• Sonuç bulunamadı

2 PLASTİK SANATLARDA MEKÂN KONSEPTİ

3. ALBERTO GİACOMETTİ’NİN SANATINDA MEKÂN ANLAYIŞ

3.2 Sanat Anlayışı

3.2.3 Alberto Giacometti ve Varoluşçuluk

Alberto Giacometti’nin sanat yaşamını incelediğimizde bir heykeltıraşın uğraşabileceği bütün konu ve sorunları içselleştirdiğini ve bunlara zaman ayırdığını görüyoruz. Yaşamının her döneminde eski ustalardan kopyalar yapmış, desen çiziminden, optik sorunlara, biçim ve form problemlerinden, ışık, hareket, devinim ve içerik unsurlarına kadar işinin her yönüyle uğraşmış bir sanatçıdır. 1940’larla beraber kendisiyle birlikte anılacak olan efsanevi figüratif çalışmalarına başladığında onu hayrete düşüren farkındalıklarla birlikte tek derdi vardı o da “gerçeklik” ti. Bu arayış ve içine girdiği deneysel süreç yaşamının sonuna kadar sürecekti. Alberto Giacometti’nin neyin peşinde olduğunu tam olarak kavrayabilmek için şu ayrımı belirtmek gerekiyor. Sanatçı ilk gençlik ve öğrencilik yıllarında modelden çalışırken, gördüğünü olduğu gibi resmetmenin zorluğunu, hatta zaman zaman imkansızlığını keşfeder. Bu sıkıntı gerçeküstücülerden ayrıldığında tekrar gündeme gelir. Kendisi bu son derece duyarlı ve dahice tesbitini çözümlemeye girişir. Bir obje yada figür gerçekte olduğu gibi nasıl aktarılır? Fakat bu “gerçekten” kastedilen gözün gördüğü ve hepimizin paylaştığı renkli görsel gerçeklik değil. Bu sadece durumun bir kısmını oluşturuyor. Kastedilen şey, özellikle tek bir an içerisinde, mekanla beraber, bütün olarak ve çoğu zaman modelin özsel değerleriyle birlikte nasıl aktarılacağı. Sanatçı bu şekilde, gözlemlediği oluşa yoğunlaştıkça görünenin ardındaki büyülü gerçekliği keşfedecekti.

Giacometti’nin devrin ünlü düşünür ve entelektüelleriyle ilişkisi bilinen bir gerçektir. Felsefe ile olan ilişkisi ve bu ilişkinin eserlerine sinen yalın ve son derece rafine etkisi örnek teşkil edicidir. Kendisi hiçbir eserinde söylenilen söz ile heykel sanatının estetik etkisini birbirine feda etmemiştir. Sanat yaşamında son derece açık olan bu becerisi onun ününü haklı çıkaran nedenlerin başında gelir. Sanatçının atölyesinin Japon felsefe hocası Yanaihara’dan - ki kendisi beş yıl ona poz verecektir- , Jean- Paul Sartre’a, Jean Genet,(1910-1986)175 David Sylvester (1924-2001)176 ve Jaquest Dupin gibi entelektüellere kadar birçok kişinin uğrak

175 Fransız düşünür, yazar.

yeri olması bunun açıkça göstergesidir. Kuşkusuz bu insanlardan en fazla öne çıkanlardan bir tanesi varoluşçuluğun öncüsü Jean- Paul Sartre’dı. Düşünür, Giacometti üzerine iki deneme, sergi katoloğu yazıları ve makaleler yazmıştı ve bunlar Giacometti’nin uluslararası ününü perçinlemişti.

