• Sonuç bulunamadı

1 6 AMERİKA’DA UYGULANAN TEMEL SİNEMA POLİTİKALAR

Bu bölümde ABD’de sinema endüstrisinin gelişimi ve uygulanan politikalar ile filmlerin kontrolü ve sansür konuları ele alınacaktır.

1. 6. 1. Sinema Endüstrisinin Gelişimi ve Uygulanan Politikalar (1895-1940)

Thomas Alva Edison (1847-1931), Albert Einstein ile birlikte “bütün zamanların

en büyük mucidi” olarak değerlendirilir. Edison, 1876’da Menlo Park’ta kurduğu bir araştırma laboratuvarında karbon mikrofon, fonograf ve elektrikli ampul buluşlarını gerçekleştirir. 1885 yılında aslen İngiliz olan William Kennedy Laurie Dickson (1860-

1935), Edison’un yanında çalışmaya başlar. Edison o tarihlerde yeni icat ettiği ses

kayıt cihazına eşlik edecek bir görüntü kayıt cihazı üzerinde çalışmaktadır. 1887 yılında laboratuvarını hareketli görüntü cihazları geliştirmek amacıyla yeniden düzenler. Dickson’ı bu laboratuvarın başına getirir. Dickson, Edison’un gözetiminde fotoğrafla senkron çalışan bir görüntü kayıt cihazı geliştirir. Kinetofonograf adlı bu cihaz, Edison’un Kinetograf adlı kamerası ve Kinetoskop adlı projeksiyon cihazı için teknik bir altyapı oluşturur. 1888’de Kinetograf ve Kinetoskop’la ilgili çalışmalara başlarlar. Edison ve Dickson, öncelikle düzenli hareketi oluşturacak bir mekanizmayı ve görüntüyü kaydedecek malzemeyi bulma doğrultusunda çalışma yaparlar. Edison 1889’da uluslararası bir sergi için Paris’e gider. Orada Marey’in çalışmalarını inceler. Amerika’ya dönüşünden kısa bir süre sonra iki kenarında delikler bulunan film şeridi kullanmaya başlar. Şeridin iki yanındaki delikler, bir tekerleğin dişlilerine geçmekte ve filmin düzenli olarak hareket etmesini sağlamaktadır. Edison’un çalışmalarından yararlanan George Eastman (1854-1932), kısa bir süre sonra günümüzde standart film boyutu olarak kullanılan ve her bir karenin yanında dörder perforasyonu bulunan 35 mm. filmi üretir ve piyasaya sürer. Edison ve Dickson, bu tarihten itibaren çalışmalarında Eastman’ın filmini kullanmaya başlar (Demirbilek, 1994: 9).

Edison’un yardımcısı Dickson, 1889 yılında Kinetografla Amerika’da selüloit üzerine yazımlanmış ilk filmi çeker. Filmin adı Fred Ott'un Aksırığı’dır (Fred Ott's

Sneeze). Filmde Edison’un fabrikasında çalışan bir işçi kameraya doğru aksırır. Aksıran işçinin görüntüsü yakım çekim ölçeğiyle görüntülenir (Abisel, 2003: 29).

İlk Kinetoskop gösterisi 1891 yılında Uluslararası Kadın Dernekleri Toplantısı’nda yapılır. Edison, aynı yıl cihazın patentini almak üzere başvurur ve film çekimlerine başlar. Filmleri Dickson tasarlayıp çekmektedir (Demirbilek, 1994: 10). 1893’de Kinetoskop, Şikago Dünya Fuarı’nda görücüye çıkar. Aynı yıl Edison kendisine ait Kinetoskop makinesi için film üretmeye adanmış dünyanın ilk film stüdyosunu kurar. Black Maria adı verilen stüdyonun aydınlatmada güneş ışığından yararlanmasından dolayı bir çatısı yoktur. Her şey döner bir platform üzerine kurulmuştur. Bunun nedeni güneşin her saatteki pozisyonundan en iyi verimi alabilmektir (Robb, 2013: 22).

