ele almıştır.77 Buna göre arza konu olan haber-i vâhidler, sened tenkidi açısından problemli olmayan rivayetlerdir. Usûlcülerin bu ifadelerinden, Hanefî mezhebinde muhteva tenkidinin sened tenkidinden sonra başvurulan bir yöntem olduğu sonucu çıkarılabilir.

Yani muhteva tenkidine konu olan haberler, kaynağına aidiyetinde problem olmayan rivayetlerdir. Ancak râvinin yanlış anlaması veya zabtının eksikliği sonucunda metninde kabul edilemeyecek hususlar bulunduğu için bu tür rivayetler de asıllara arz edilerek tenkit edilmiştir.

Muhteva tenkidinin konusu olan haberlerin sened açısından problemli olmayan rivayetler olduğuna Kudûrî’nin (ö. 428/1037), çocukların mallarından zekatın verilmesi gerektiğini ifade eden ve Amr b. Şuayb’den nakledilen “Dikkat edin! Kim mal sahibi bir yetime velilik yapıyorsa, onun malıyla ticaret yapsın, malını öylece kenarda tutmasın ki zekât o malı tüketmesin”78 şeklindeki rivayetle ilgili değerlendirmesi örnek gösterilebilir:

Öncelikle rivayet, sened açısından delil gösterilemeyecek derecede zayıftır.

Dârekutnî’nin zikrettiği üç tarik de Müsennâ b. es-Sabbâh’tan dolayı sağlam değildir… Görüldüğü üzere bu rivayet Hz. Peygamber’den sadece Amr b. Şuayb kanalıyla, üstelik problemli olarak gelmektedir. Herkesi ilgilendirecek bir özellikte olan böyle bir konuda, rivayetin tek kişiden gelmesi, bize göre zayıf olduğuna dair bir

      

75 Kerhî, Ebu’l-Hasen, Risâle fi’l-usûl (Debûsî’nin Te’sîsü’n-nazar isimli eseri ile birlikte), thk. Mustafa Muhammed el-Kabbânî, Edâ Neşriyat, İstanbul ty, s.171.

76 Kerhî, a.y.

77 Debûsî, a.g.e., s. 196.

78 Tirmizî, Zekât, 15; Dârekutnî, Sünen, III, 5; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ, IV, 179; Beğâvî, Şerhu’s-sünne, VI, 63.

başka delildir. Şayet biz böyle bir haberi delil olarak kullansaydık, muhaliflerimizin bizi hadis ve ricâl bilgimizin kıtlığı ve mürsel haberlerle istidlal ile itham ettiklerini görürdün.79

Sonuç olarak, âhad kategorisinde bulunan ve sened yönünden sağlam rivayetlerin arza konu olduğu; Hz. Peygamber’e aidiyetinde şeklen (sened itibariyle) şüphe tespit edildiğinde ise muhtevasına bakılmaksızın haberin zayıf sayıldığı söylenebilir.

Bu noktada Hanefîlere şöyle bir itiraz yöneltilebilir. “Madem ki sened kriteri metne öncelenmektedir; öyleyse sened açısından problemli olduğu bilinen mürsel haberler, niçin delil sayılmaktadır?” Mürsel olarak nakledilen haberlerde atlanan râvilerin adalet ve zabtlarının tespit edilememesi sebebiyle, bu itirazda haklılık payı olsa da, Hanefîlerin irsâl ve mürsel anlayışı dikkate alındığında, bu yaklaşımın kendileri açısından tutarlı olduğu söylenebilir. Zira râvinin güvenilir olduğu ve ancak güvenilir râvilerden nakilde bulunduğu bilindiği sürece, mürsel haberdeki zâhirî/sûrî inkıtâ, onlara göre rivayetin Hz. Peygamber’e aidiyeti hususunda bir şüphe doğurmamakta; amel edilmesi noktasında da bir engel teşkil etmemektedir.