Varoluşçuluk, kökenleri Frederic Nietzsche (1844-1900)177

ve Soren Kiekegard (1813-1855)178 gibi düşünürlere dayanmakla birlikte 20. yy da Jean- Paul Sartre, K. Jasper, (1883-1969)179 Martin Heidegger (1889-1976)180 ve G. Marcel (1889- 1973) 181gibi düşünürler tarafından savunulmuş olan çağdaş bir felsefe akımıdır. Varoluşçuluk insanın; dünyaya, etrafına ve evrene yabancı bir varlık olarak fırlatılmış olduğu, yalnız ve tedirgin yazgısını temel alır.

“İnsanı kuşatan nesneler dünyası, irade ve bilinçten yoksundur. Fakat insan en önemli özelliği olan kendi üzerine düşünebilme yetisi sayesinde irade ve bilinç oluşturmalıdır. Bu yüzden özgürdür, davranışlarından sorumludur. En önemlisi de kaderini tayin etmekte aktif rol oynar. Kısacası varoluşçuluğu çok daha yalın tanımlayacak olursak “insanın varoluşunu, somut gerçekliği içinde ve toplumdaki bireyselliği açısından göz önüne alan felsefi öğretidir”.182

Tıpkı Giacometti’nin heykellerinde olduğu gibi sanatçının eserleri ve bütün kuşatılmışlığı ile mekan içinde bir insan yaratma çabası bu tanıma birebir eşlik etmektedir. Giacometti’de insanı bir varlık olarak ve somut bir gerçeklik olarak üzerine basa basa tanımlar. Ödevi ve şuuru olan bir varlık. Bu yüzden içinde bulunduğu mekan ile kopmaz bir ilişki içinde, devamlı bir sorumluluk anlayışındadır. İnsanın toplumdaki bireyselliğinin ve diğer insanlarla olan eşitliğinin altını çizer. Bu yüzden kendisinin figürleri varoluşçuların arketipleri olarak tanımlanır. Sanatçının figürleri kendisinin sanatına mal ettiği görme, gerçeklik sorunları ve uzaklık gibi optik meseleler bir yana her şeyden önce

177

“Güç İstenci”, “Üstinsan”, Bengidönüş” gibi özgün fikirlerle tanınan Alman varoluşçu filozof . 178

Danimarka’lı Hristiyan filozof, teolog ve dini yazar. Varoluşçu felsefenin öncüsü olarak tanınmıştır.

179 Felsefede varoluşçu akımın teorisyenlerinden Alman filozof ve psikiyatrist. Modern psikiyatri, din felsefesi, tarih felsefesi ve siyaset felsefesinde önemli etkileri olmuştur.

180

Varoluşçu felsefenin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinen Alman filozof.

181 Fransız varoluşçu filozof. İlk Fransız fenemelog diye anılır. Ona göre bilim değersizdir. Değerli olan bireyin gizlerle örtülü varoluşsal yaşamıdır ki Tanrıya ancak bu şekilde varılır.

herhangi bir kişi olarak hayat bulurlar. Bu figürler çoğu zaman kadınlık ve erkeklik vasıflarından bağımsız, arketipal ve insan türü olarak varolurlar. Bu yüzden sanatçı, yüzyılın kaygılı, varoluş karşısında yabancı ve bir o kadarda kırılgan ama her an ruhani bir yükselişe hazır fakat ayakları da yere çok sağlam basan insan tipolojisini çok yerinde özetler. Bu ruhani yükseliş varoluşçu düşünürlerin ve sanatçının insana olan inancını da taşır.Bundan dolayıdır ki varoluşçuluk imsanı kuşatan mekanı onu tüketen ve her daim ondan bir parçayı alıp götüren bir unsure olarak ele alır. Ama aynı zamanda da mekan insanla beraber varoluş ve insanın direnciyle anlam kazanır.