1893-1896 döneminde Edison şirketinin filmleri akrobasi numaralarını, boks karşılaşmalarını, dans gösterilerini ve İskoç Kraliçesi Mary'nin İdamı gibi tarihi olayları ya da bazı Broadway oyunlarından sahneleri görüntülemektedir. Bu filmler arasında yer alan May lrwin ile John Rice'ın Öpücüğü (May lrwin-John Rice Kiss), ilk yakın çekim ölçekli kucaklaşmadır ve bu nedenle ahlaki açıdan ilk tepkilerin oluşmasına neden olur. Bu kısa filmler Black Maria’da ve sabit kamerayla çekilmektedir. Oyuncular rollerini yüksekçe bir sahnede oynamaktadırlar. Çekilen bu filmlerin tamamı bakaçlı Kinetoskopla izlenmektedir (Abisel, 2003: 32). Çekim ve gösterim cihazları elektrikle çalıştığından elektrik olmayan yerlerde kullanılması mümkün değildir. Gösterimler için Kinetoskop salonları açılır. Ancak Kinetoskopun görüntüleri perdeye yansıtamamak gibi önemli bir dezavantajı vardır. Bu nedenle seyirciler filmleri Kinetoskopun üzerindeki vizörden seyretmek zorundadır. Çekim sırasında saniyede 48 kare pozlandığı için de çok fazla film harcanmakta ve gösteri çok kısa sürmektedir (Demirbilek, 1994: 10-11). Ancak Edison sonunda projeksiyon olayına karşı çıkmaktan vazgeçmek zorunda kalır. O da Vitaskop ile 1896'da ilk gösterisini yapar. Artık Edison firmasının filmleri de bakaçlı bir Kinetoskopta tek bir kişi tarafından değil, perdede onlarca seyirci tarafından izlenebilmektedir (Abisel, 2003: 32).

1896 başlarında Edison, Armat’ın Fantoskop adlı projeksiyon cihazının imalat ve dağıtım haklarını satın alır ve bu cihazın adını Vitaskop olarak değiştirir. 1896 Nisan’ında halka tanıtımı yapılan Vitaskop büyük ilgi görür. Birkaç ay sonra önce Lumiére Kardeşlerin sinematografı, daha sonra da Amerikan biograf cihazı ile Amerika’da da halka açık film gösterileri başlar. 20. yüzyılın başlarından itibaren filmler eğlence parklarında, küçük kentlerde boş salonlarda gösterilir. Amerika’da bu ilk yıllarda üç tane önemli dağıtımcı şirket vardır: Edison, Biograf, Vitograf (Demirbilek, 1994: 23).

Yüzyılın başında Amerika’da filmler öğleden sonra ya da akşam eğlencesine 25 sent ödeyebilecek, hali vakti yerinde izleyicilere hizmet veren popüler vodvil salonlarında gösterilmektedir. Eğitsel konularda ders veren gezgin şovmenler projektörleriyle birlikte dolaşmakta ve büyük metropol alanlarında izleyici başına 2 dolar karşılığında yerel kiliseler ve opera salonlarında film göstermektedirler (Pearson, 2008b: 40). Amerika’da film endüstrisinin gelişimini sağlayan en önemli olaylardan biri Nickelodeon adlı sürekli gösteri salonlarının açılmasıdır. Ucuza film seyredilen bu salonlar Amerika’da geniş halk kitlelerinin sinemayı benimsemelerinde ve sevmelerinde önemli bir rol oynar. 1903’te Pittsburg’da Harry Davis ve John P. Harris, mevcut sinema salonlarından daha büyük ve konforlu bir salon açar. Salonda ayrıca bir piyano vardır ve gösteri sırasında bir piyanist filmin dramatik yapısına uygun özgün bir parça ya da günün sevilen melodilerinden birini çalmaktadır. Bu salona giriş ücreti nikelden yapılı 5 senttir ve bu nedenle de salonun ismini Nickelodeon koyarlar. Nickelodeon gösterileri büyük bir ilgi görür ve kısa sürede benzer salonların sayısı çığ gibi büyür. İlk yıllarda Nickelodeonların çoğu büyük kentlerin işçi kesimlerinde ve göçmenlerin çoğunlukta olduğu bölgelerdedir. Seyircilerin büyük kısmını dil sorunu olan göçmenler oluşturur. Zamanla bu salonların konforu artar, ücret 5 sentten 15 sente çıkar. Önceleri tek bir piyano kullanılırken daha sonraki yıllarda ufak orkestralar kullanılmaya başlanır. Koltuk sayıları artar. Büyük kentlerde 1000 kişilik sinemalar, yüksek sınıftan kişilerin gidebileceği lüks salonlar açılır. Böylelikle sinemalar geniş halk kitlelerinin film seyrettiği yerler haline gelir. O güne kadar hiçbir sanat dalı halka bu denli yaklaşamamış ve yaygınlaşamamıştır. Bu büyük gelişme sinemanın güçlü bir endüstri olma yolundaki en önemli adımdır. Giderek sinemaya para yatıran kişi ve