Giacometti’nin figürlerinin; arkaik ama bir o kadarda zamansız insanlarının en samimi olan değerlendirmelerinden bazılarını ünlü Fransız düşünür ve sanatçının yakın dostu Jean- Paul Sartre‘da buluruz. Sartre, varoluşçuluğun, insanı içinde bulunduğu dünyaya ve etrafını saran, anlamlandıramadığı, sürekli ve bitmek bilmez varoluşa karşı duyduğu yabancılığı gündeme getirir. Bu yüzden varoluşçu filozofların ilgi alanlarına sıklıkla kaygı, saçma, bulantı ve iç daralması gibi durumlar girecektir. Fakat buna rağmen varoluşçuluk ısrarla karamsar bir felsefe olmadığını savunur. Çünkü varoluşçuluk insanın kurtuluşunu eylemle tanımlar. Sartre’ın “Varoluşçuluk” isimli eserini dilimize kazandıran Asım Bezirci (1927- 1993)183 kitabın önsözünde meseleyi şu şekilde aydınlatmaktadır:

“Varoluşçuluk adı geçen durumu yerine göre hem yansıtan hem de ona tepki gösteren bir felsefedir. Bundan ötürü, varoluşçu yazarlar çağımız kişisinin ( kimine göre bu kişi büyük burjuva, kimine göre işçi, kimine göre küçük burjuva, kimine göreyse bütün insanlıktır.) Bırakılmışlığını yalnızlığını, boğuntusunu, umutsuzluğunu, güvensizliğini belirtmekle yetinmezler. Bu kişinin kendini tanımasını benliğini kazanmasını, baskıdan kurtulmasını da isterler. İnsanı ezen teknik düzene, kişiliğini silen toptancı topluma, benliğini çiğneyen zorbalığa karşı koyar, gerekirse başkaldırırlar. Bu yüzden öznelliğe ve bireyliğe büyük önem verirler. Öznellikten kalkarak bireyciliğe varırlar. Sözgelimi, Kierkegaard bireyi ana gerçek sayar, toplumu hor görür. Ona göre bireyin varlığını koruması için toplumdan, kamudan, eşitlikten sıyrılması gerekir. Bireycilik ancak yalnızlık, boğuntu, kaygı ve umutsuzluk içinde belirir, korunur ve derinleşir. Jaspers,

bireylerin her işine karışan devlet makinesinin kişiyi yutmasından yakınır. Marcel, hayatın toplumsallaştırılmasına öfkelenir. Wahl, (1888-1974)184

bugünkü düzende “bireyin varoluşunun büyük kumarda öne sürülen para gibi tehlikede” olduğuna inanır. Tehlikeden kurtulması, Sartre’a göre sorumluluğunu yüklenmesine, durumunu kavramasına bağlıdır. Mademki kişi dünyaya atılmıştır, kendi başına bırakılmıştır, öyleyse yaptıklarından sorumludur. Nitekim o, kendini nasıl kurarsa öyle olacaktır. Tasarılarına, seçmelerine, eylemlerine göre varlığına bir öz kazandıracaktır. Edimleriyle kendini gerçekleştirecektir. Gerçekleştirmelidir…185

Tekrardan Giacometti’ye dönecek olursak daha öncede değindiğimiz gibi Jean- Paul Sartre sanatçının figürlerini ilk önce insanlığın köklerine uzanan bir kavrayışla kavrar ve günümüzle ilişkilendirir. Sartre için Giacometti’nin yalnızlığının günümüz insanının yalnızlığından bir farkı yoktur. Giacometti’nin, eserleriyle başlayan ilişkisini son derece edebi bir dille anlattığı “ Estetik Üzerine Denemeler” kitabının sanatçıyı anlatan “Mutlağın Peşinde” isimli denemesinde şunları söyler: “Öncelikle en başında boşluk korkutmuştu sanatçıyı. Kuş uçmaz

kervan geçmez, bu ıpıssız mekanda kendi boşluğunu kavramaya çalışırken, bir aşağı bir yukarı, aylarca gezinmişti. Sadece kendi korkunç yalnızlığı eşlik etmişti ona.”186

Bu tanımlarda görüldüğü gibi sanatçı, varoluşçuların insanda gördüğü bütün temel sıkıntıları kendinde taşımaktadır. Bu sıkıntıyı hareket noktası olarak alıp, atölyesinde olduğu halde, üretmek gibi dışa açılan bir eylemle durumu aşma niyetini gösterir. Giacometti, Sartre göre adeta yaşamı kökünden kavrayıp yeniden yaratma gibi bir işe girişir. Çünkü, özellikle İkinci Dünya Savaşı’nın Avrupa’da ve insanlıkta yarattığı yıkım çok ağırdır. Sanatçı savaş sonrası; insanların, çevrenin ve doğanın bir anda kolayca yok olabildiğini görünce herkesin kendi bastığı yeri kadar bir yer kapladığını fark eder. Savaşın yıkımı insanın kendisini çevreleyen bu koskoca varoluş ve kıyımın korkunçluğuyla, sanatçı heykellerini mum eriyiki gibi süptil bir hale getirdiği gibi kendini de yok etmek ister; bunu yaşamı boyunca defalarca düşünür. Özellikle de kendini benzin dökerek yakmayı.

184 Fransız yazar ve filozof.

185Jean -Paul Sartre, Varoluşçuluk, s. 11. 186 Jean- Paul Sartre, a. g. e. , s. 87.

Hatta 1937’ de geçirdiği trafik kazasında kasıtlı olarak doktorların söylediklerini dinlemez ve bacağı yanlış kaynar. Kronik bronşiti olmasına rağmen aşırı sigara içmesinden dolayı ölür. Fakat bütün bunların yanında yaşama çok bağlı sosyal çevresi ve yapacak işi hep olmuş bir insandı. Giacometti sürekli bulma umuduyla dolu bir sanatçıdır ve eserleriylede kendini dönüştürmeyi hedeflemiştir. Tam da varoluşçuların savunduğu ve hararetle desteklediği aşkınlığın ta kendisi budur. Yine Sartre’ın “Varoluşçuluk” isimli eserine döndüğümüzde “Aşkınlık Kendini Aşma” bölümünde ünlü düşünür varoluşçu insancıllığı şöyle telkin eder:

“Ona hatırlatıyoruz ki kişi bu tek başına bırakılmışlık içinde kararını ancak kendisi verecektir. “İnsancılık” diyoruz çünkü kişiye bununla kendi içinde kapanarak ve başkalarından koparak değil, ancak dışında bir amaca yönelerek varlığını gerçekleştireceğini gösteriyoruz. Kişi bu tek başına bırakılmışlık içinde kararını kendisi verecektir. “İnsancılık” diyoruz çünkü kişiye bununla, kendi içine kapanarak ve başkalarından koparak değil, ancak dışında bir amaca yönelerek varlığını gerçekleştireceğini göstermiş oluyoruz. Ona gösteriyoruz ki ancak şu kurtuluş ya da bu iş için çalışmakla yani eylemle kendini insancıl bir varlık olarak kuracaktır.”187

Varoluşçu düşüncenin diğer bir önde gelen filozofu Alman düşünür Heidegger ise aynı savları destekleyen biçimde insana yaşam olanağı tanır:

“Heidegger’e göre insan için iki tür yaşam olanağı vardır: 1-“Onlar Alanı”n da yaşamak.

Bu yaşam, insanın toplumsal yaşamıdır. Burada insan, kendi kendisi değildir. Bir çalkantı içinde yiter gider. “onlar alanı”, insanı törpüler, kişiliğini siler. Bu yaşamın en üst basamağında bulunan bilimler, felsefeler ve dinler de insana yalan söylemektedirler. En tepedeki din, insanı insandan saklamak için uydurulmuştur. insan bu aldatmacalardan kurtulur kurtulmaz, evrende tek başına olduğunun bilincine varır. Evrene atılmıştır. Evrenin ne olduğunu bilemez karanlıklarla çevrilidir. İçinde tasa vardır. Tasa ve iç daralması, varlığa erişmek için bir ip ucudur. İç daralmasında insan, yokluğu ve yokluktan ayrılan varlığı kavrar. Her an yokluğa gidebileceğini duyar.