kuruluşların sayısı artar, iş hacmi genişler. Sinema araç-gereçlerinin, film ham maddesinin yapımı ve dağıtımı gelişir. Bu ilk yıllarda endüstri son derece denetimsizdir. Kamera ve ham film bulan herkes film çekebilmekte salon sahipleriyle anlaştığı takdirde rahatlıkla filmlerini sinemalarda gösterebilmektedir (Demirbilek, 1994: 23-24).

Amerika’da yerleşik gösterim salonları 1905 yılının başlarında kurulur. 1907 yılına gelindiğinde tahminen 2 bin beş yüz ile 3 bin, 1900’de 8 bin ve 1910’da 10 bin Nickelodeon vardır. 1909’da sinemaya gidenlerin sayısı haftada 45 milyon olarak tahmin edilmektedir. New York, Nickelodeonun en çok yoğunlaştığı yerlerden biri olarak Şikago’yla yarışmaktadır. New York’un yeterli koltuğu ve havalandırması bulunmayan, loş, iyi numaralandırılmamış ve çoğunlukla karmaşık çıkışları bulunan depolardan bozma gösterim yerleri, dönemin polis ve itfaiye kayıtlarının da onayladığı gibi müşteriler açısından büyük bir tehlike arzetmektedir. Yangınlar, paniğe kapılanlar ve çöken balkonlarla ilgili olarak gazetelerde sürekli çıkan haberler, Nickelodeonların “ölüm tuzağı” olarak algılanmasına katkıda bulunur. Feci kazaların yanı sıra fiziksel koşullar, toplumu gizliden gizliye tehdit eden kötü sonuçlarla ilişkilendirilmeye başlanır (Pearson, 2008a: 56).

Amerika’da Edison’un patentini aldığı sinema aygıtlarından sonra bir dizi yeni patent sahibi filmci, kamera ve göstericileriyle piyasaya girer. Film çekim ve gösterim aşamalarının arasına bir de filmlerin dağıtımını yapan kişiler katılır. Bu hızlı gelişmelerin kaçınılmaz sonucu, korsan kopyaların kısa sürede tüm ülkeye yayılması olur. İlk yapım şirketi, Edison firmasından ayrılan William Dickson'ın kurduğu

Amerikan Mutaskop’tur. Bu firmayı Biyograf ve Vitagraf izler. Bu şirketler bürolarını

New York'un tiyatro merkezlerinde açarlar. Böylece akşamlarını tiyatroya ayırmış olan oyuncularla öğleden sonraları film yapma olanağını bulmaktadırlar (Abisel, 2003: 42). Patent savaşları 1897’de Edison tarafından başlatılır. Bu tarihten itibaren sinema filmlerinin izinsiz gösterilmesi, yeni üretilen sinema cihazlarının patentsiz kullanımı gibi nedenlerden dolayı 500’den fazla dava açılacaktır (Demirbilek, 1994: 29).

Yüzyılın ilk on yılı içerisinde film yapım ve gösteriminin merkezi hep Batı’ya doğru ilerler; Avrupa ve İngiltere’den New York’a ve sonra da Edison’un bir tekel oluşturma çabaları ve yasal savaşlar sonucu daha da batıya Kaliforniya’ya. Sinemanın bir sanat biçiminden dünyaya egemen bir iş sektörüne dönüşmesi de ABD’de gerçekleşecektir. Bu dönemde çalışmalarıyla film gramerini egemen Amerikan biçimine dönüştüren iki kişi ön plana çıkar: Edwin S. Porter ve David Wark Griffith (Robb, 2013: 35-36).

1910’larda birçok film şirketi Los Angeles’ın batısındaki küçük Hollywood banliyösü ve civarına yerleşmeye başlar. Yarattıkları sistem on yıl içinde tüm dünyada sinemaya egemen olacaktır. Yapımcılığı büyük fabrika benzeri stüdyolara yoğunlaştırmak ve yapımdan tanıtım, dağıtım ve gösterime kadar işin bütün boyutlarını dikey olarak bütünleştirmekle, diğer ülkelerin rekabet edebilmek için örnek almak zorunda kaldıkları bir sistem modeli olan stüdyo sistemini yaratırlar. Fakat diğer ülkelerin Amerikan sistemini örnek alma çabaları ancak kısmen başarılı olacaktır. Hollywood dünya pazarının çoğunun kontrolünü ele geçirmekle kalmayacak, Charlie Chaplin ve Mary Pickford gibi yıldızları ve yapımlarını da dünyanın en ünlü kültürel ikonları haline getirecektir (Gomery, 2008: 64).

Şirketlerini Hollywood’da kurmaya başlayan bağımsız yapımcılar sonraki yılların dev stüdyolarının ilk çekirdeklerini kurarlar. Filmlerin sürelerini daha da uzatırlar. Reklam kampanyaları düzenleyip, dağıtım zincirleri oluştururlar ve 1915'ten itibaren salon sahibi olma konusunda büyük bir yarışa girerler. Güçlenip, ünlü oyuncuları ve iyi yönetmenleri sözleşmelerle kendilerine bağladıktan sonra, ürettikleri tüm filmlerin gösterimini garantiye almanın, filmlerini toptan kiralayabilmenin yollarını ararlar. Paket Anlaşma (Blok Booking) sistemi böylece ortaya çıkar. Artık salon sahipleri ünlülerin filmlerini gösterebilmek uğruna, şirketlerin sıradan filmlerini de almak zorundadır. Yapımcı firmaların salonları ele geçirmeye başlaması, salon sahiplerinin bir araya gelerek kendi stüdyolarını kurmaları sonucunu doğurur. Zamanla salon zincirine sahip olmayan küçük stüdyolar büyükler tarafından yutulur. Amerika'da stüdyo sistemi olarak adlandırılan ve İkinci Dünya Savaşı sonrasına dek

sürecek yeni bir dönem başlar. Sinema endüstrisi tekelci örgütlenişini yatay ve dikey olarak tamamlar (Abisel, 2003: 94-95).

Amerikan sineması, ilk öykülü filmlerden30 Birinci Dünya Savaşı öncesine kadar

belli bir nitelikte gelişir. Sinema, her şeyden ve herkesten önce halktan destek görür. Söz konusu yıllar boyunca yapımcılar sürekli olarak artış gösteren halkın sadakatine güvenirler (Rotha, 1996: 84). Özellikle ilk yıllarda sinemanın gelişimine katkısı olan pek çok mucit, yönetmen ve yapımcı ismi sayabiliriz. Fakat klasik sinema dilinin oluşumundan söz ediyorsak ilk aklımıza gelen isim Dawid Wark Griffith (1875-1948) olacaktır.31 Griffith, bundan neredeyse bir asır önce sinema alanında, çağdaşlarının

sadece denemeye cesaret edebildiği birçok yeniliği gerçekleştirir. Bunlar arasında; farklı çekim ölçekleri, dramatik aydınlatma, paralel kurgu, değişik çekim açıları gibi sinema elemanlarını ilk defa yaratıcı bir yorumla bir araya getiren birçok önemli buluş vardır. Ayrıca kamerayı hareketlendirip oyuna tiyatrodan farklı abartısız sinema ifadesini kazandıran ve günümüzde halen kullanılmakta olan sinemanın kendine özgü