2-“kararlı yaşam”:

her yanı karanlıklarla dünyada insan, yaşamını kendi eline almalıdır. Kendi yazgısını kendi çizmeli yapacaklarına kendi karar vermelidir. Heidegger’e göre filozoflar varlığı usa vurma ile anlamaya çalışır, sonunda kup kuru soyutlamalara varırlar. Oysa anlamak, yapmaktır. Kendini tanımak, kendini eylemde ölçmektir. İnsan, kendi kararlarını uygulayarak kendini ölçer. Kendi yazgısını kahramanca eline alan insan, hiçliğin, dünyanın ve kendi kendisinin üstüne çıkar. İnsan, dünyaya anlam ve gerçeklik vererek, onun karışıklığını düzenler. Bu açıdan insan, dünyanın yapıcısıdır."188

Bu noktada Giacometti’nin yaşam tarzı da bu aşkınlığa son derece uygun hatta örnektir. Sanatçıyı hayatının bütün dönemlerinde ailesiyle, dostlarıyla, devrin en ünlü sanatsal akımları ve etkinlikleri içerisine aktif katılımlarıyla görürüz. Bununla beraber bütün ömrüne yayılan bir disiplinle de tek başına çalışabilmiştir.

Sanatçının yakın dostu Sartre’a tekrar dönecek olursak biraz önce bahsettiğimiz “aşkınlık ve kendini aşma” ile ilgili görüşlerini “varoluşçu insancılık” savıyla daha da güçlendirdiğini ve Giacometti’nin tutumunu desteklediğini görürüz.

“İnsan kendi dışında vardır, kendi dışına çıkarak var olur. Yani ancak dışa atılarak, dışta kendini yitirerek varlaşır; aşkın (transcendant) amaçları kovalayarak var olabilir. Bu yönden alınırsa, insan ilerleyiştir, aşıştır, oluştur; ilerlemenin, aşmanın göbeğindedir. Nesneleri dahi bu ilerleyişe, bu aşışa, bu oluşa göre yakalar. Demek ki insancıl bir evrenden insancıl öznellik evreninden başka evren yoktur.”189

Bu yüzden Giacometti’nin hakikati insanda aramasını ve sanatçının olgunluk dönemini insanla işlemesini daha iyi anlarız. Ayrıca sanatçı varoluşçuların arketipi sayılan, yüzyılın insanını karakterize eden bir figür yarattığı gibi kim oldukları belli olan modelden çalışmalarda yapmıştır. Böylece varoluşçuluğun temel unsurlarından öznelliğe de yer vermiştir. Sartre, sanatçının öznelciliği ile ilgili bir değinisini de resimleri üzerinden yapar.

188 http://felsefetarihi.net/heidegger.htm 189 Jean- Paul Sartre, a. g. e. , s. 75.

“Anlaşılmaz biri değil Giacometti. Varlığın mutlak doğruluğundan ziyade, aslında algılamanın hiç de kesin olmadığına parmak basmayı tercih eder. Bizzat kendileri ya da daha iyi bakış açılarına sahip başkaları açısından, onun portreleri, bireyleşme kuralına sımsıkı uyarlar. Şöyle kısa bir bakış, bu yüzlerin ayrıntılardan iyice arındırılmış olduğunu ortaya koymaya, ve ayrıca, Diego’yu (1902-1985)190

ya da Anetta’yı anımsamamıza yeter. Giacometti’nin öznelciliğinin ipuçlarıdır bunlar.”191

Sanatçının yaşamı boyunca tutmuş olduğu güncelerdeki yazılardan izlediğimiz kadarıyla kişisel olarak da felsefi saptamaları son derece yetkindir. Aşağıda yer verilen alıntılarda kendisinin; özellikle ruh, beden, evren ve sanatın doğası hakkındaki çıkarımları sanatçının sanat anlayışı hakkında çok aydınlatıcı bir kaynak oluşturuyor.