30 Amerikan sinemasının ilk yıllarının en önemli isimlerinden birisi Edwin Stanton Porter (1870-1941), film sanatının temellerinden biri olan kurgunun, filme özgü anlatım tekniğinin mucidi olarak kabul edilir. Sessiz dönemin ilk yıllarında Méliès'le birlikte en ünlü ikinci isim, bu Amerikalı sinemacıdır. Bir

Amerikan İtfaiyecisinin Yaşamı (1902), Büyük Tren Soygunu (1903) gibi önemli filmler yapar. Özellikle

Büyük Tren Soygunu filminin birçok benzeri çekilir. Film önemli bir başarı elde eder. Porter, 1908'den itibaren Amerikan sinemasında ilk sıradaki yerini Griffith'e bırakacaktır (Abisel, 2003: 64-65). 31 Griffith imzası taşıyan önemli filmlerin başında Bir Ulusun Doğuşu (1915) gelmektedir. Film sadece ticari bakımdan en büyük film ve sinema tarihinin ilk büyük siyasal kurdelesi değil; aynı zamanda bir sanat, sinema sanatı yapıtıdır (Onaran, 1994: 123). Üç saat süren ve bir roman uyarlaması olan bu on iki makaralık film, Amerikan sinemasının öykü anlatma tavrını en az sonraki altı yıl boyunca etkileyecektir. Film, gösterime girdikten sonra 170 çekimi çıkartılarak kısaltılır. Ayrıca sinemasal özellikleri kadar politik duruşu ve özellikle siyahlara yönelik tutumu nedeniyle de büyük yankılar uyandırır. Yüksek giriş ücretine karşın inanılmaz sayıda seyirci çeken Bir Ulusun Doğuşu’nun maliyeti yüz bin dolardır. Film, 50 milyon dolar civarında önemli bir hasılat elde eder. Griffith’in çektiği bir diğer önemli film Hoşgörüsüzlük’tür (1916). Griffith, bütçesinin büyüklüğüyle rekor kıran bu filmini gerçekleştirebilmek için Wall Street bankerlerinden borç almak zorunda kalır. Bir Ulusun Doğuşu’nun hasılat başarısına güvenen bankerler memnuniyetle para veriler ama sonuç umdukları gibi olmayacaktır. Griffith, bu filmin ticari yenilgisinin yarattığı etkiden hiçbir zaman tümüyle kurtulamaz (Abisel, 2003: 104-107).

dilini oluşturup en yetkin örneklerini veren de yine bu büyük sinema ustası olacaktır (Demirbilek, 1994: 34). Bütün bunların yanı sıra Griffith, sinema tarihinin erken bir döneminde, senaryo-elyazımı düzenlemesi girişiminde bulunan ilk yönetmen olur: yakın çekim, fade-in, fade-out gibi teknikleri dramatik olarak kullanan ilk kişi olarak sinema tarihine geçer (Rotha, 1996: 103).

1914 yılına gelindiğinde Amerika’nın büyük kentlerinde koltuk kapasitesi bini aşan salonlar açılır. Aynı yıl Broadway'de, ilk büyük ve gösterişli sinema salonu olan

Strand hizmete girer. Bu salon, otuz kişilik orkestrası, temizliği, konforu ve şıklığıyla

çok sayıda seyirci çekerek benzerlerinin açılışına önayak olur. Böylece, mermer süslemeleri, kristal avizeleriyle birlikte seyircisine lüks koltuklar da sunan geniş kapasiteli salonlarda film izlemek, yeni ve yüksek bir yaşam standardı haline gelir. Sinemayla ilgilenmeye başlamış olmakla birlikte, film seyretme ortamlarını kendine yakıştırmayan üst tabakadan seyirciler de artık kendilerine uygun salonlar bulabilmektedir. İlk yılların fiyatına göre giriş ücretleri de beş kat artar. Salonlarla birlikte, sinema endüstrisinin iç zinciri de tamamlanmış olur. Hammadde ve aygıtların imalatı, film yapımı, dağıtımı, gösterimi dikey ve yatay olarak örgütlenmeye başlar (Abisel, 2003: 44).

20. yüzyılın ilk on beş yılında Amerika’da sinema endüstrisinin ekonomik gücünün temellerini atan iç pazardaki örgütlenme başarısı, gelecekte dış pazarlar üzerinde kuracağı egemenliğin de ilk işaretlerindendir. Amerika’daki film piyasası dünyanın en kârlı piyasasıdır ve öyle de kalacaktır. Birinci Dünya Savaşı öncesi yıllarda Amerikalı yapımcılar bu pazarı kendi kontrolleri altına almak için yoğun bir çaba sarf edecektir (Vasey, 2008: 76).

Avrupa’da film yapımı yarı endüstriyel bir iş sektörüne dönüşmeye başladığı sırada patlak veren Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) bu oluşumu nerdeyse yerle bir eder. Gelişmekte olan Amerikan film sektörü, karşısında herhangi bir Avrupalı güç kalmayınca dünya sinema pazarında egemenliğini ilan eder. Amerikan filmlerinin seyirciye ulaşmasını engelleyebilecek dil sorunu da olmayınca Charlie Chaplin gibi sessiz palyaçolar, Mary Pickford ve Douglas Fairbanks gibi drama yıldızları Fransa

ve İspanya’da da en az New York ve Şikago’da olduğu kadar tanınırlar. Savaş sonrasında bile ulusal filmlerin artık özel yıldızların yer aldığı uzun metrajlı filmlere alışmış olan seyirciye kendilerini kabul ettirmeleri çok zorlaşacaktır. Hollywood açısından baktığımızda ise giderlerini Amerika genelinde karşılamak sektörün ana amaçları arasındadır ve denizaşırı işler onlar için doğrudan ilave bir kâr kaynağıdır (Robb, 2013: 123).

1910’ların sonu ve 1920’lerin başında Adolph Zukar’ın Famous Players-Lasky adlı şirketinin başı çektiği başarılı şirketler, büyük ölçekte popüler film yapmak için bir sistem geliştirir. Bu sistem Amerika dışında da çok beğenilir. Dünyanın her tarafında sinema endüstrileri, sistemi incelemek ve mümkünse kopyalamak üzere Hollywood’a temsilciler gönderir. Hollywood tanıtım çabalarını yıldız sistemine odaklar. Tanıtımcılar, gelişen orta sınıf kamuoyunun zihninde özel bir şey yaratmak için kitle reklamcılığı ve kitle iletişimin yeni tekniklerini kullanma sanatını öğrenmelidir. Yıldız oyuncular, bütün filmleri gözden kaçmayan bir çekicilikle süsleyerek uzun metrajlı filmleri farklılaştırmanın etkili bir aracı haline gelirler. 15 Ocak 1919’da ünlü sahne sanatçıları Charlie Chaplin, Douglas Fairbanks ve Mary Pickford, United Artists’i kurmak üzere yönetmen D. W. Griffith’le birleşip eski stüdyo patronlarından bağımsız olduklarını ilan eden bir bildiri yayımlar. United Artists, yıldız ağırlıklı filmlerin dağıtımını yapacağını ve böylece yapımcıların kendi yıldızlarının ürettiği zenginliklerden pay alabileceğini duyurur (Gomery, 2008: 65- 67).