Ruh ile beden birlik oluşturur. Beden maddedir, dünyayı ve tüm öteki gezegenleri oluşturan o büyük maddenin bir parçasıdır. Ruh da zihnin bir parçasıdır; madde ile birleşerek evreni oluşturur.

Ruh ile beden çok dengeli olduğunda, söz konusu birlikleri kolaylıkla bulur. Beden- maddesel birlik- daha güçlü olduğunda, birlikler daha sürekli, daha mutlu olur. Her insan, birlikler aramayı durmaksızın sürdürmekle kalmaz; kendisine doyum sağlayan, kendisini yatıştıran her birliği sonsuza kadar uzatma peşinde koşar. İnsan adını verdiğimiz bu birlik –yani beden ve ruh- her durumda ve her an yalnızdır, mutsuzdur, tedirgindir ve tüm dokularıyla tüm yetileriyle yeni birlikler oluşturma eski birlikleri yeniden yaratma peşinde koşar.

Maddesel insan ancak, olası en bütünsel maddesel birliği elde ettiğinde, bu birliğin varlığını hep gözetecek, onu elinden geldiği ölçüde sıklıkla yenileyecektir. Ne var ki çoğu kez yalnızlık içinde olan ruhu her zaman tedirgin olacaktır.

190 Ressam Giovanni Giacometti’nin oğlu ve Alberto Giacometti’nin kardeşi. Ünlü bir mobilya imalatçısı ve tasarımcısıdır.

Bu yeni birlik yaratımının önemini sanatçı sağlıklı ve verimli bir varoluş için hayati görür. Üstelik Giacometti her şeyin, nesnelerinde yalnız olduğunu tesbit etmiştir. Bu yüzden insan bir nesneyi sanatsal etkinliği için ele aldığında üstelikte kendisi gibi olduğu gibi saf bir varoluş halinde betimlemeye kalktığında kendindeki kadim yanlılık yarasıyla temasa geçer.

Yüce bir ruha sahip insan, içgüdüsel olarak ruhsal birlikler arar. Bu birliklerin olası en çok sayıda, en bütünsel olmasını gözetir ve bunları ölümsüzleştirmeye çalışır (filozof bunu yazılarıyla, şair şiirleriyle, sanatçı yapıtlarıyla yapar.)

Ruhun madde ile birleşmesi bütünsellik kazandığı ölçüde bu birlik daha yetkin ve genel evrene daha yakın olacaktır.

Bu birliklerde, madde ile ruhun en çok iç içe geçtiği duruma, tüm sanatlara ait büyük yapıtlarında rastlarız: Bu yapıtların, büyük birliğe en yakın nitelikte olduklarından- ki bu, her dönemde ve her bölgede, her insanın bilinçli ya da bilinçsiz istediği bir şeydir- her zaman değerli olmuştur. Ve bu yapıtlarda temasa gelen her zihin, her zaman, içindeki sürekli isteğe ve düşünceye- kendi küçük evreninin büyük evreni içinde dönmesi – kendini daha yakın duyumsayacaktır. (Dolayısıyla) sanatçı, varlığının – bedeninin ve zihninin- (mutlu) karmaşıklığı sayesinde, büyük evrene benzer bir küçük evren yaratmayı başaran kişidir. Sanatçı, içinde bütünsel birliği taşıyan, dolayısıyla da mutlak gerçek ile mutlak güzelliği içeren bir evren yaratır.192

Aynı görüşleri kendisiyle aynı dönem sayılabilecek 20. yüzyılın ilk yarısının önemli İtalyan filozoflarından ve estetik tarihinin de çok önemli filozoflarından Benedetto Croce’de, (1866-1952)193

sezgiyi temel alarak destekler:

“Sezgi çoklukta birliktir… Sezgi ile başıboş hayal arasındaki ayrımı anlatmak amacıyla, eski sanat anlayışı, özellikle “birlik” kavramından yararlanıyordu ve ne tür bir sanat çalışması yapılırsa yapılsın simplex et unum (yalın ve bir) olmasını

192Alberto Giacometti, Haz. Mary Lısa Palmer ve Françoıs Chaussende, a. g. e. , s.144.

istiyordu veya buna yakın bir kavram olan birlik sözcüğünü kullanıyordu. Başka bir deyişle, düzensiz imgeler, bütünleyici bir imge merkezlerini bulmak ve erimek zorundaydılar. 18.yy Estetik’i de aynı amaçla, özgül sanat yetisi anlamındaki düşgücüyle (fantasia), (hayalgücüyle), sanat dışı yeti anlamındaki kurgugücü (immaginazione) arasında bir ayrım yapmıştı.

Bu çoklukta birlik ilkesi, sanatın kurgu gücünün bir oyunu olmadığını gösteriyor, çünkü “kurgu gücünün oyunu; çeşitlilik, dinlenme, vakit geçirme, hoşa giden şeylerin dış görünümünde durup eğlenme veya aşırı bir duygusal ilgi gereksinmesi nedeniyle, imgeden imgeye geçip durur. Oysa sanatta, çalkantılı duyguyu apaçık sezgiye dönüştürme sorunu, kurgu gücünü denetler… Bu nedenle, kurgu gücü olarak anlaşılan hayal gücü sanata yabancıdır.”194

Bu görüşleriyle Benedetto Croce’nin Giacometti’nin maddesel insan görüşünün tatmin olanaklarıyla, düşünürün düş gücünün uçarı hareketleri ve fantezileri arasında bir fark yoktur. Her ikisi de doyumsuzluk yaratır, derinlikten ve ruhsal birleşimden, bütünlükten yoksundur. Tam da Croce’nin belirttiği ve Giacometti’nin adandığı gibi çalkantılı duygulanımın sezgiye dönüşümü bir sorun olarak yaşanmış, deneyimlenmiştir. Giacometti açısından sanat salt bir duygulanım ve hoş vakit geçirme etkinliği olarak ele alınmamıştır. Hele hele ilgi gereksiniminse sanatçının yaşamında neredeyse hiç olmadığını görüyoruz. Daha önceden de belirttiğimiz gibi Giacometti ellili yıllarda neredeyse on yıl atölyeden adım atmamıştır. Bunun yanı sıra sanatsal davranışın adeta kendisinin tek varolma biçimi haline gelmesi ve çözmeye çalıştığı problematiklere saplantılı bir şekilde adanması çalkantılı duygulanımların ve kurgu gücünün sürekli belli ereklere doğru başarıyla yönlendirildiğinin ispatıdır. Nitekim sanatçı, Pierre Volboudt’un “Herkesin Kendi Gerçeği” isimli on yedi sanatçının cevaplandırdığı anketini, yukarıda ki kadar felsefi bir disiplinle olmasa da daha coşkun bir üslupla şöyle yanıtlandırır:

“Tabii ki resim ve yontu yapıyorum; ve bunu kendimi bildim bileli, ilk kez desen çizişimden ya da resim yapışımdan bu yana, gerçekliği dişlemek için, kendimi

194 Bedrettin Cömert, Benedetto Croce’nin Estetiğinde İfade Kavramı Ve İfadenin İletimi Sorunu, s. 47.

savunmak için, kendimi beslemek için, semirmek için, kendimi daha iyi savunmak, daha iyi saldırmak, bir şeylere asılmak, her planda, her yönde olabildiğince özgür olmak için;-bugün için bana en temiz görünen araçlarla-çevremi saran şeyleri daha iyi görmeye, daha iyi anlamaya çalışmak için, olabildiğince daha özgür