Sektör kendisine yıldızlar bulmak için yarışmalar düzenler, çok geniş bir hayran

mektuplaşma adresleri oluşturulur. Kişilerin halka sunulması için büyük ölçekli

kampanyalar yürütülür. Starlar arasında evlilikler ve ayrılıklar ayarlanır. Halkın eğitim seviyesi düşük kesimi bu yeni yapıya hevesli bir şekilde yanıt verir. Onlar en sevdikleri yıldız oyunculara mektuplar yazar. İlk dönemin izleyicilerinin tersine artık insanlar sinemaya beğendikleri yıldız oyuncuları görmek için gitmektedirler. Filmle ilgilendikleri bile yoktur. Varsa yoksa beğendikleri yıldızların yakım çekimini görmek istemektedirler. Yıldız oyuncu fetişe dönüşmeye başlamıştır. Bu yıldızların birçoğu bir anda parlayacak ve sonra unutulup gidecektir. Star sistemi Hollywood’da ve genel

olarak sinemada büyük bir başarı kazanacaktır (Rotha, 1996: 85-87). 1920’lere gelindiğinde Hollywood’un göz alıcı imajının toplumsal etkisi olağanüstü görünür. 1920’in başında Hollywood Ticaret Odası, aktör ve aktris olmak isteyen heveslilere evde kalmaları için “lütfen zorla sinemaya girmeye çalışmayın” diye yalvaran ilanlar vermek zorunda kalır (Ejder, 2007: 69).

Amerika’da sinema endüstrisi, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki ekonomik krizi kolaylıkla atlatarak büyümeye, birleşmeye ve sağlamlaşmaya devam eder. Gittikçe daha fazla güç daha az sayıda yapımevinin eline geçer. 1920’lerin ortasında dört organizasyon üstünlük kazanmıştır; Paramount, First National, Fox ve Loew. Loew, yeni oluşturduğu üretim şirketi Metro Goldwyn Mayer (MGM) ile büyük bir güç oluşturur. Birkaç yıl içinde dört büyük şirkete iki küçük şirket daha katılır; Warner

Bross ve RKO. Savaş sonrasında Amerika’da sosyal, ekonomik ve ahlaki bakımlardan

önemli değişiklikler olmuştur. Film yapımcıları ise halka istediğini verme amacındadır. Yavaş yavaş yeni bir ahlak anlayışı yerleşmekte ve bu anlayış sinemaya da yansımaktadır. Eski tiplere göre çok daha özgür, cesur ve aldırmaz olan yeni bir kadın ve erkek tipi oluşur (Demirbilek, 1994: 72).

Amerikan sineması gibi en az zorunlu zaman ve emek maliyeti ile en fazla kâr elde etme amacına sahip olan böyle bir endüstri son derece iyi organize edilmiş temel üzerine oturtulması mantıksız değildir. Amerikan stüdyolarının çalışma kapasitesi çok yüksektir. Bir Hollywood film stüdyosunda ne yaptığını bilmeden iş bulan bir kişiye bile rastlanmaz. Amerikan film elemanı, film estetiği, onun olanakları ya da gelişi hakkında hiçbir şey bilmez ve bunlarla ilgilenmez. O, ödeme çekleriyle ilgilidir ve bunun elde edilebilmesi için filmlerin yapılması gerekmektedir. Sinema sektöründe çalışmanın eğlenceli olmasının dışında onun için bir ilaç fabrikasında ya da maden ocağında çalışmanın hiçbir farkı yoktur. Amerikalılar bunun ötesinde, mükemmel derecede teknik donanıma sahiptir. Amerikan film yapımcıları ve yönetmenleri büyük ölçüde özenilen, imrenilen bir rahatlık içindedirler. Teknik donanımlar, Hollywood filmlerinin cilalanmasında önemli bir rol oynar. Görüntü kalitesi genellikle kusursuzdur. Bir Amerikan film yıldızının elbisesi her zaman için nefes kesicidir. Hollywood stüdyolarında ucuzluk ve cimrilik yoktur. Zaman içinde Amerikan filmleri

belli bir kalıbın içine girer. Bu filmler bir komite-yapımı-filmler niteliği